Bölgeyi kan ve ateşe boğan zalimlerle ittifak ederek ve onların istekleri doğrultusunda bir düzen için, güç ve hakimiyet peşinde koşmak mukaddes midir?
Modern medeniyetin sonunu ilan eden ve postmodern bir barbarlığın başladığını savunan kitabı "20. Yüzyılın ve Modern Çağın Sonu"nda Macar asıllı Amerikalı düşünür John Lukacs, birçok şeyin yanısıra ata memleketi Macaristan'a demirperdenin yıkılışından sonra yaptığı seyahatte gördüklerini ve yaşadıklarını da anlatır. Doğu Avrupa'da o sıra milliyetçi ideolojiler patlama halindedir. Macar milliyetçilerine Lukacs şu basit soruyu sorar: Milliyetçiliğiniz kıyamette sizi Tanrı'nın daha çok sevmesini ve cennetine kabulünü sağlayacak mı?
Muhatapları afallar. Böyle birşeyi daha önce hiç düşünmemişlerdir. Gerçi onlar kadar Lukacs'ın da bu soruya net bir cevabı yoktur, ama bu sorunun kıymetinden birşey kaybettirmez.
Macar ve diğer Doğu Avrupalı küçük ülke milliyetçileri için büyük amacın kendi ülkelerinin kurtuluş ve bağımsızlığı olması yeterli olabilir. Ama daha doğuya, Rusya ve Türkiye'ye gelindiğinde parlak bir geçmişin mirası daha büyük hayaller bu havza insanlarını hala etkilemeye devam eder: İmparatorluklar kurmak ve iklimler üzerinde hüküm sürmek. Ama bu hayal bile yeterince büyük müdür? Ya da bunun için bir ömür vermeye değer mi?
Acaba aynı soruyu burada da sorsak mı: Bir imparatorluk kurmak ve iklimler üzerinde hükmetmek için ömrünüzü adasanız kıyamet günü Yüce Allah sizi sevecek, günahlarınızı bağışlayacak, Cennetine kabul edecek midir?
Hangi amaç kalıcı, hangisi ya da hangileri geçicidir?
Bu konuya ileride tekrar değineceğiz. Şimdi başka bir önemli konuya girelim.
İslam tasavvufunda çok kıymet verilen bir rivayet vardır: İslam peygamberi Uhud savaşından dönen yoldaşlarına şöyle der: "Şimdi küçük cihattan büyük cihada dönüyoruz." Neredeyse tüm tasavvufun temel edindiği bu rivayet neyi anlatmaktadır? Kimi sorularla bir yorum denemesine konuyu açalım:
Din için mücadele etmekten ve zalimlere kılıç çekmekten daha yüce ne olabilir? Ya da soruyu değiştirirsek, din için mücadeleyi dahi anlamlı hale getiren daha yüce amaç nedir?
Ortadoğu'nun tüm dini geleneklerinin üzerinde uzlaştığı "mebde"ye (başlangıç öyküsü) göre insan yeryüzüne Allah'ın vekili (halifesi) ve görevlisi olarak kendinin ve Rabbinin düşmanı olan Şeytan'ı altetmek ve yeryüzünü Şeytan'ın ifsadından kurtararak imar ve ıslah etmek amacıyla gönderilmiştir.
Bu anlamda tüm yeryüzü bir mücadele alınıdır; uğraş bunun içindir.
Ama bir müddet sonra Şeytan ona yeryüzünü çok güzel göstermiş, insan onun büyüsüne kapılmış, burasının geçici olduğunu, asıl görevini, kendini göndereni, kısacası kendini unutmuştur.
Ona her unutuştan sonra aslolanı hatırlatan peygamberler gönderilmiş, insanoğlu onların getirdiği mesajın arıtıcılığında dirilip kendine gelmiş, ama kısa süre sonra tekrar Şeytan'ın aldatışına kanmış, gönlünü teslim etmiş, asıl amacı olan yeryüzünü Allah'ın emirleri doğrultusunda imar ve ıslah etmek görevini terketmiştir.
Böyle olunca da asıl amaca izafeten anlam kazanan tali amaçlar, üstün gelme, hükmetme, insanlar arasında şerefle anılma gibi şeyler asıl amacından kopmuş, tesbih taneleri gibi dağılarak kendileri birer asli amaç haline gelmişler ve insanlar bunların peşine düşerek yoldan sapmışlardır. Kuran'da bu dünyevi boş işler, çocuk oyununa benzetilmiş, "oyun ve eğlence" olarak anılmıştır. Bu tabir, bu kabil işlerin zararsızları içindir. Ama insan böyle amaçlar için haksızlık ve zulüm, cinayet yoluna saparsa artık yaptığı oyun-eğlence olmaktan çıkar; Şeytan'ın işleri haline gelir.
İnsan olağanüstü bir varlıktır; kıtalar aşabilir, yüksek şehirler inşa edebilir, dağları yerinden oynatabilir. Bu yeti ve gücün gösterdiği gibi, bir anlamda insan tabii olanla tabiatüstünün birleşme noktasıdır.
Ama insan kendinde barınan bu muazzam güçler ve kabiliyetlerin ne için olduğunu unutursa korkunç bir varlığa dönüşebilir.
Daha önce dediğimiz gibi, yeryüzü Şeytan'la, yani evrensel kötülük, ifsad ve yıkım ile bir savaş alanıdır. Ancak bu mücadelenin başarılı olabilmesi için insanların bu mücadeleye hazır olması, gönüllerini böyle bir mücadelenin safı olmaya hazırlamış olması gerekir. Bu hazırlık ise başlıbaşına daha büyük bir mücadeleyi gerektirir. İslam Peygamberi'nin "Büyük cihat" olarak andığı budur.
Yeryüzündekinden çok daha öncelikle ve çok daha temel bir mücadele insanın kendi içinde, gönlünde cereyan etmektedir. Burada İyi ile Kötü, Doğru ile Yanlış, Güzel ile Çirkin birbirine karşı savaşmakta, insanı ele geçirme mücadelesi vermektedir.
İnsan burada, fethedilecek pasif bir ülke değildir. Kendi cüz'i (tekil) iradesi ile mücadeleye katılır ve taraflardan birine destek olarak kendinin onun tarafından ele geçirilmesine izin verir.
Fikirdeki bu "Büyük Cihad"ın insanın sözleri ve eylemleri ile fizik alemde yansıması ile ikincil olan "küçük cihad" başlar. Biz ancak kendimizi arındırır ve "İyiler" safında yer alabilirsek söylediklerimiz ve yaptıklarımız yeryüzünde "iyilik" ya da "ıslah" haline gelebilir.
"Yorum denemesi" ereğini uzunluk itibariyle çok aşmış bu bölümü şimdilik bağlayalım; okuyucuya sabrı için teşekkürler; ama tabii ki şu soruya da bir cevap gerekiyor: Tüm bunları anlatmaktan amaç nedir? Öyleyse başa dönelim.
Yazımızın başında dedik ki: Daha doğuya, Rusya ve Türkiye'ye gelindiğinde parlak bir geçmişin mirası büyük hayaller bu havza insanlarını hala etkilemeye devam eder: İmparatorluklar kurmak ve iklimler üzerinde hüküm sürmek. Ama bu hayal bile yeterince büyük müdür? Ya da bunun için bir ömür vermeye değer mi? ... Bir imparatorluk kurmak ve iklimler üzerinde hükmetmek için ömrünüzü adasanız kıyamet günü Yüce Allah sizi sevecek, günahlarınızı bağışlayacak, Cennetine kabul edecek midir?
Bugün Türkiye'nin etrafında, müsebbibinin büyük oranda Batılı emperyalist güçler olduğu savaş, kargaşa ve huzursuzluk ateşleri yanıyor. Kargaşadan büyük oranda sorumlu Anglosakson güçler istedikleri sonuçları elde edemediklerini ve bu bölgede amaçlanan "Büyük Ortadoğu Projesi"ni gerçekleştirecek yerli, dolayısıyla otoritesi daha doğal kabul edilebilecek, ayrıca bölgeyi yönetmekte "tarihi tecrübesi" olan bir yardımcı güce ihtiyaç olduğunu söylüyorlar ve spot ışıkları rahatsız edici bir şekilde Türkiye'nin üzerine dönüyor.
Soğuk savaşın bittiği 15 seneden beri ülkemizde "Neo-Osmanlıcılık", "bu kez doğru safta oynayarak kazanmak", Türkiye'nin uluslararası sistemin güven ve oluruyla bölge liderliğini üstlenmesi ve giderek Osmanlı mirasına sahip çıkması bu ülkenin kimi mahfillerinde akılları baştan alıyor; "atalara layık torunlar olmanın", "Osmanlı sancağını tekrar yüceltmenin" "mukaddes davası" ile gözler ve gönüller ışıldıyor, ferahlıyor. Mukaddes mi?
Evet, mukaddes mi?
Bölgeyi kan ve ateşe boğan zalimlerle ittifak ederek ve onların istekleri doğrultusunda bir düzen için, güç ve hakimiyet peşinde koşmak mukaddes midir?
Yol ve yöntemi ne olursa olsun büyük güç ya da imparatorluk olmak ne zamandır bu ülkenin siyasi ahlakının mukaddesi oldu? Ne zamandır delice bir dünyevi başarı ve kazanma hırsı bize eski bildiğimiz doğrularımızı ve ahlakımızı bir kenara bırakmayı telkin ediyor?
Bir projenin "feasible" olması, artık doğruluğuna delil midir?
Şeytan, insanlara yeryüzünde imparatorluklar verecek kadar güçlüdür; kıtaların, okyanusların ötesine uzanma, efsanelerdeki yokedici yıldırımlar misali parlak ışığında binlerce insanı buharlaştıracak silahları ateşleme gücünü bahşedebilir. Dolayısıyla zalimler ve emperyalistler eliyle ikbal arayanlar beklediklerinden de fazlasına kavuşabilirler. Ama bu şeref ve saadet getirmeyecektir; çünkü Kötü'den İyi doğmaz.
Bu ülke iktidar ve toplumuyla önümüzdeki yıllarda ciddi bir sınavdan geçecektir. Bu kez ödülü dünyevi başarılar, zenginlik ve güç olmayacaktır. Ama bunu arayanların kimi istediklerine kavuşacaktır.
Denebilir ki, "bu ülke kimi şeyleri kabule çaresiz zorlanmaktadır. Bazı şeyleri reddetmek o kadar kolay değildir". Ama bunu diyen sorumluluk makamındaki insanların yüzlerinde gizli bir hüzün olur; iktidar ve başarı sarhoşluğu değil.
Ancak Büyük Cihad'ı kazanan ve bundan sonra insanlarla Dünya'yı ıslah ve imar etmekte birleşenler iklimlere saadet, kendilerine ve yanlarındakilere şeref getirebilirler. İnsanlık tarihi bunu kolay yoldan öğrenenlerle zor yoldan öğrenenlerin öykülerinden ibarettir bir anlamda.
Bunları bize öğreten Peygamberi hikmete bir Kızılderili hikmetini de katarak sözümüzü bitirelim:
Yaşlı Kızılderili reisi kulübesinin önünde torunuyla oturmuş, az ötede birbiriyle boğuşup duran iki kurt köpeğini izliyorlardı. Köpeklerden biri beyaz, biri siyahtı ve on iki yaşındaki çocuk kendini bildi bileli o köpekler dedesinin kulübesi önünde boğuşup duruyorlardı.
Dedesinin sürekli göz önünde tuttuğu, yanından ayırmadığı iki iri kurt köpeğiydi bunlar. Çocuk, kulübeyi korumak için bir köpeğin yeterli olduğunu düşünüyor, dedesinin ikinci köpeğe neden ihtiyacı olduğunu ve renklerinin neden illa da siyah ve beyaz olduğunu anlamak istiyordu artık. O merakla, sordu dedesine: Yaşlı reis, bilgece bir gülümsemeyle torununun sırtını sıvazladı.
- "Onlar" dedi, "benim için iki simgedir evlat."
- "Neyin simgesi" diye sordu çocuk.
- "İyilik ile kötülüğün simgesi. Aynen şu gördüğün köpekler gibi, iyilik ve kötülük içimizde sürekli mücadele eder durur. Onları seyrettikçe ben hep bunu düşünürüm. Onun için yanımda tutarım onları.
Çocuk, sözün burasında; 'mücadele varsa, kazananı da olmalı' diye düşündü ve her çocuğa has, bitmeyen sorulara bir yenisini ekledi:
- "Peki" dedi. "Sence hangisi kazanır bu mücadeleyi?"
Bilge reis, derin bir gülümsemeyle baktı torununa.
- "Hangisi mi evlat? Ben, hangisini daha iyi beslersem!"
16 Mayıs 2006 Salı 13:09
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder