Söyleşi
Türkiye'de devletin din ve ahlak alanındaki rolü nedir? Ne olmalıdır?
Türkiye’de devletin din ve ahlak alanında belirleyici rolü vardır. Bunun tarihsel nedenleri var. Gelenekleri İslam’dan da eski bir din -devlet ilişkisinin hüküm sürdüğü bu topraklarda kurumsal din hep kurumsal devletin bir şubesi ve devletin başına, yani hükümdara bağlı resmi bir müessesedir.
Bu tarza batı literatüründe “Sezaropapizm” denir (Sezar ve Papa’dan, Sezar’ın aynı zamanda Papa, yani en büyük dünyevi makamın en büyük dini makam kabul edildiği tarz). Semavi bir dine bağlı ilk büyük imparatorluk olan Bizans’ta imparatorlar Roma’dan kalma bir unvan olan “Pontifex Maximus” (Başkahin) ünvanını Hristiyan çağlarda da sürdürmüşler ve onlar en üst dini makam da kabul edilmişlerdi. İstanbul Patriği asla Papa’nın taşıdığı otoriteye sahip olmadı; sadece İmparator’un diyanet işleri başkanıydı. Emevilerden başlayarak bu uygarlıktan ciddi bir şekilde etkilenen İslam -Türk medeniyeti Osmanlı ile Bizans’a varis olarak birçok Bizantinyen kurumu devraldı. Bunun yanı sıra devlet başkanının aynı zamanda halife sıfatıyla en yüksek dini makam oluşu da devam etti. Örfümüzde hala devlet Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi ve bu anlamıyla kutsal ve insan üstü kabul edilir. Ve bugün devlet bu geleneklerin üzerine oturan bir yönetim tarzı ile din üzerinde hakim ve buyurgandır. Takdir edersiniz ki böyle bir iklimde laiklikten bahsedilemez. Laiklik kurumsal dinin devlet işlerine karışmaması olduğu kadar, devletin de kurumsal dinin işlerine karışmaması demektir. Aksi hal ikisinden birinin diğerinin elinde oyuncak olması ile sonuçlanır. Bunun için artık tedrici bir biçimde dini müesseselerin devletten bağımsızlaşması gerekiyor. Dini kurumlar vakıf statüsü altında faaliyetlerini sürdürebilirler. Devlet bunların sadece kanunlara uygun işleyişlerinin denetlemesini yapmalıdır.Devlet toplumun ve bireyin üstünde midir? Devletin aşırı büyümesi sivil güçlerin ve bireyin önemini azaltır mı?
Devlet bireyin üstünde değildir. Ama toplum hem bireyin hem de devletin üstünde gelir. Birey de, devlet de kendi konumları ve imkanları ile topluma hizmet eder. Biz inorganik bir batılı kültürün çocukları değiliz. Batıda en küçük toplumsal birim bireydir. Bu atomcu görüşün sosyolojiye uygulanmasıdır. Bizde en küçük toplumsal birim ailedir. Bir ailesi olmayan kişi örfümüzde toplumsal olarak tanımsızdır. Bu anlamda, kendinde içinde yaşadığı toplumun tüm özelliklerini yansıtan ve toplumcu iş birlikçi bir zihniyet sergileyen senfonik kişiliklerden söz edebiliriz. Bu batılı bireyin individüalizminden ve korkunç yalnızlığından farklıdır. Tüm bu girift toplumsal dokuyu devlet, üzerinde taşır ve ona hizmet eder. Yani devlet toplumun üstünde bir çatı olmaktan çok, onun üzerine bina edildiği bir temeldir. Görevi toplumu taşımak ve ona hayatiyet vermektir.
Bir kere şablonu böyle oturtursak artık birbirine hasım ve birbirine rağmen büyüyen (dolayısıyla birinin büyümesi diğerini küçülten) devlet ve sivil toplum kutuplaşması bakış açısının çarpıtıcılığından kurtuluruz. Bizde toplumun büyümesi için üzerinde hayatiyet bulduğu devletin de büyümesi gerekir. Bunlar “birbirine rağmen” değil, “birbiri için” ve “birbiriyle birlikte”dir.
Devlet ve millet arasındaki ilişkinin temeli ne olmalıdır? Milli devlet anlayışı niçin giderek önemini kaybetmektedir?
Devlet ve millet arasında simbiyotik (ortakyaşar) ilişki vardır. Ve öncelikle devlet millet içindir. Milli devlet anlayışının giderek önemini kaybetmesi çağımızın bir miti ve daha çok propaganda edilen bir şeydir. Amaç uluslararası tekelci sermayeye manevra alanı açmaktır. Bunun için devletler zayıflatılmalı, bağımsızlıkları törpülenmeli ve kahredici bağımlılık ilişkileri altında milletlerine hizmet etmekten uzaklaştırılarak kendi milletlerine karşı tekelci sermayenin fedaileri ve baskı aygıtları haline getirilmelidir.
Tabii ki bunun için, sosyal devlet mekanizmalarından arınmış, son derece güvenliğe yoğunlaşmış, çevik ve teknik bir devlet gerekir. Eğer milli devletlerin önemini kaybetmesinden bahsediliyorsa, bu anlamda gayrimilli devletlerin yükselişi çağından bahsedebiliriz. Ama bu korkunç ve karanlık bir çağ olacaktır.
“Maalesef çok az insan, devletin kendi parası ve aynı şekilde kendine ait bir gücü olmadığını anlamıştır. Devlet, sahip olduğu gücü ya toplumdan alır ya da zaman zaman yaptığı gibi gaspeder. İster verilsin, isterse zorla alınsın, tüm devlet gücü, sivil toplumu daha güçsüz bırakır.” Albert J. Nock (1870-1945)’un bu görüşüne katılıyor musunuz?
Evet ve hayır. Tabii ki devlet toplumdan güç devşirir. Ama bunu toplumu güçsüz düşürmek ve neticede hayatiyetini yok etmek için yapmaz. Bunu böyle yapan devletler ise tarihten silinir; çünkü hayatiyet devlette değil toplumdadır. Devlete de hayatı millet bahşeder.
Molla Cami’nin “İnsanlar birbirlerine haklarını gönül rızası ile verseler ne kadı, ne mahkeme ne de zaptiye gerekirdi.” dediği söylenir. Ondan önce de Hristiyanlığın hak din kabul edildiği miladi dördüncü yüzyılda Hristiyan azizi St. Augustine “Devlet insanların günahlarının kefaretidir.” demişti. Bu tespitler ne yazık ki bugün de doğrudur. İnsanlar günah işlemekten vazgeçmemiştir. Kimi görüşlere göre, hatta bu çağda bunu artırmışlardır. Öyleyse cennet devletin gücünü azaltarak gelmeyecektir. Aksine bu giderek kargaşa ve hukuksuzluk getirir. Ve azalan devletin gücünün boşalttığı her alanda, tanım dışı, hukuk dışı ve kontrol dışı birtakım güçler türer ve kontrolü ele alır. Sorun devleti büyütme ya da küçültme sorunu değil, gücün toplumsal kontrol dışına çıkarak yozlaşmasını engelleyici demokratik mekanizmaları kurmak ve işletmek sorunudur.
Sınırlı devlet, özgür sivil toplum demek midir?
Sınırdan ne anlaşıldığına göre değişir. Eğer global hegemonik efendilerin istediği gibi, amaç devleti tüm işlevlerinden arındırıp basit ve çevik bir güvenlik ve baskı aygıtına indirgemekse bu sivil toplumu, içinde hayatiyet bulabileceği tüm korunma duvarlarından yoksun ve her türlü global saldırıya açık bırakır. Sonuçta büyük balık küçük balığı yer ve çok uluslu dinozorların hüküm sürdüğü bir tarih öncesi devre geri döneriz. Eğer sınırdan kasıt, devlet gücünün demokratik rızanın kendisine çizdiği sınırları aşmaması ise tabii ki bu istenir bir şeydir.
Piyasa ormandır. Uygarlık ise ormana düzen ve nizam vermek, büyüklerin küçükleri yemesini ve sonunda tüm toplumu kendilerine köle etmelerini engellemektir. Bunun karşısında ancak toplumun organize ortak siyasal gücü olarak devlet durabilir. Ormana uygarlığı getirebilir. Sınırlı devlet savunusu yapan globalizm ideologlarından Francis Fukuyama da tezlerinden dönerek son eserlerinde kuvvetli devletlerin gerekliliğini savunuyor. Ancak tabii ki onun kastettiği global efendilerin ticari çıkarlarını koruyacak ve işlerini yürütecek ortamı sağlayacak devletlerdir. Biz ise toplumu için kuvvetli olması gereken bir devleti savunuyoruz. Bu devletin en önemli özelliği bağımsızlığıdır. Ancak bağımsız bir devlet kendini milletinin faydasına adar. İkinci özelliği ise demokratik olmasıdır. Bir kere daha vurgulamak isterim: Sorun devleti büyütme ya da küçültme sorunu değil, gücün toplumsal kontrol dışına çıkarak yozlaşmasını engelleyici demokratik mekanizmaları kurmak ve işletmek sorunudur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder