16 Haziran 2006

Doğu, Batı ve İlahi Adalet



EY ŞEHİR, ŞEHİR!

"Ey şehir, şehir! Bütün kentlerin gözbebeği! Bütün dünyada senden sözedilir. Dünyanın en yüce seyirliği, bütün kiliselerin sütannesi, iman beldesi, doğru inancın rehberi, eğitimin muhafızı, her iyiliğin haznesi. Sen ilahi öfkenin kupasından içtin ve daha önce beş kentin üstüne düşenlerden daha korkunç bir ateşçe ziyaret edildin."
Niketas Akominates, 1204, İstanbul
(4. Haçlı Seferi İstanbul'u yağmalarken)

1204'te 4. Haçlı Seferi, Selçuklu baskısına karşı Bizans'a yardım bahanesiyle İstanbul'a girdi ve bu şehrin tarihinde görülmüş en korkunç kıyım ve yağmayı yaparak İstanbul'u bir harabe haline getirdi. Tonlarca altın ve eski eser saraylar ve kiliselerden yağmalandı, kilise mihraplarında rahibelerin ırzına geçildi.
O sıra İstanbul 500.000 nüfuslu dünyanın gözbebeği bir kentti; 250 yıl sonra Fatih'in fethettiği İstanbul ise 50.000 nüfuslu küçük ve cansız bir kent olacaktı. O görkemli günler gitmiş, İstanbul Latin istilasından sonra bir daha belini doğrultamamıştı.
İstanbul'da ihtişam yıllar önce bitmiş, son Bizans imparatorları Topkapı'nın lüks ve debdebeli saray hayatının ağır masraflarından kaçınmak için şimdiki Edirnekapı'da bulunan Tekfur Sarayı'na taşınmışlardı.
Fatih, görkemli Topkapı Sarayı'nın yıllar önce terkedilmiş harabesini görünce şaşkınlığını şu mısra ile dile getirdi:
"Perdedar miküned be kasr-ı kayzer ankebut"
(Kayserin kasrına örümcek perdedar olmuş)


Bizans'ın "Batıcıları" Bizans'ın uzun süren çöküş tarihi boyunca Batı ile ittifak yaparak Doğu'ya karşı durma siyaseti sonucu devleti yıkımın eşiğine getirmişlerdi. Batıcılar 6 Temmuz 1439'da "Union" (İttihad, Katolik ve Ortodoks kiliselerinin birleşmesi) anlaşması ile Ortodoksluk içine de nifak sokarak Bizans-Rus ittifakını bozdu.
İstanbul'un kendini toplayıp eski görkemine varması için 16. asrın gelmesi gerekecekti.
Osmanlı Devleti'nin yükselişi bugün hala incelenmeye muhtaç ve tam aydınlatılamamış bir konudur. Osmanlı tarihi içindeki herkesin bildiği kimi olaylar daha tarafsız ve derin bir incelemeyi gerekli kılıyor. Bunların içinde, örneğin devletin kurucusu Osman Bey'in oğlu Orhan Gazi'nin Bizans sarayında eğitim görmesi ve Bizans'tan soylu bir kız olan Holofira - Nilüfer Hatun'la evlenmesi, onun çağdaşı Harmankaya Tekfuru "Köse Mihal"in Osmanlı ile işbirliği yapması, Süleyman Paşa'nın Çanakkale'den kuvvetlerini Trakya'ya geçirdiğinde kimi kaleleri zaptedip kimilerini bırakması, Osmanlının arkasındaki İstanbul'un tehlike oluşturabileceğinden korkmadan Edirne'yi başkent edinebilmesi, Osmanlının Balkanlardaki fütuhatının Ortodoks toplumlarca meskun topraklarda hızla yayılabilmesi, ama Katolik Hırvatistan'a gelince adeta bir duvara çarpmış gibi durması, nihayet Ortodoks patriğinin "İstanbul'da Latin külahı görmektense Türk sarığı görmeyi yeğleriz" sözü, Bizans'ın "Batıcı" ve "Doğucu" partileri arasındaki kavga ve karşılıklı ittifak cepheleri anlaşılmadan anlaşılmaz.
Aynı şekilde Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fetih kararı devlet içinde ciddi sancılar çekilmeden olamadı ve Fatih bunun için Çandarlı Halil Paşa'yı idam ettirmek ve ulema kökenli bürokrasiyi devlet içinden temizlemek zorunda kaldı.
İstanbul'un fethi ile birlikte Osmanlı padişahlarının müslümanların halifesi ve Ortodoksların imparatoru çifte ünvanıyla anılmaya başlamaları ile bu topraklarda sorun uzunca bir süre son buldu.


"RAKKAS, BU HALET SENİN OYUNUNDA MIDIR?"

Ancak 18. y.y.da devletin zayıflamaya başlaması ile kadim sorunun tekrar hortladığını görmekteyiz. 1718'de Padişah 3. Ahmet sadrazamlık görevine Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'yı getirir. Bu dönem, 28 Mehmet Çelebi'nin Paris sefaretinden döndükten sonra layihasını padişaha sunduğu dönemdir. Artık Osmanlı için bir "Garb Medeniyeti" vardır. Bu döneme Lale Devri denir. Kağıthane'de konaklar inşa edilir, bir yanda zevk-u sefa alır yürür. Diğer yanda müthiş bir bozulma ve sefalet buna eşlik eder. Şair Nedim işret dizelerini kaleme alır:
Rakkas, bu halet senin oyununda mıdır
Aşıklarının günahı boynunda mıdır
Doymadım şeb-i vaslına şeb-i ruze gibi
Ey sim beden, sabah koynunda mıdır.


Sonuçta bir yandaki korkunç sefalet ve başıbozukluk ve diğer yandaki zenginlik ve sefahata karşı isyanlar patlak verir; Lale Devri kan ve ateşler içinde kapanır. Şair Nedim damdan dama atlayarak kaçarken öldürülür. Ancak Batılılaşma artık resmi politika olmuştur.
Lale Devri'nde, 28 Mehmet Çelebi'nin ortağı İbrahim Müteferika'nın İslam eserlerini basan bir matbaa kurması gibi mevzi başarılar yaşanmışsa da bunlar genel çöküşü düzeltmeye yetmedi. Kaldı ki İbrahim Müteferika'nın matbaası Osmanlıda ilk açılan matbaa değildi, o devirde, çok uzun yıllardan beri Gayrımüslimlerin sahipliğindeki birçok matbaa faaliyetteydi.
Osmanlıda Batılılaşmanın ikinci hamlesi Tanzimat'tır. Opera hayranı Sultan Abdülmecid 1839 Temmuzu'nda Tanzimat Fermanı'nı yayınlayarak bir seri reform başlatır. Tanzimat Fermanı'nın Osmanlıya getirdikleri ile götürdükleri çok tartışılmıştır. Biz doğrudan bu tartışmaya girmiyoruz. Ama Tanzimatçı kadronun bir başka "büyük atılımına" gireceğiz: 16 Ağustos 1838'de, Osmanlı Devleti ile İngilizler arasında, tarihe Balta Limanı Antlaşması olarak geçen bir ticaret antlaşması imzalandı. Bu antlaşmanın diğer adı Türk-İngiliz Ticaret Anlaşması'ydı.
Anlaşma maddelerine göre:
· Gümrük vergi oranları ihracatta yüzde 12'ye, ithalatta ise yüzde 5'e düşürülecek,
· İngiliz tüccarlar, hiçbir kısıtlama olmadan, her tür malı Osmanlı topraklarında hem iç hem dış ticaret amacıyla alıp satabilecekler,
· İngilizlerden mal alım ve nakli için belge istenilmeyecek,
· İngiliz tüccarlar, iç ticarette yerli tüccarlardan fazla vergi ödemeyecek,
· Yabancı malları Boğazlardan serbestçe geçecek,
· Antlaşma, "sonsuza dek" yürürlükte ve geçerli olacak.
Anlaşmanın imzalandığı tarihte Sadrazam, yani Başbakan ise Mustafa Reşit Paşa idi. Mustafa Reşit Paşa, İngilizlerle iyi ilişkiler içerisindeydi. Osmanlı Devleti'nin kurtuluşunu, Avrupalılaşmakta görüyor, başta İngiltere olmak üzere Avrupa devletleriyle serbest ticaret öneriyor ve şöyle diyordu: "Ülke, serbest ticaret sayesinde büyük bir hızla sanayileşecektir."
İngiltere'nin o tarihlerdeki Dış İşleri Bakanı Lord Palmerstone da, anlaşmadan önce Osmanlı Devleti'nin dış ticarette uygulamakta olduğu bazı kısıtlamaların kaldırılması için sürekli baskı yapıyor, serbest ticareti överek şunları söylüyordu: "Serbest ticaret sayesinde Sultan'ın kullarının servet ve refahı artacak, sanayi gelişecektir."
Netice malum. Osmanlının içine girdiği ekonomik yıkım, bunun sonucu alınan borç-faiz kısırdöngüsü bizi Duyun-u Umumiye'ye getirdi.
Ama bundan önce başka birşey daha var: 1856 Mayısı'nda İngiltere Kralı'nın fermanı ile Londra'da kurulan Osmanlı Bankası, 1863'teki Bank-ı Osmani-yi Şahane" unvanıyla anılan devlet bankası oldu. Bu çağda devletlerin emisyon bankaları genellikle her yerde özel kuruluşlardı, ama Osmanlı Bankası gibi yabancı sermaye ile kurulanı mahzurlu bir örnektir. Daha açık söylemek gerekirse devletin Merkez Bankası Batı sermayeli bağımsız bir kurumdur!
Osmanlı "Merkez" Bankası, bugünün Batıcı - globalist çevrelerinin hasretle anacakları derecede bağımsız bir kuruluştu. 1. Dünya Savaşında devlet sıkıntıya düştüğünde ve Milli Mücadele yıllarında devlete ve Ankara hükümetine yardım ve teminatsız kredi açmayı hep reddetmiş, bugün arzulanan özerk bir merkez bankasından beklenenleri bihakkın yerine getirmiştir!
Osmanlıdaki Batıcı kadronun bu ve benzeri "tedbirleri" sonunda beklenen meyvasını verdi. 1874 yılına gelindiğinde Osmanlı Devleti 20 yıl gibi bir sürede 15 dış borçlanma yapmış ve bunlardan eline 127 milyon Osmanlı altın lirası geçmiş ancak borç 239 milyon lirayı bulmuştu. Sultan Abdülmecid'in başlattığı dış borçlanma geleneğini Sultan Abdülaziz de sürdürmüştü. Ahmet Cevdet Paşa, "bizim mirasyedilere böyle bir para kapısı açılırsa bunun önünü kim alacak? İlerde halimiz neye varacak?" diye bazı erbab-ı dikkat ve basiretin endişe ettiklerini ve "Allah encamımızı hayretsin" şeklinde neticeye mütevekkilane boyun eğdiklerini kaydetmektedir. Sonuçta borçlanma devam etti ve 1874 yılının mali iflasına gelindi.
1874-75 yıllık bütçe geliri 25.104.928 lira olduğu halde borçların o yıllık bölümünün toplamı 30.000.000 lira civarında idi. Bu da o yılın bütçesinin borçları bile ödemeye kafi gelmediğini göstermekteydi. Bu iflas demekti. Sorun 1881'e dek bir çözüme kavuşamadı.
20 Aralık 1881 ya da 28 Muharrem 1299'da ünlü "Muharrem Kararnamesi" ilan edildi.
Muharrem Kararnamesi'nin 15. Maddesi hükümlerine göre Rüsum-u Sitte idaresi yerine Düyun-u Umumiye gelirlerini idare etmek üzere İstanbul'da bir "Düyun-u Umumiye-i Osmaniye" idare meclisi kurulacaktı. Bu yönetimin kuruluş biçimi, yetkileri ve çalışması ile ilgili olarak böyle bir komisyonun dahili hukuk sahasında mı yoksa devletler hukuku alanında mı inceleneceği konusu tartışmalar getirmiştir.
Bu komisyon gerçekte imparatorluğun mali haklarını zedeleyen, hükümranlık haklarına gölge düşüren ve mali yapıyı kontrol altına alan uluslararası bir yönetim biçimiydi. Adeta devlet içinde devletti. Bu idare kendi memurlarını dilediği gibi atama selahiyetini haiz idi. Nitekim Düyun idaresi 5000 kişilik bir kadro oluşturdu. Bu sayı 1912'de 9000 olmuştur. Konsey başlangıçta yalnız kendisine ait vergileri toplarken, daha sonra bir takım sınai ve ticari yatırımlara da girmeye başladı. Böylece Osmanlı Devleti'nin ekonomik iflası ve yabancı egemenliğine geçişi daha da hızlanmış oldu.

DOĞU-BATI ARASINDA

29 Ekim 1923'te genç Türkiye Cumhuriyeti ile Anadolu topraklarında yeni bir başlangıç yapıldı. Yeni Cumhuriyet başlangıçta radikal modernleşmeci bir tutum benimsemiş, dış politikada ise Batıya mesafeli bir tutum takınmıştır. Kalkınmada ise kendi yerli - milli kaynaklarına dayanan bağımsız bir model takip edilmeye çalışılmış ise de Mustafa Kemal'in 1938'de vefatından sonra herşey hızla eskiye dönmeye başladı. Ve antiemperyalist modernleşme projesinin yerini tekrar Batılılaşma aldı.
1950'lerde Türkiye Batı ittifakı NATO'ya girmenin bedeli olarak yüzlerce evladını Kore topraklarında bıraktı. Ondan sonra Batıcılık Türkiye'de durmadı. Ardarda gelen sağ ve sol hükümetler politikada kendi Batılılaşma versiyonlarını uygulamaya devam ettiler. Sol ya da sağ kitle partileri içinde bugüne dek ne Türkiye'nin NATO üyeliği ne de "Ortak Pazar'a (şimdiki AB) girişi tartışma konusu yapılmamıştır.

Türkiye'nin ABD ve AB ile ilişkilerinin siyaset, ekonomi, toplum ve ülkenin bekası açılarından neler getirip neler götürdüğü sonraki tarihçilerde çok tartışılacaktır. Ama birkaç yıl önce 300 milyar Dolar'ı bulduğu söylenen, bugün ise artık bir rakam verilmeyen borç, kimi hesaplara göre AB ile gümrük birliğinin her yıl 50 milyar Dolar ekonomimizden alıp götürmesi, ülke bütünlüğü ve toplumsal huzur ile ilgili artan kaygılar, ve nihayet Batılı güçlerin komşularımızla yürüttüğü - yürüteceği savaşlarda ülkemizi silahlı güçleri için üs olarak kullanması ve ülkenin böylelikle içine yuvarlandığı savaş tehlikesi bugünden bilinenler.
Dolayısıyla gelecek tarihçilerin hükmünü beklemeden şu genel yargıyı belirtmek sanırım insafsızlık olmaz: 1204 yılı Bizansı'ndan beri bu topraklarda Batıcılar her dönem zarar getirmişler ve onların zararını düzeltmek ülkenin yerli - milli güçlerine kalmıştır. İsterseniz bunlara Doğucular da diyebiliriz.
Türkiye, tatlı bir burjuva rehavetinin arasında yapılmış beylik tesbitle Doğu ile Batı arasında "köprü" değildir. Türkiye bu ikisi arasında yüzyıllardır en şiddetli mücadelelerin verildiği bir "cephe" ülkesidir. Mücadele her çağda değişik formlar alarak sürdü, ama hiç bitmedi; bugün de sürüyor. Sevindirici olan o ki, ülkemizde çeşitli meşrep, statü, sınıf ve kanaatten birçok insan Batıcı rüyadan uyanmanın vaktinin geldiğini farkediyor.
O halde bundan sonrasını konuşmalıyız.

DEVLER VE CENNET


Ünlü bir Yunan efsanesinde devler (gigant'lar) cennete saldırırlar. Cenneti bunlardan kurtarmak için muazzam bir savaş verilir. Efsaneye göre Tanrı Uranos, (Uranüs) onlara galebe çalmayı başarır ve cenneti ellerinden kurtarır.
Bugün de devler bu cennet gezegene saldırıyor. Bugün bunlara süpergüçler, gerici rejimler, çokuluslu şirketler, zalim otoriteler, köleci din kurumları, IMF, bankalar, vs vs. adı veriliyor. Bu devler biz insanların karşısında çok güçlüler ve onlara safi bilimsel ve laik bir "hümanizma" yardımıyla ve onun adına karşı çıkmak imkansız gibi.
İnsanüstüne karşı tabiatüstünün yardımı gerekiyor.
Bu nedenle "Allah'ın adını anmadan", ondan bir güç devşirmeden bu canavarlar sürüsünün karşısına kimse dikilemez. Dindışı bir hümanizma ehlinin iyilerinin son tahlilde "gönülleri dikilenlerden yana - kılıçları onlara karşı" olur. Acaba bu da ne kadar faydalı sonuç getirir?
Dolayısı ile, sırf pratik nedenlerle dahi işin içine Allah'ı dahil etmek gerekiyor. O zaman sormalı: Hangi Allah'a inanıyoruz?
Acele etmeyelim. Önce bunun bir oyun olmadığını; Tanrı'nın "eğlenmek için" hiçbir zorunluluğu yokken böyle bir arena, böyle bir oyun kurmadığını bilmeli; ya da desteğinin Cennet'ten cesaret vermekten öteye geçtiğini, gerçekten bizimle birlikte mücadele ettiğini bilmeli, buna inanmalıyız.
"Allah'ı bırakıp insandan konuşmak", ya da "meselenin niçin'ini bırakıp nasıl'ına bakmak" Batı uygarlığının seçimi idi. Padualı Marsilio'dan itibaren Batı, din ve Allah tartışmalarını kilisenin kuytu dehlizlerindeki keşişlere bıraktı, ve "bunlar dünyayı ilgilendirmez" dedi. "dünya'nın kendi gerçekliği" vardı, kilise gerçekliğinin yanında ve ona paralel. "Bu ilahiyat meseleleri aklın alamayacağı kadar kutsaldır" sözü, giderek "bunlar aklın ilgilenmeyeceği kadar önemsiz"e döndü. Reformasyon'la ilgili batı kültürel dönüşümünü inceleyen birçok tarihçi bu tesbiti yapıyor. Netice ortadadır. İstediğimiz bu Batı uygarlığı mıdır? Doğu onun basit bir taklidi mi olacaktır, yoksa ondan öte birşey mi?
Özetle: Doğu'nun elinde birşey söylemek ve olmak için Tanrı'sından başka birşey yoktur. Öbür türlüsünü batı yapmıştır ve yapmaktadır. Aynı şeyin taklidi gerekmez, aslı ortada iken. Öyle ise biz Tanrı fikrimizi tekrar gözden geçireceğiz.

Kuran'da Haşr Suresi'nde şöyle bir ayetle karşılaşırız:
"Öyle Allah ki O, ilah yok O'ndan gayrı! Melik, Kuddûs, Selâm, MÜMİN, Müheymin, Azîz, Cebbâr, Mütekebbir. Allah, onların ortak koşmalarından yücedir, arınmıştır." (59/23)

Allah'a nispetle "mümin" ne demektir? Geleneksel olarak "mümin" kendisinden emin olunan güvenilir şeklinde tefsir edilmiştir. Ancak "mümin" kelimesi tek bu ayette böyle açıklanmış, tüm diğerlerinde "inanan" olarak çevrilmiştir; kaldı ki "güvenilir" anlamına gelecek başka isimler de vardır. Örneğin: "el-Emin". Peki burada "Mümin" kelimesini bildiğimiz "İnanan" anlamında alsak ve devam etsek?

Eğer Allah "İnanan" ise varlık alemindeki ilk İnanan O'dur. İnanç kavramı ister istemez "din" kavramını da beraberinde getirir. Demek ki bir "Allah'ın dini" vardır. Bu kavram hep kullanılır ama burada birden anlamının değiştiği de açıktır. Peki o zaman "din" neyi telkin eder? "Allah'a inanmak" diyemeyiz; çünkü "Allah'ın Allah'a inanması" gibi aklen geçersiz bir olgu karşımıza çıkar. Yine de araştırmamızı sürdürelim. Din bir doğrular külliyatına inanmaktır. O halde bu doğrular nedir? Evrenin fizik ilkeleri bu kabilden olamaz; bu fizik doğrular "inanılan" değil ancak bilinen şeyler olur; bu insanlar için böyledir; evreni sonsuz bilgisiyle yaratmış Allah için haydi haydi böyledir. Gayb alemine gelirsek. Bu alemin gerçeklerini de onları Yaratan bilir; bu da O'nun için bir inanç meselesi değildir. Listeyi daha da uzatabiliriz ancak bence sonuçta geleceğimiz yer Allah'ın bütün bu yaradılmışları yaratmasına neden olan şeylerdir: Soyut ilkeler. O halde doğruluğuna inandığı şeyler soyut ilkelerdir: Sevgi, doğruluk, adalet, ilh. Bunlar hem O'nun ayakta tuttuğu, hem de bizim ayakta tutmamızı istediği ilkelerdir.

Ebu Zerr el-Gıfari'den rivayet edilen bir hadiste denir ki: "Ey kullarım! Ben nefsime zulmü haram ettim, onu sizin aranızda da haram kıldım: Öyleyse birbirinize zulmetmeyin." (Müslim, Birr 55, (2577); Tirmizî, Kıyamet 49, (2497)). O halde O'nun ahlakı ile ahlaklananlar adalet sahibi olur ve adaleti ayakta tutarlar.

Ancak ilkelerin en büyüğü sevgi ve merhamettir: "Ayetlerimize iman edenler, yanına geldikleri zaman de ki: Selam sizlere! Rabbiniz kendine rahmeti yazdı." (Kuran: Enam/54 - 6/54).

Hiç yorum yok: