26 Ocak 2013



KÖTÜLÜĞÜN KÖKENİ DOKTRİNİ:
LURİA VE SABBATİ KABBALASI İLE MAHAYANA BUDİZMİ’NİN “İNANCIN UYANIŞI” ESERİNİN KARŞILAŞTIRILMASI

Yevgeni A. Torchinov

Kötülük konusu her dini ve mistik - teozofik düşünce sistemi için temel bir sorundur. Hıristiyanlıkta bu problem bir seri tartışmanın nedeni olmuş, ve bir çok teodise sisteminin ortaya çıkışına yolaçmıştır (yani, sonsuz iyi bir Tanrı'yla onun yarattığı dünyada kötülüklerin birarada olabilmesinin açıklanması).

Bu ilahiyat sorununa en meşhur cevaplardan biri Leibniz’inki olup, o, Tanrı’nın mümkün olabilecek en mükemmel dünyayı yarattığı inancını savunmuştur. Kötülüğün insanın özgür iradesinin ve seçme özgürlüğünün sonucu olduğu savı da hayli popülerdir. Ama bu seçimin kendi gerekliliğini açıklamaz: Varlığın Kaynağı (yani Tanrı) sonsuz iyi iken, bir kötülük imkanı bu dünyada nasıl ortaya çıkmıştır?

Bazı teozofi yazarları kötülüğü açıklamak için, Tanrı’nın özünde karanlık ya da ahlaken kayıtsız bir temel varsayarlar. Rus düşünür Nikolay Berdyaev bu fikri geliştirmiş, ve Tanrı’dan önce karanlık bir asıl varsaymıştır; bu aynı zamanda Tanrı’nın da kaynağı ve kökenidir; bu kaynak kendini eşit ölçüde iyi ya da kötü olarak açığa vurabilir. Berdyaev bu tanrı - öncesi töze “meonik özgürlük” demiş (anlamı: “yoksal özgürlük”, “varlık-sız özgürlük”) ve bu anlamda Schelling’i izlemiştir. Schelling “Tanrı bizatihi (kendi zatıyla) kaimdir” sözünün anlamını Zat’ın Tanrı’dan (yalnız formel ve mantıksal olarak değil) aslen de farklı olduğu; O’nun içinde, ama O’ndan önce de varolduğu şeklinde yorumlamıştır.

Kabbala kötülük problemine herzaman ilgi ile yaklaşır. Kabbalacı gnostikler ve teozofistler, kural olarak, aynı düşünce çizgisini (ya da kalıbını) takip etmişler ve Boehme ve Schelling’in izleyicileri olmuşlardır. Dahası, Kabbalacıların aslında Hıristiyanlıktaki bu düşünce akımının asıl babaları oldukları bile söylenebilir; öte yandan Kabbala’nın Boehme ve Schelling üzerindeki etkisi tartışmaya açıktır. Yine de, Kabbalacı teozofi bu anlamda çok orijinal seçenekler sunar; böylece düalizmin (ikicilik) ve illüzyonizmin (hayalcilik) batağından kaçılabilir.

Kötülük problemine Kabbalacı yaklaşımın aşağıdaki özetinde kendimi Luria Kabbalası ile sınırlı tutacağım; bunun ana nedeni onun Kabbalacı hareketin tarihi seyri içinde oynadığı rol ve gnostik - teozofik sistemde kötülüğe verilen önemdir. Gazzeli Nathan’ın Sabbati Kabbalası’na birkaç kısa referans ilave edeceğim; bu eser temel ve paradigma olarak doğrudan Luria Kabbalası’ndan esinlenmiştir.

R. Hayyim Vital’ce de açıklandığı gibi, Luria Kabbalası öğretisi, gizli aşkın Mutlak’ın, Deus Absconditus’un (En Sof, Sonsuz, ya da “Or En Sof”- Sonsuz Nur) kendini kendi içine çekmesi gerektiğini savlar, ki böylece yaradılmışlara yer açılabilsin. Eğer En Sof herşeyse, eğer O sonsuz ve sınırsız ise, o zaman yaradılmış evrene yer kalmaz. Bu nedenle, En Sof ya da Sonsuz Nur, kendi merkezinden dışarı çekilerek içinde bir alanı “boşalttı” ve dünyanın yaradılışına yer açıldı.

Bu kendi içine çekilişin ıstılahi tabiri “zimzum”dur (tsimtsum). Asırlar boyu, zimzum’un değişik yorumları önerildi; aralarında lugavi, mit - şiirsel ve felsefi olanları vardır. Örneğin, kimi Kabbalacılar zimzum’u Tanrı'nın mahlukat lehine kendini sınırlaması olarak görürler  ([1]).

Şunu da not etmek önemli ki, Gazzeli Nathan, “Yaradılış Kitabı”nda (Sefer Ha Beriy’a), İlahi İrade’(de bir düalite (ikilik,) ya da çelişkinin olduğunu anlatır: Kendini çekmek ve yaratmak iradesi (“düşünen ışık”), ve ezeli ve saklı halini sürdürme, dolayısıyla geri çekilmeme ve yaratmama iradesi (“düşüncesiz ışık”).

Peki, bu ilahi içine çekilmenin nedeni neydi? Luria Kabbalası, İlahi İrade’nin kendi doğasının gereği, sonsuzdan beri En Sof’un sırrını açığa vurmak istediğini iddia eder  ([2]). Ama bu kosmogonik süreç için başka bir temel de vurgulanır. En Sof’un Kendi tabiatında varolan potansiyel kötülük köklerinden arınma gayretidir bu, kastedilen Sert Hükm’ün (din) ([3]) gücünün kökleridir.

Bu kökler somutlaştırılmalı, açığa çıkarılmalı, böylece En Sof için bunlardan kurtuluş mümkün olmalıdır. Mutlak bu köklerin bilincine varmalıdır, ki onlardan kurtulabilsin. Böylece yaradış sürecinin kendi, Sert Hükm’ün köklerinin somutlaştırılması sürecinde, düzen altına alınması, sınırlandırılması, ve çevrelenmesidir.

Böylece, denebilir ki, yaradış sürecinin (ve onun ilk aşaması olarak zimzum’un) muharrik gücü  Mutlak (En Sof) içindeki Sert Hükm’ün kötü köklerinden kendini kurtarma eğilimidir. Ama bu süreç, kendi doğası gereği, kötülük köklerinin zahire çıkışları, dolayısıyla bir imkan olmaktan vakıa olmaya dönüşümleri ile yakından ilişkilidir. Ancak Sert Hükm güçlerine varlık tanıyarak, Mutlak onlardan kurtulabilir, ya da onları hayır ve tenzih ilkelerine dönüştürebilir.

Bu fikir, Sert Hükm’ün güçlerinin (dolayısıyla kötülüğün) zahire çıkışı ve yaradılışın başlaması olarak ifade edilebilir: Yaradışın ilk aşaması olarak içe çekiliş, zimzum gelir. Ama her çekiliş ya da sınırlama Sert Hükm güçlerinin de bir işlevidir. Yani, bu güçler, zorunlu olarak, yaradılışa ilk başından beri karışırlar, ve bu müdahale, somut kötünün ortaya çıkışına gebedir. Dolayısıyla bu makalenin amaçları açısından aşağıdaki noktaları vurgulamak önemlidir:
1)      Luria Kabbalası’na göre kötülüğün kökleri (“din” güçlerince açığa çıkarılır) Mutlak’ta (En Sof) içkin ve onun derinliklerinde gizlidir.
2)      Yaradış süreci bu potansiyel kötülük köklerini açığa vurur.
3)      Bu din’in açığa vuruşu – tezahürü, zimzum ile yaradışın başlamasının temelini oluşturur.
4)      Yaradışın amacı “din” unsurunun (dolayısıyla kötü’nün) önce zahire vurulup, sonra bir “ilahi katarsis” (içini dökme) sürecinde giderilmeleridir.

Şimdi bu noktaları gözönünde tutarak konumuzla ilgili kimi Budist eserleri inceleyebiliriz.

İlk Budizm’de ve Theravada (Sthaviravda) (eskilerin yolu – ç.n.) geleneğinde kötülük problemi basit bir şekilde çözüme bağlanır. Kötü “acı çekme” – duhkha olarak anlaşılır, ve bu da “böyleliğin”  temel özelliklerindendir (bağlı diğer kavramlar “anitya” - sonsuz olmama, tutarlı olmama, ve “anatma” – tözsüzlük, ya da tözden yoksunluk – “ego”). Kısaca, ilk Budizm kötülük olgusunu “böylelik” halinde varoluşun temel bir arazı olarak göstermiştir. Aynı zamanda duyu sahibi varlıkların acı çekmesinin ve doğum - ölüm dairesi (samsara) içinde döngüsel varlıklarının nedeni de incelenmiş, ve bunun cahilce etkilenme ve arzular, ya da kirlenme (klesa) olduğu söylenmiştir. Dahası, Abhidarma metinlerinde (Vasubandhu’nun ünlü “Abidarma Külliyatı”, Abidharma kosa, 3. bölüm, Loka nirdesa, “Dünya’nın Tezahürü”) Üçlü Kosmos (traya lokya) bile, bir önceki kozmik dönemin (kalpa) yaşayan varlıklarının yaptıkları toplu etkinin sonuçlarının somutlaşması (“maddeleşmesi”) olarak anlaşılmıştır. Başka hiçbirşey değil, yalnız klesa’lar (saklı, içkin hallerinde etkilenme ve tutkular) her kosmik dönemin başlangıcında evrenin maddesel temelini oluşturur. Ve bu evren yalnız, her varlığı acı dolu samsara varoluşuna sokan ezeli arzu ve şehvetlerin, Etkileşimli Varoluş Kanunu'na (pratitya samutpada) göre oluşan bir tezahürüdür. Ve samsara’nın bu “kötü” özelliği Budizmin doktrin temellerinde de doğrulanır; yani Dört Soylu Gerçek’te:
1)      Her varoluş acı doludur / tatminsizdir
2)      Arzu ve tutkular acının sebebidir
3)      Acıdan uzak bir hal (nirvana)  vardır, ve
4)      Samsara’dan kurtuluş ve Nirvana’ya eriş yolu (Sekiz - katlı Soylu Yol) vardır.

Ancak cahilce istek ve etkilenimlerin temelinin ne olduğu sorulmaz. Bu sorunun aslında yanlış olduğu da öne sürülür, çünkü samsara’nın döngüsel varlık özelliği başlangıçsızdır: İlk dönem Budizmi yalnız tin’in şimdiki halinin analizi ile ilgilenmiş ve bilincin (vijnana) temellerini ya da kaynağını sorgulamayı düşünmemiştir.

Mahayana (büyük vasıta) Budizminde durum çok değişir. Budizmin Mahayana okulları (örn. Yogacara ya da Vijnaptimatra) bilincin ve samsara varoluşunun köklerini bulmayı da denemişlerdir. Yogacara’cılar ünlü bir prensip ortaya atarak, samsara’nın her üç aleminin bilinç (vijnana, citta) ve onun halleri (Vijnapti, caita) olduğunu söylemişlerdir. Eğer samsara bilinçten başka bir şey değilse, bu demektir ki, bilincin kökleri aynı zamanda samsara’nın kökleridir. Yogacara’cılar, tüm samsara tecrübelerinin temeli olarak bir “alaya vijnana” (birikmiş bilinç) seçeneği ileri sürdüler. Şu da vurgulanmalı ki, klasik Yogacara’da bu birikmiş bilinç, tecrübe edilen alemin c oluştuğu cevher ya da madde olarak anlaşılmaz. Yogacara’cılar sıksık “akarsu”yu alaya vijnana’yı tasvir için örnek verirler: o saf bir süreksiz, hatta anlık tabiatler ardıllığıdır. “alaya vijnana”nın Tibetçesi “sems khun gzhi”dir; “anlamı herşeyin kökü olan bilinç”tir. Alaya vijnana kavramı samsara’nın doğasını açıklamakta yeterlidir, ama son kurtuluşun, Nirvana ve Aydınlanma’nın, daha doğrusu Budalığın yüce mevkiine varmak için  Uyanış’ın (bodhi) doğasını açıklamakta çok yetersiz kalır.

Bu eksiklik “Tathagatagarbha” doktrini ile düzeltilir ve bu yazı için onun incelenmesi zaruridir. Thatagata (Böyle Gelen) Buda için en sık kullanılan sıfatlardandır. Sanskritçe olan “garbha”nın çift anlamı vardır. İlk anlamı, embriyo, cenin’dir. İkinci anlamı cenin’i kapsayan, yani rahim’dir. İlk anlamıyla Tathagatagarbha Budalığın rüşeym ya da cenin halidir; bu yalnız bizim (ve herhangi bir duyusal varlığın da) kendi asli tabiatımızda  içkin değildir; bu tabiatı yapar da (her varlık bir potansiyel Buda’dır, müstakbel Buda). ikinci anlamında Tathagatagarbha Bir Zihin’dir; Mutlak Zihin (eka Citta), tüm varlığı kucaklar; hem samsara hem nirvana’nın cevheridir. Bu Mutlak Zihin’in dört soylu özelliği vardır ve bunlar samsara’nın özelliklerine aykırıdır:

Samsara süreksiz (anitya), acı dolu (duhkha), töz’den yoksun (anatma) ve kirli (asubha) iken, Tathagatagarbha sürekli (nitya), mutluluk dolu (sukha), töz ya da Öz (atma) sahibi, ve saftır (subha). Bu Mutlak Buda - Zihni aynı zamanda her bilinç halinin de tabiatıdır; örneğin suyun her dalganın tabiatı olması gibi.

Burada, Aydınlanma / Uyanış sorunu çözülür: Bu bizim kendi iç tabiatımızın gerçeklenmesidir, ve o da Buda tabiatıdır. Ama samsara’nın sonsuz acılar ve kederler zinciri yeni bir anlam kazanır. Eğer her varlığın tabiatı (Budist terminolojide her “dharma”nın tabiatı) mutlak mükemmel, ışıklı ve aydınlanmış ise nasıl oluyor da samsara (koşullu ve nisbi bile olsa) varoluyor? Samsara döngüsünün ve onun kötülüklerinin nedeni nedir? Kısaca konuşursak, Budist Mahayana düşünürleri burada teodise’ye (kötülük problemi) yakalanırlar.

Kötülüğün (ve samsara’nın) temeli üzerine en detaylı ve açık araştırmaya “Mahayana sraddotpada sastra”da (Çince “Da sheng qi xin lun” – “Mahayana’da İnancın Uyanışı”) rastlıyoruz. Bu metin bugün yalnız Çincede bulunmakta olup, yanlış olarak 1. y.y. Hint yazarı Asvaghosa’ya nisbet edilir. Aslında Çin’de 6. y.y.da yazılmıştır. Budist geleneğe uygun olarak 550’de ünlü Hintli Budist rahip ve çevirmen Paramatha (499-569) tarafından Çinceye tercüme edilmiştir. Ancak, eserin Paramatha ya da onun Çinli talebelerinden biri tarafından Çince olarak yazıldığı konusunda kuvvetli şüpheler vardır, çünkü metin suni olarak Hint teorik metinlerini taklit eder. Bu şüphelere ek bir nokta da, bu eserden hiçbir Hintçe Budist metninde alıntı yapılmamış olmasıdır; eserin Tibetçe bir tercümesi de yoktur. 7. y.y.ın ünlü Çinli gezgin ermişi Xuanzang, rastladığı Hintli alimlerin böyle önemli bir metinden habersiz olmalarına o kadar şaşırmıştı ki, oturup metni Çinceden Sanskritçeye tercüme etti.

“Mahayana’da İnancın Uyanışı” (kısaca: Uyanış) Doğu Asya’da (Çin, Japonya, Kore ve Vietnam) Budist geleneğin en önemli metinlerinden biri haline geldi; Uzakdoğu’nun Budist okullarının (örn. Tiantai, Huayan ve Chan / Zen) ve onların doktrinlerinin oluşumunda çok güçlü bir etki yaptı.

Teorik açıdan eser Tathagatagarbha teorisinin en yüksek noktasını ve Yogacara doktrinleriyle (en önemlisi “alaya vijnana” ya da “birikmiş zihin”) bir sentezini ifade eder. Böylece “Uyanış” her iki doktrininin de güçlü yanlarını alır: Samsara’nın kökenleriyle ilgili Yogacara doktrini ve Aydınlanma ve Buda -Tabiatı üzerine Thatagatagarbha öğretileri.

Burada, bu doktrin sentezi ve içeriğini incelemeye çalışacağız. Şunu vurgulamak önemlidir: “Uyanış” tek gerçekliğin ilksel varlığını ilan eder (“tathata” ya da “Böylelik”, ve bu Bir Zihin’dir – ekacitta, yi xin). Bu Mutlak, bizim aşkın gerçeklik düşüncelerimizden ari, ama kendi içinde boş değildir. Sayısız iyi özelliğin doluluk ve taşkınlığıdır. Yine de, yalnız bu Böylelik samsara’nın ve bütün onun acılarının, aynı zamanda nirvana’nın ve onun mutluluğunun da kaynağıdır. “Uyanış” der ki:

“Başlangıçtan beri, Böylelik kendi tabiatı içinde tüm iyi özelliklerle donanmıştır; yani büyük bir bilgeliğin ışığı ile, tüm evreni aydınlatma yetisi ile, kendi tabiatını tam kavrayış ve saf zihin ile; sonsuzlukla, mutlulukla, Özle, ve saflıkla, yenileyen tazelikle, değişmezlikle ve özgürlükle. O tüm bu kamil özelliklerle donanmıştır, ki bunlar Ganj nehrindeki kum tanelerinden çoktu. Öte yandan bunlar, Böylelik’in özünden bağımsız, ayrıya da farklı değildirler; bunlar Budalığın mantık -üstü arazlarıdırlar. O tüm bunlarla donanmış olduğundan, ve hiçbirşeyden yoksun olmadığından ona Tathagata -garba (Gizli olan), ve aynı zamanda Tathagata Darmakaya’sı denir.”

Eser ila eder ki, Mutlak Zihin, (Böylelik)iki yüze sahiptir: Aydınlanmış yüz, Aydınlanmamış yüz.

Asli Aydınlanma (Asli Uyanış, ben jue, kelime anlamıyla “kök uyanış”) Zihin’in bir tözüdür ve o kavramsal farklılaştırıcı düşünmeden arınmıştır. Sanki herşeyi kaplayan sonsuz boş uzay gibidir; ve O “ansız Biri”, Buda’nın mutlak vücududur (dharmakaya, fa shen).

Aydınlık -olmama (bu jue) da asli Aydınlanma’dan kökenini alır; ikincil ve tözsel almayan tabiattır. Yine de, onun empirik (deneysel, tecrübi) varlığı, yaşayan varlıklar (insanlar) için, zihni meditasyon pratikleriyle kendi tözsel aydınlık tabiatlarını tanımaya götürmesi açısından gereklilik oluşturur. Bu tür, yani empirik (deneysel) olarak Budist Yoga’nın meditatif pratikleriyle kazanılmış Aydınlanma’ya “başlangıcı olan Aydınlanma” (shi jue) denir.

Asli Aydınlanma, içkindir, ama aydınlık -olmama arızidir. İkincisi bu aynı asli aydınlanmanın vaki olmamış (gerçekleşmemiş) halidir. Yani, insan aslen aydınlanmış ve kurtulmuştur, ama yine de acı çeker, çünkü aydınlanmış ve kurtulmuş olduğunu farketmez ve kör ve inançsız bir adam gibi devam eder, aydınlanma ve kurtuluşu başka yerlerde arar. Temel şu ki, eğer insan aslen aydınlanmış ve kurtulmuş olmasaydı, onun sonradan da aydınlanma ve kurtuluşu erişme ümidi yoktu.

Sonradan kazanılan Aydınlanma da, tam ve mükemmel haliyle asli Aydınlanma’nın öz ve cevher olarak aynısıdır. Budalığa erişecek Boddhisatva pratiklerinin (bhavana)  form ve türleri ile aşamaları detaylı olarak Uyanış metninde açıklanır.

Aydınlanmamış yüz, tabiatını, birliği yani Böyleliğin Gerçek Tabiatını  anlamamak ve ondan görünüşte bağımsızlık şeklinde ortaya koyar. Bu bilgisizlik farklılaştırıcı düşüncelere neden olur; sonra da özne -nesne ikiliğine yol açar, tutkular ve arzular gelir, ve son olarak samsara varoluşunun her acısı ortaya çıkar. Yine de, bu bilgisiz düşüncelerin kendi başına bir varlığı yoktur. Bu nedenle “onlar gerçek Aydınlanmadan bağımsız değillerdir”. Ve hem Uyanış şarihleri, hem de bu eserin doktrinine felsefi bağlılık taşıyan Budist düşünürler Mutlak’ın bu yüzünü resmetmek için asli Aydınlanmayı temsil eden beyaz bir dairenin içine siyah bir nokta koyarlar (Zongmi (780-841) de ünlü “Chan Önsözü”nda böyle yapmıştır).

Metin, ayrıca Aydınlanma ve Aydınlanmama ilişkileri problemi ile uğraşır. İki tür ilişki inceler: kendini bilmek, kendini bilmemek. Her olayın temelde kendi Böyleliğinden farklı bir aslı yoktur; tıpkı her tür çömlek ve seramik parçasının aslında kilden, yani aynı tabiattan oluşu gibi. Bu nedenle büyüye benzer görüntüler bile (maya, huan) kökeninde ve aslen Mutlak Zihin’in ve O’nun Böyleliğinin içkin tabiatını taşırlar. Burada Uyanış yazarı temel bir dini eser olan “Bilinmeyen Sutra”ya atıf yapar:

“... tüm duygulu varlıklar içsel olarak sonsuzluğu çeker ve nirvanaya girerler. Aydınlanma hali, pratikle kazanılan ya da yaratılan bir şey değildir. Sonuçta o kazanılmazdır (çünkü baştan verilmiştir).”

Kendini bilmemek arızi bir tabiattır; farklı çömleklerin farklı şekilleri olması gibi. Bu nedenle, deneysel olarak, samsara’nın hayalleri vardır. Böyleliğin Gerçeği ile samsara’nın hayali fenomenleri arasındaki farklar, duygulu varlıkların ve onların Gerçek’in doğası hakkındaki etkin bilgisizliklerinin kirli bilinci ile uyum halindedir.

Ve, denebilir ki, duygulu varlıkların bu bilgisiz bilinçleri kendi nisbi tözsel -olmayan varlıklarını Bir Zihin’in aydınlanmamış yüzüne borçludurlar; o da, dönerek, duygulu varlıkların aslen varolmayan sapmış bilinçleri sayesinde varolur (svabhava, zi xing).

Şimdi, Bir Zihin’in aydınlanmamış yüzünün işlevi sonucu ortaya çıkan samsara tezahürünün oluşum yolunu inceleyelim.

Uyanış, samsara’nın ortaya çıkışı için üç aşama tanımlar:
1)      Zihin’in aydınlanmamış yüzünün varlığı onda kargaşaya neden olur, ve bu kargaşa bilgisizlik eylemidir. Bu eylemin sonucu acıdır (tam keder, ya da kaygı; duhkha)
2)      Kargaşa, Böyleliğin birliğini yokeder. Sonuçta deneysel olarak algılayan özne varlığa çıkar.
3)      Deneysel nesneler dünyası, algılayan özne nedeniyle kendi hayali varlığına erişir. Nesneler varlıklarına ancak özne ile ilişkileri bağlamında sahiptirler. Algılayan özneler olmasa, algılanan nesneler de olmaz. Özne ve nesneler asli bir tabiatten yoksundurlar. Varlıkları ancak Böyleliğin tözsel olmayan aydınlanmamış yüzüne nisbetle -izafeten’dir; ve onun yanlış tabiatınca koşullandırılır. Böylelik haliyle Zihin, gerçek tabiatı gereği sakin ve özne -nesne ikiliğinin ötesindedir.

Üçüncü aşamada zihin nesnelerin karakterleri tarafından koşullanır. Bu aşamada aşağıdaki altı görünüşü üretir:
1)      Nesneler dünyasının yanlış algılanmasına bağlı olarak özne sevme -sevmeme ayrımı yapan aklı kazanır.
2)      Sonra bilinç nesneler dünyası ile bağlantılı zevk ve acının farkına varır. Bu farkındalık durdurulamaz, süreklilik kazanır.
3)      Bilinç sapmış fikirlerini nesneler dünyasına giydirir ve sevdiği şeylere tutkun olur.
4)      Ayırımlar ve zihni yapılanma (vikalpa, fen bie) aşaması. Nesneler bağlanan bilinç bir kelime ve kavramlar bağlı bir analitik yetenek geliştirir, ki bunlar da aslında anlamdan yoksundurlar. Kelimeler ve kavramlar sapmış bilinçte gerçeğin yerine geçerler.
5)      Zihinde yaratılan bu kelime -kavram simgelerine bağlılık her tür kötü karma’ya yolaçar (ye); bilinç bir doğum -ölüm çemberinin tutsağı olur.
6)      Bilinç karmanın meyvalarından acı çeker ve artık özgür değildir. Böylece, bilincin her tür kirli hali bilgisizlikten doğar, ve bilgisizlik kendi hayali varlığını aydınlanmamış yüzden alır; bu ise Böylelik’in nisbi, geçici yüzüdür.

Samsara’nın ortaya çıkışı sürecinin başlamasını tarif eden Uyanış, “vasana” kelimesini kullanır (xun xi); bu bir Yogacara terminolojisidir. Buradaki anlamı “birşeyin içine sızabilen etki ya da eylem” demektir. Samsara’nın başlangıcı konusunda söylenebilir ki, kaynağını Böylelik’in Aydınlanmışlığından alan aydınlanmamışlık, bilgisizlik doğurur, ve bu ise kirli halin ana sebebidir ve sonuncusu Böyleliğin tözü içine sızar. Ve bu sızma (vasana) sapmış bilincin ortaya çıkışının nedenidir. Böylelik’in temel prensibi , henüz “başlangıcı olan Aydınlanma”da gerçekleşmemiş iken, sapmış bilinç, duyular ve aklın kuruntusu olan nesnelere dayanmaya devam eder. Bu nesneler, dönerek, sapmış bilince sızarlar ve “sapmış aklın kendi fikirlerine bağlanmasına, çeşitli karma üretmesine ve her tür ruhsal ve fizik acı çekmesine neden olurlar. Bu sürece ancak Aydınlanma ile bir son verilebilir; o da psiko -pratik zihin eğitiminin bir sonucudur; temelde asli Aydınlanma ile aynı şeydir, Gerçek’in tabiatının böyle olduğu gibi.

Uyanış, kurtulmuş aydınlanmış aklı nasıl tanımlar? Burada metin Budist metinlerde çok popüler misaller olan “dalgalar ve su”yu kullanır. Aşağıda metinden iki önemli alıntı vardır:
1)      Her zihin ve bilinç durumu (laksana) (aydınlanmamışlığın etkisi altında) bilgisizliğin sonucudur. Bilgisizlik ise Aydınlanmadan ayrı varolamaz; bu nedenle varlığı yok da edilemez (çünki kimse olmayan birşeyi yok edemez), ve yine onun “yokluğu da yokedilemez” (bu durumda olduğu gibi kalır). Bu denizin suyu ile (aydınlanma) dalgalar (zihin durumları) arasındaki ilişki gibidir; suyu rüzgar (bilgisizlik) karıştırır; dalgalar (zihin durumları) oluşur. Su ve rüzgar ayrılamaz, ama su özünde hareketli değildir, ve eğer rüzgar durursa dalgalanma da durur. Ama suyun su hali değişmez. Aynı şekilde, insanın Zihni, aslen arınmış olarak, bilgisizlik rüzgarınca karıştırılır. Hem Zihin, hem bilgisizlik özel formlara sahip değildir; birbirinden ayrılamaz. Ama zihin aslen hareketli değildir, ve bilgisizlik biterse, o zaman (sapmış eylemlerin) ardıllığı da biter. Ve bilgeliğin asli tabiatı (Zihin’in tözü, suyun su özelliği gibi) yokolmadan kalır.
2)      Soru: Eğer zihin sona ererse, onunu ardıllığı ne olur? Eğer zihnin ardıllığı yok ise, onun nihai duruşu nasıl açıklanır?
3)      Cevap: “Durma” diye adlandırdığımız şey, (sapmış)  zihnin işaretlerinin sonlanışıdır; onun tözünün sonlanışı değildir. Yine rüzgar örneğinde olduğu gibi, suyun yüzeyini takiple, o kendi hareket işaretlerini bırakır. Eğer su yok olsaydı, rüzgarın işaretleri de giderilecek ve rüzgar (hareketini üzerine resmedeceği) bir dayanağa sahip olmayacaktı. Ama su yok olmadığından, rüzgarın işaretleri devam edebilir. Ne zamanki rüzgar biter, onun hareketinin işaretleri de biter. Bu suyun bitişi demek değildir. Yani ancak bilgisizliktir ki, onun etkisiyle Zihnin tözünde hareketlenme olur. Eğer Zihnin tözü bitecek olaydı, herşey son bulur ve buna kimse engel olamazdı. Ama töz bitmemekte, zihin devam etmektedir. Ancak ahmaklık bitmekte, ve zihnin (ahmaklığının) işaretleri bitmektedir. Zihnin Bilgeliği (töz) bitmez.

Bu nedenle, denir ki, Aydınlanma bilgisizlik rüzgarlarının denizin yüzünde üflemesini durdurur. Deniz, (Mutlak Zihin’in öz tabiatının bir tasviridir) değişmez, tabiatı aynı kalır, Tek Zihin’in derinliklerinden köken almış olan bilgisizlik rüzgarınca (avidya, bu jue) oluşturulan, yalnızca arızi ve temelde gerçek olmayan dalgalar (samsara’nın döngüsel varoluşu), sona ererler. Bunun anlamı, Aydınlanmış zihin için nesnelerin tüm varlık kategorilerinin ortadan kalkması demektir. Ve bu kamil Aydınlanmış Zihin için artık aydınlanmamış yüzün siyah noktası artık yoktur. Bu bir “düzeltme”dir; ya da Böylelik’in “katarsisi” (= içini dökmesi, ç.n.). Aslında baştan beri olduğu halini alır: Dual (iki) olmayan, ışık saçan, mutlak Tek Zihin; O’nda Dharmakaya olan Buda’nın sayısız iyi ve mükemmel sıfatları vardır. Bu Uyanış’ta şöyle sunulur:

Gerçekte, maddi nesneler yoktur, çünkü tüm nesneler zihinden köken alırlar. Ve maddi nesneler varolmadıklarından “boş uzay” uğraşı gerektirmez. Tüm nesneler zihinden gelirler; hayaller ortaya çıktığında (gerçek zannedilen nesneler) belirirler.  Zihin sapkın eylemlerinden kurtulunca  tüm (gerçek sanılan) nesneler kendiliklerinden kaybolur. (Gerçek olan) Tek ve Gerçek Zihin’dir, heryerdedir. Bu Tathagata’nın büyük ve geniş bilgeliğinin son anlamıdır.

Uyanış’ın, samsara’nın kötülüklerinin kökeni ve onlardan kurtuluşla ilgili en önemli öğretilerinin incelenmesinden sonra, konuya Mahayanacı ve Kabbalacı yaklaşım tarzlarını analiz ve kıyas edebiliriz:

Uyanış’ın kötülük problemine yaklaşımında, Luria Kabbalası’nda sözedilen yaklaşımlarla karşılaştırılabilir bir seri özellik buluyoruz.
1)      Her iki öğreti de kötülüğün köklerinin Mutlak’ın kendinde olduğunu savlarlar. Luria Kabbalası’na göre bu kökler “din”in (Sert Hükm) potansiyel güçleridirler; aşırı büyüme ve Rahmet’in güçlerinden ayrılışlarını “gellipoth” ya da “kabuklar” olarak bulurlar. Bu nedenle, varlığın karanlık yüzü de gizli olarak Mutlak'ta içkindir. Uyanış’a göre, kötülüğün ve samsara döngüsel varoluşunun tüm acılarıyla birlikte temeli Mutlak’ın aydınlanmamış yüzünden çıkar (Işıklı Tek Zihin olarak Böylelik); O’nun ikincil ve arızi bir tabiatı daha vardır, ama yine de duygulu varlıkların deneysel bilincinin tüm bu kirliliklerinden sorumlu değildir.
2)      Yaradış süreci, kötülüğün köklerinin somutlaştırılması ya da tezahürü olarak görülür. Luria Kabbalası’nda, Mutlak’ın Asli Sonsuz Işığının (“Or En Sof”) yaradış eyleminin ilk aşaması kendine çekiliştir (zimzum); yani kendini sınırlama. Ve her sınırlama “din” güçlerinin (ki onlar kötülüğün de kökenidirler) açığa çıkışı olarak görülebilir. Bu nedenle, kötünün tezahürü (açığa çıkarılması) bu anlamda yaradışın ana karakteristiğidir. Uyanış’ta samsara’nın çıkışının ilk noktası Mutlak’ın aydınlanmamış yüzünden köken alır. Bu bilgisizlik kendini ayırımcı düşünce ile açığa vurur, ve o yanlış olarak kendini Böylelik’in tözünden farklılaştırır. Bu sürecin devamında bir özne -nesne karşıtlığı ve çeşitli tutkulara giden bir zihni yapılanma ya da serap ortaya çıkar.
3)      Yaradış süreci yalnız kötülüğün tezahürü süreci değildir. Mutlak böylece kötünün potansiyel köklerinden kurtulur; bu anlamda Mutlak’ın “katartik” (içini dökme) eylemi olarak anlaşılır. Luria Kabbalası’nda bu İlahi katarsis (içini dökme) süreci “tikkun” (varlığın ihyası) ile sonuçlanır. Bazı Luriacı Kabbala nüshalarına göre, kötülük güçleri ya da “gelippoth”, Işık güçlerinden tamamen yoksun, ve bir “artık ürün” olarak Tanrısallık Tözü’nden temizlenmelidir; bazı diğerlerine göre, onlar Tenzih’in güçlerine dönüştürülerek İlahi Işıklar Aleminde sürdürülmeye değer hale getirilmelidir. Uyanış’ta, samsara’nın varlıkları, kendi asli Buda varlıklarının etkisiyle Aydınlanma’ya varırlar; bu da Mutlak içindeki aydınlanmamış kara noktanın kesin giderilmesi ve O'nun tam Aydınlanması ile sonuçlanır. Metin açık olarak, samsara’nın ortaya çıkışı ve deneysel varlığının “katartik karakterinden” sözetmez; ama bu kolayca varsayılabilir; çünkü Asli Aydınlanma'dan hareketlenen, asli olmayan aydınlanmamışlıktan geçen ve deneysel Aydınlanma’ya vararak tam ;Aydınlanmayla sonuçlanan sürecin yapısı, bilgisizlik gölgesinin nihai olarak giderilmesidir.

Yine de, bu iki mistik teozofi arasında, kötünün tabiatını anlama ve onu giderme yolları ile ilgili çok önemli ve teolojik olarak temel ayrımlar vardır. Öte yandan onlar, Ahd-i Atik dünya görüşünden temellenen Luria Kabbalası’nın ile geleneksel Hint düşünce tarzıyla yakın ilişkili Mahayana Budizmi’nin temel kendine özgülükleri ve soteriolojik (inayet felsefesi) yaklaşımlarının anlaşılması açısından da önemlidirler.

Herşeyden önce şu vurgulanmalı ki, Luria Kabbalası’nda dünya sürecinin sonu “tikkun”, yani temiz yaradılışın kendi kamil ve kirlenmemiş haline geri dönüşü, ve hatta İlahi Bereket içinde kayboluşudur. Uyanış’ta Aydınlanma, tüm özne -nesne ilişkilerinin ve bu çetrefilli dünyanın sona eriş hali dir: Zihin kendi içkin tabiatına geri döner, ve bilgisizlik rüzgarının oluşturduğu dalgalar (dünya) görünmez olur, ortaya Sonsuzluk Denizi’nin sakin yüzeyi ya da Zihin’in gerçek ve sakin kendi -tabiatı çıkar. Bu nedenle yaradılmışlara Luria Kabbalası’nın yaklaşımı (Mutlak’ın derinliklerinden gelen çetrefilli dünya) ontolojik olarak iyimser, ama Uyanış’ınkisi kötümserdir.

İkincisi, yaradış sürecinin evrimi iki sistemde farklıdır: Bir Zihin’in / Böyleliğin fenomenler dünyasında kendini açışının muharrik gücü sapkınlıktır; ve ancak tam Aydınlanma ile bu sapmanın etkileri (Böylelik’in aydınlanmamış yüzünün etkisi ve evren - Samsara'nın üç alemi) ortadan kalkar. Öte yanda Luria Kabbalası'nın buna denk düşen tutumu daha karmaşıktır. Burada, potansiyel kötü'nün gölgesi yaradış sürecine başından itibaren katılır, ama bu yaradılış aynı zamanda İlahi Açılış’ın olumlu değerde bir eylemidir. Hatta Moshe Hayyim Luzzato der ki, Mutlak En Sof Kendi mutlak ilmini ve kudretini de terketmek zorundaydı ki, bu mekan ve zamana bağlı dünya oluşabilsin. Mutlak tabiatı gereği değişmezdir (Aristo’nun söylediği gibi); bu nedenle , dinamik bir yaradılış haline erişmek için Mutlak, mutlak olmaktan vazgeçmiştir.

Yukarıdaki farklılıkları özetlersek, Gazzeli Nathan’ın metaforları olan düşünceli ve düşüncesiz Işıklar’ı kullanmak daha iyi olur. Düşünceli Işıklar, yaratmak isteyen Tanrısal İradeyi , düşüncesiz ışıklar, O’nun ilksel sükunetinde saklı ve gizli olarak kalma isteğini simgelerler; yaradılış kötülük güçlerinin tezahürü ve hatta Mutlak’a başkaldırmasıdır. Luria Kabbalası ve Uyanış’ta bu problemi karşılaştırmaya devamla, birincisi daha çok düşünceli Işıklar yönünde tutum alırken, ikincisi düşüncesiz Işıklar yönünde tutum almaktadır.

Ve son olarak, bu iki sistem fikirlerini açıklamak için hayli farklı bir dil kullanmaktadırlar: Luriacı ve Sabbati düşünürlerininki gnostik, mitsel -şiirsel bir dil olup, hayli açıktır, Uyanış’ınki ise felsefi ve spekülatiftir; bu metni Budist skolastisizm içinde ki geleneksel metinlere sokar. Dahası, şunu da not etmeli ki, Kabbalacı mistisizmin geniş kültürlerarası araştırmalar çerçevesinde incelenmesi problemi  çok önemli olup, bu metin belki de bu yolda atılmış ilk adımdır. Ama eski bir Çin atasözü der ki: “Onbin millik yola bir adımla başlanır.” Ve eğer bu adım burada atılabilmişse, yazar kendini görevini yerine getirmiş sayabilir.

Kaynak:


Dipnotlar:
=================



[1] ) Benzer düşünsel öğelere İslam’da pekçok düşünürde, örneğin İkbal’de rastlanır. (ç.n.)

[2] ) İslam geleneğindeki “Ben bir gizli hazineydim …” sözünün aynı –ç.n.

[3] ) İbranice kelimenin buradaki anlamı, aşağı, Arapçadaki “deyn”, “dun” karşılığı

Hiç yorum yok: