12 Aralık 2005
"Hayır efendim bu kimlik olmaz, bunu kabul edemem beyefendi" diyordu kapıdaki memur. "Memur bey bu Türkiye Cumhuriyeti nüfus cüzdanı, bundan ala kimlik mi olur?" diye sordum. "Efendim bunun süresi doldu, değiştirmeniz ve Ahmediye vatandaşı olduğunuza dair kimlik almanız lazım," diyordu. Allahım yine bu Ahmediye!
Postadan gelen kargomu sonuçta alamamıştım. Şimdi postaneye gitmem, geçici kimlik beyanı doldurmam, onaylatmam, vs. vs. birsürü işlem yaptırmam lazımdı. Bunlardan sonra kargomu gecikmeyle alabilecektim. Gerçekten nereden çıktı bu Ahmediye?
Tabii ki Türkiye'nin AB macerasından çıktı. 2005'tan sonra yıllar süren görüşmeler sonucu AB Türkiye'yi tamamen alamayacağını ancak gelişmiş Batı ve sahil bölgelerinin (Trabzon'un doğusu hariç) AB'ye girişinde bir sakınca olmadığını bildirmişti. "Sizin için özel bir statü icad edeceğiz, ülkenizin birkısmı, hem de en önemli kısmı AB'ye girecek ve tam üye olacak, devlet ve vatandaş olarak siz tüm haklardan faydalanacaksınız. Ülkenizin geri kalanı AB'ye giremeyecek, ama iki bölge arasında nasıl bir siyasi ilişki yürüteceğiniz konusunda tamamen serbestsiniz" demişlerdi. AB'ye giren Batı bölgesinin adı Ahmediye oldu.
Aslında AB bunu ilk yapmıyordu. Çekoslovakya da AB'ye kabulünden önce Çek ve Slovak Cumhuriyetleri olarak ikiye bölünmüş, ve her nekadar bu barışçı bir bölünme olsa da, uzun yıllar bunun sıkıntısını çekmişti. Yugoslavya'nın kanla mühürlenen parçalanışından hiç bahsetmeyelim.
Evet Türkiye geri kalan Doğu parçası ile nasıl bir ilişki geliştireceği konusunda tamamen serbestti. Ama diğer parça AB gümrük ve idari zonu içinde yeralmayacak, Türkiye'nin içinden AB gümrük ve kontrol duvarları geçecekti. Ankara hükümeti anlaşmaya boyun eğdi. O günler gazetelerde, adını vermek istemeyen üst düzey bir askeri yetkilinin ağzından Türkiye'nin hertürlü bölünme girişimlerine karşı Silahlı Kuvvetler'in müteyakkız olduğu açıklaması yayınlandıysa da, derhal büyük basında patlayan "Ordu Türkiye'nin Batılı geleceğinin önüne set mi çekiyor" şeklindeki karalama kampanyası üzerine Genelkurmay Başkanlığı görev ve sorumluluğun hükümette olduğunu bildiren bir tekzip yayınladı.
Türkiye'nin kabul ettiği anlaşma kendi içinde sadece mal değil, nüfus dolaşımına da sınırlar gelmesi demekti. Haber ilk duyulduğunda ülkede doğudan batıya muazzam bir göç dalgası patlamış, insanlar kadın, erkek, çocuk otobüsler ve kamyonlarla varını yoğunu toplayıp batıya göçmeye kalkmıştı.
Batıdaki büyükşehir varoşlarında bir gecede devasa sefalet mahalleleri ve çadırkentler oluştu. Bu aç ve sefil insan kütleleri iş ve aştan yoksun, neredeyse tamamen ianeye bağlı olarak hayatta kalmaya çalışıyorlardı. İnsani manzara 17 Ağustos 1999'daki büyük depremden sonra yaşanandan pek farklı değildi.
Açlık ve salgın hastalık tehlikesi başgösterdi. Bu sefalet mahalleleri karantinaya alındı. AB Ankara'ya protesto mesajı çekerek ülkesinde yaşanan bu kaosa biran önce son vermesini ve AB üyelik kriterlerinin bu "yasadışı ihlaline" hemen engel olmasını istedi. Ankara yine boyun eğdi.
Sefalet mahallelerinin etrafındaki karantina görevlilerinin yerini ertesi sabah güvenlik güçleri almıştı. Buralarda sokağa çıkma yasağı ilan edildi.
Tektek baraka ve çadırlarda kafa sayımı yapılıyor, kimin nereden geldiği tesbit ediliyor ve bu insanları geriye götürmek üzere hazırlık yapılıyordu. Ama bu o kadar kolay olmadı tabii ki.
Sadece bu sefalet mahallelerinde değil, birçok diğer büyükşehir varoşlarında da şiddetli direniş patlak verdi. Maskeler takmış göstericiler yollara, sokaklara barikatlar kurdu molotof kokteylleri atarak polisle çatıştı. Bu varoşlardaki direnişçiler gazete ve TV kanallarına yaptıkları açıklamalarda sefalet mahallelerinde enterne edilmiş kendi hemşehri ya da etnik soydaşlarına ikinci sınıf insan muamelesi yapıldığı için dayanışma direnişi içinde olduklarını bildiriyorlardı. Enterne edilmiş bölgelerde gösterilere katılan birçok insan kendilerine verilmiş geçici kimlik belgelerini yaktı.
Olaylar bir Cuma günü çığırından çıktı. Ogün 13 kişi öldü. Başbakan Hamdi Karzaoğlu AB'ye resmi bir çağrı yaparak Brüksel'den anlayış beklediklerini, olaylar yatışıncaya kadar geri gönderme işleminin ertelenmesine "izin verilmesini" talep etti. Brüksel AB kriterlerine uymanın ve bu konuda taviz vermemenin Ankara hükümetinin sorumluluğunda olduğunu açıklayarak, "aksi halde tam üyelik sürecinin askıya alınabileceğini" ima etti.
Öte yandan Avrupa Parlamentosu'ndaki birçok milletvekili yaşanan olaylarda güvenlik güçlerinin aşırı şiddet kullandığını söyleyerek Ankara hükümetinin protesto edilmesi için bir dilekçeyi imzaya açtılar. Strasbourg'da bir AB Parlamento oturumu ölenler için 1 dakikalık saygı duruşuyla başladı.
İstanbul ve Ankara'da basın ikiye bölünmüştü. Bir kısmı hükümeti idare-i maslahat politikaları gütmek ve sonuçta bu olaylara sebebiyet vererek "Avrupalı dostlarımızı" kızdırmak ve Türkiye için "aydınlık bir geleceği" riske atmakla suçlarken, diğerleri hükümete hak veriyor, ayaklananların aslında masum vatandaşlar olduğunu ama "yasadışı ve bölücü örgütlerce" kışkırtıldıklarını iddia ediyorlardı.
Bu toprakların yaşadığı en acı dönemlerden biri daha böyle başladı. Geri gönderme kampanyası birkaç ay sürdü ve daha sonra halk arasında "Kara Göç" olarak anıldı. Her ne kadar AB geri gönderilenlerin tekrar memleketlerinde yerleşimi için cömert bir yardım paketini açacağını garanti ettiyse de bugüne dek birkaç milyon Euro'dan başka bir para gelmedi.
Olaylarla ilgili olarak, Kadıköy ve Taksim'de büyük medyanın kameralarına görüşlerini açıklayan İstanbullular hükümet tasarruflarının yerinde olduğunu ve "aslında büyükşehirlere göçün yıllarca önce böyle önlenmesi gerektiğini" söylediler. Bunları ekranda seyrederken, "hayret, hiç mi aykırı görüş yok?" dediğimi hatırlıyorum; herhalde yoktu ya da ayıklanmıştı.
Aslında ilk AB planlarında Ankara "Ahmediye" sınırları dışında tutulmuştu, çünkü Orta Anadolu AB standartlarınca "yeterince gelişmiş" kabul edilmiyordu.
Bu sorunu görüşmek için kalabalık bir heyet Ankara'dan Brüksel'e gitti ve uzun görüşmeler yaptı. Sonuçta Ankara heyeti "rest çekti" ve görüşmelerden çekilmeye karar verdi. Büyük basın bu olayı 8 sütuna manşet şu başlıkla verdi: "Atatürk'ün Anıtkabir'ini geride bırakarak Avrupalı olamayız". Ertesi gün Başbakan Hamdi Karzaoğlu'nun yaptığı açıklamaya göre Türk heyeti Brüksel'de yine muazzam bir zafer kazanmıştı! Artık AB'nin ve Ahmediye'nin sınırları Ankara'nın 50 km doğusundan geçiyordu!
Tüm bu gelişmeler boyunca başbakanı televizyonda izliyordum. Bukadar neşeli ve güleç yüzlü olması ilginçti. Sanırım tüm bu gelişmelerin hayrına canıgönülden inanıyor olmalıydı. Birgün doktor dostum Osman Bey, birlikte Başbakanı izlerken, "risus sardonicus" dedi. "O da nedir" dediğimde "kimi hastalıklarda yüz böyle bir gülümseme ya da sırıtma halinde kasılır; bu gülüş kesinlikle normal değil" deyiverdi. Son zamanlarda başbakanın yorgun ve bıkkın ruh halini gizlemek için kimi ilaçlar kullandığı hakkında çıkan dedikodular doğru muydu acaba? Ya da acaba, kimi zaman, kameralar önünde değilken yüzünde beliren hüzün neydi? Doğudaki kendi doğduğu vilayetin de AB sınırları dışında kalmasını mı kendine yediremiyordu?
Bu arada "Ahmediye" adının nerden geldiğini söylemeyi unuttum. Rivayet o ki, AB bu ülkenin müslüman kimliğine derin saygı duyduğunun bir belirtisi olarak; mizah basınımıza bakılırsa da "Ahmetlerin, Mehmetlerin memleketi" anlamında Türkiye'nin AB'ye dahil olan bölümüne "Ahmediye" adının verilmesini teklif etmiş, teklif kabul edilmişti.
Ahmediye Federe Türk Cumhuriyeti'nin kuruluşu bir başka 3 Ekim'de resmileşti ve o gün İstanbul ve Ankara'da yapılan törenlerle kutlandı. Hele o akşam İstanbul Boğazı üzerindeki havai fişek gösterisi görülmeye değerdi. Aralıksız 3 saat sürmüştü. Ayrıca fener alayları ve tüm gece sabahın erken saatine dek süren meydan konserleri tertip edilmişti. Bu gelişmelere Batı Anadolu'nun sevinci kadar İç ve Doğu Anadolu'nun hüznü de derinden oldu.
13 Ekim'de Ahmediye sınırları dışında kalan Türkiye vilayetlerinden gelen temsilciler Kayseri'de bir büyük konferans düzenlediler. Konferansta "terkedilen Doğu"nun kaderinin ne olacağı tartışıldı, ama 3 gün süren konferans bir sonuca varamadan dağıldı.
Konferans daha hazırlık safhasındayken Ankara bunu yasadışı ve "bölücü" ilan etmiş; Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin "bağımsız ve bölünmez bir bütün" oluşturduğu vurgulanmış; bu konferansın iptal edilmesi istenmişti. Ama bu emri Doğu'da kimse dinlemedi.
1 Kasım'da Abdullah Öcalan İmralı'da tutuklu olduğu cezaevinden Ankara'ya bir dilekçe yazarak, cezasının geri kalanını Kayseri'de bir cezaevinde çekmek istediğini bildirdi ve Kayseri'ye naklini talep etti. Aynı gün terör örgütü PKK süresiz ateşkes ilan ettiğini açıkladı. Daha sonra PKK'nın siyasi kanadı olduğu iddia edilen Demokratik Halkçı Emek Partisi (DEHEP) Kayseri Konferansı'nın bir benzerinin Diyarbakır'da toplanması çağrısını yaptı.
O sıralar büyük TV kanallarında düzenlenen kimi açıkoturumlarda görüşlerini açıklayan çeşitli aydın, araştırmacı ve fikir adamlarının çoğu Doğu'nun bu son olaylardan sonra "kendi kaderini tayin" hakkı talep etmesinin normal olduğunu, bunun tepki görmemesi gerektiğini açıkladılar.
Üç ünlü iktisatçı ise bir üniversite kampüsünden naklen yayınlanan TV söyleşisinde "işe bir de olumlu tarafından bakalım," dediler, "Türkiye AB'ye girmeseydi bile sırf Doğu'nun yükünden kurtulmak, Batı'da kişi başına GSMH'yı 2-3 katına çıkaracak. Dolayısıyla aslında AB'nin yaptığı doğrudur, Türkiye'nin faydasınadır" görüşünü savundular. Gerçi yayın öğrenci protestoları nedeniyle yarıda kesildiyse de gerekli etkiyi yapmıştı. Bunu izleyen günlerde büyük medya sıksık bu konuyu gündeme getirdi; aynı konu üzerine Türkiye'nin büyük sermaye çevreleri bir konferans düzenlediler. Hatta bu konferansa "Ahmediye" dışındaki Doğu vilayetlerinden de temsilciler çağırıldı; ama çağrılanların çoğu katılmayı reddettiler.
Muhalif gazeteler ise, bir TV kanalının Roma muhabiri ve kıymetli bir gazeteci olan Lütfi Beyin konuyu nitelemesinden esinlenerek bu "yeni iktisat" taraftarlarına bir isim taktılar: İtalyan Çetesi. Bu isim, bir zamanlar İtalya'nın ikiye bölünmesinin Kuzeye refah sağlayacağına inanan "Liga Nord" (Kuzey Birliği) hareketinden mülhemdi. Bu arada Orta Anadolu'da AB kontrol noktalarının inşaatı hızla ilerliyordu.
Ertesi yılın 1 Ocak tarihinden itibaren kontrol noktaları faaliyete geçtiler. Bu noktaların önünde Batı'ya mal taşıyan uzun kamyon kuyrukları oluştu. Ve herşeye rağmen "Batıya kapağı atmaktan" ümidini kesmemiş kimileri bu noktalar önünde kamplar kurup bekleşmeye başladılar. Bir yandan da Batıda oturan akrabalarını arıyorlar ve onların kendileri için özel izin almalarını bekliyorlardı. Ümitsiz akrabalar dikenli tellerin ardından gözyaşları içinde birbirleriyle görüşmeye; birbirlerinin ellerini tutmaya uğraşıyorlardı. Türk kontrol muhafızlarının bu tablolar karşısında kimi yerlerde yumuşadığı raporları üzerine AB derhal bu kontrol noktalarına Avrupalı "sınır kontrol komiserleri" atadı. Artık kontrol noktalarındaki Türk memurlar AB'nin atadığı bu komiserlerin emri altında görev yapacaklardı. Bu yolla sızmalar önlendi, yine de dikenli teller önünde insanların hüzünlü bekleyişi devam etti. Tüm bu tablo içinde yükselmeye başlayan karlı bir "işkolu" da doğudan batıya insan kaçakçılığı idi.
Şubat'ta Diyarbakır'da 2. Doğu Konferansı toplandı. Ankara yine bu toplantıyı bölücü ve yasadışı ilan etmişti ama toplantıya katılıma yine engel olamamıştı. Konferansı tüm dünya medyası dikkatle izledi ve TV'lerden naklen yayınlandı.
Şiddetli tartışmalardan sonra (hatta bir delege kürsüde konuşan bir diğerine silahıyla ateş etmiş ve yaralamıştı; akabinde çıkan kavgada 15-20 kişi daha hastanelik oldu) konferansın sürpriz kararı açıklandı: Türkiye bölünmez bir bütündü. Orta Anadolu'daki sınırın derhal kaldırılması ve Türkiye'nin tamamının AB'ye girmesi için girişim başlatılması isteniyordu.
Bana gelince. Birkaç gün sonra manyetik şeritli ve çipli modern "Ahmediye Vatandaşlık Cüzdanı"mı aldım. Kimliğim aynı zamanda e-imza bilgilerimi de kapsadığından hertürlü e-devlet işlerinde de kullanabilecektim: Yani tapu sicil kaydı almaktan oy vermeye kadar herşeyi evimden ve İnternet üzerinden halletmenin keyfini tadacaktım! Yalnız sanal kurumsal sistemler hakkında bilgisine hep hayranlık duyduğum dostum Altan Bey "bu kartın slip makinesinden her geçtiğinde ya da İnternet üzerinden her işleminde Brüksel ve Wiesbaden'daki bilgisayar merkezlerine de bilgi gittiğini biliyor muydun?" demiş ve biraz canımı sıkmıştı. Herneyse, o gece resmi işlerimi bitirmenin rahatlığı ile erkenden yattım.
Sabah kapı zili ile uyandım. Beklediğim kitap kargosunun 2. bölümü gelmişti. Kapıdaki memura "bekleyin kimliğimi alıp geliyorum" dedim. Ama kimlik yoktu. Allahım! Son sistem dijital Ahmediye kimliğimi aldığımın ertesi günü kaybetmiştim!
Çaresiz, yine eski TC. kimliğim ile kapıya gittim. Geçersiz olduğunu bilsem de, bir ümit "belki memuru ikna edebilirim" diye düşündüm. "Özür dilerim, yeni kimliğim yok memur bey; bu olar mu?" - "Olur efendim, zaten bu eski değil ki," dedi memur. "Anlamadım, Ahmediye kimliği artık zorunlu değil mi?" diye sorarak şaşkın memura baktım.
O daha da şaşırmıştı, "beyefendi herhalde bir kabus gördünüz, etkisinden kurtulamadınız, işleminizi yapayım," dedi. Kimliği aldı, belgeleri imzalattı, kargomu verdi.
Heyecanla televizyonu açtım; bir kanalda bana durumu açıklayacak bir haber olmalıydı, Ne olmuştu? İlk kanalda bir "Gezelim Görelim" programı vardı. Van'ın yerel adetleri ve yemeklerini tanıtıyordu. Başka kanalı çevirdim; Karadeniz Otoyolu projesinin Rize bölümü inşaatı ile ilgili çalışmalar. Ve sonraki kanalda karşıma başbakanın (bu adam dünkü adam değil hayret!) demeci çıktı: "Türkiye'den istenen ağır şartlar AB ile üyelik görüşmelerimizi çıkmaza sokuyor! Eğer bu böyle devam ederse Türkiye siyasi önceliklerini İran ve Rusya ile yeniden düşünecektir!"
Bir düş mü görmüştüm; kötü bir kabus mu? Ya da tüm bunları ben mi hayal etmiştim? Kendi kendime güldüm: "AB Türkiye'yi bölecek ha! Yahu ne fesat adamsın sen!"
CD çalarıma Dede Efendi ve Hacı Arif Bey'den seçme şarkıları koydum. Sesini açtım. Kargoyla gelen kitaplarımı çıkarıp keyifle incelemeye koyuldum. O gün evden dışarı çıkmadım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder