Latince bir tabir olan “res publica” kelime anlamıyla “kamu malı” ya da “halkın malı” anlamına gelir. Batı dillerindeki “republic” yani cumhuriyet bu tabirden türemiştir.
Yazımıza bir küçük kıssa ile başlayalım: Malum hikayedir, büyük ermişlerden bir kişi bir sabah dergahına gelerek oradakilere hitabeder: "Ey insanlar dün gece rüyamda bana Cehennem gösterildi." - "Anlat," derler diğerleri, "ne gördün, orada dedikleri gibi ateşler ve o ateşte yananlar var mı?" - "Hayır," der ermiş kişi "öyle şey yok. Ama büyük ve uzun bir sofra gördüm. Cehennemlikler karşılıklı bu sofraya oturtulmuşlardı. Önlerinde birbirinden güzel yemekler vardı. Hepsi de açtılar. Gel gör ki, kollarına uzun saplı kaşıklar bağlanmıştı. Kaşıkların sapı o kadar uzundu ki, yemeklerden alamıyor, aldıkları yemekleri de ağızlarına götüremiyorlardı. Sonuçta aç ve perişan bir halde o sofrada, birbirinden güzel yemeklerin önünde oturmakta idiler." Kalabalık hayret nidaları ile mırıldanırken ermiş oradan kalkar ve gider.
Ertesi gün tekrar dergaha gelir ve yine konuşur: "Ey insanlar dün gece rüyamda bu kez de bana Cennet gösterildi." - "Anlat," derler diğerleri, "ne gördün, orada dedikleri gibi Huriler, şarap kadehleri ve altın tahtlar var mı?" - "Hayır," der ermiş kişi "öyle şey yok. Ama büyük ve uzun bir sofra gördüm. Cennetlikler karşılıklı bu sofraya oturtulmuşlardı. Önlerinde birbirinden güzel yemekler vardı. Gel gör ki, kollarına uzun saplı kaşıklar bağlanmıştı. Kaşıkların sapı o kadar uzundu ki, yemeklerden alamıyor, aldıkları yemekleri de ağızlarına götüremiyorlardı. Ama herkes karşısındakinin önündeki tastan uzun kaşığıyla yemek alıp ona yediriyor, karşıdakiler de berikileri böyle besliyorlardı. Bütün gün birbirinden güzel yemekler yiyerek bitmez bir ziyafet ve zevk-u safa içinde yaşamakta idiler."
Diğerinin hakkını korumak toplum hayatının da, devlet düzeninin de başlangıcı olsa gerektir. Belki bugünün bir kasırga şiddetinde esen (ve onun kadar da zarar veren) bireysel başarı ve bireysel fayda rüzgarlarının ikliminde "diğerinin hakkı" bahsi çok eskilerden kalma bir türkünün kulaklardaki etkisini yapabilir. Ama globalizmin ahlaki göreceliği ve kafa karışıklığı çağında dünyamızı sağlam temeller üzerinde yeniden inşa etmeye başlamak için unuttuğumuz bazı şeyleri hatırlamaya ihtiyaç var.
Latince bir tabir olan "res publica" kelime anlamıyla "kamu malı" ya da "halkın malı" anlamına gelir. Batı dillerindeki "republic" yani cumhuriyet bu tabirden türemiştir. İşte bu anlam kökeni nedeniyle de "res publica" diğergam ahlaktan sağlıklı topluma giden yolda bir kavşak teşkil eder. Diğerinin hakkını korumak ile başlayan toplumsal ahlak, toplumun birçok "diğer"lerden oluşması nedeniyle gelişir ve tüm diğerlerinin ortak hakkı olan "res publica"nın korunmasında ideale ulaşır.
Bugünün toplumsal ahlakını gözden geçirdiğimizde res publica'nın korunması konusunda pek içaçıcı bir durumda olmadığımız ortadadır. Ülkemiz mali skandallar, devlet bütçesinden sorumsuz harcamalar, bunun sonucu içine girilen dış borç-faiz şeytani döngüsü nedeniyle bunalımdadır. Aslında bu sorunların içinden nasıl çıkılacağı bilinmektedir; eksik olan bunu yapmak ya da yapmayı dert edinmektir. Ama insanlar bunu niye dert edinsin ki? Nihayet res publica kendi malları değildir; kendi mallarını korurken gösterdikleri özeni burada göstermeleri için geçerli bir sebep var mıdır? Bir küçük ahlak felsefeleri tarihi araştırması ile bu sorumuza cevap arayalım.
Araştırmamızda inceleyeceğimiz ahlak felsefelerinin sıralaması tarihi sıra itibariyle doğru değilse de mantıki sıra itibariyle doğrudur. Bu anlamda üç ahlak felsefesini kısaca ele alacağız: Hedonizm, Epikürizm ve Sokrat ahlakçılığı.
Hedonistler, hayatın insana mucizevi bir armağan olduğunu, dolayısıyla her anını zevk alarak değerlendirmek gerektiğini iddia ettiler. Hayatın amacı maksimum haz almak idi ve bu hayat denen armağana saygının gereği idi. Dolayısıyla ahlaklı insanın görevi bütün hayatını haz peşinde harcamaktı. Ancak sürekli haz peşinde koşmanın hazza ulaşmak bir yana felaketler getirdiğinin anlaşılması çok uzun sürmedi.
Filozof Epikür, dengeli bir hayatın önemini vurguladı. İnsan sürekli haz peşinde koşmaz ise sonuçta gelecek felaketlerden kendini koruyabilirdi. Bu aydınlanmış egoizmin yolu oldu. Buna bir örnek verirsek: İnsan bütün vaktini zevk peşinde para harcamaya ayırırsa bir süre sonra parası tükenir ve acınacak bir hale gelir. Ahlaklı insan zevkleri için para harcadığı kadar; bu parayı kazanmanın sıkıntıları için de hayatında vakit ayırmalıdır.
Ancak insan toplumsal bir hayvandır. İhtiyaçlarını toplum içinde karşılayabilir ve hayatını koruyabilir. Sadece kendini düşünerek düzenlenmiş bir hayat insanın muhtaç olduğu toplumun bekasını garantiye almaz. İnsanın toplumu korumak için fedakarlıklar yapmasının gerektiği zamanlar olacaktır. Belki bu da bir dereceye kadar Epikürizm içinde açıklanabilir; ama ya insandan toplumu korumak için canını vermesi istenirse?
"At sineği" Sokrates inandığı doğrular için canını verdi. Ünlü savunmasında devletin dev bir öküz, kendisinin de onu harekete geçiren at sineği olduğunu söylemişti. Devletin, idam etmek bir yana, kendisini doğrularla uyardığı için onu ödüllendirmesi gerekiyordu. Ona göre o doğrular Atina toplumuna hava, su ve ekmek kadar gerekliydi. Ancak bu fedakarlığın "Öteler" düşüncesi olmadan yapılabilmesi pek mümkün değildir. Belki hayatın zorunluluklarını kavrayan filozoflar böylesi fedakarlıklara "Öteler"i düşünmeden de katlanabilirler; ancak bunu meslekten filozof arkadaşları dışında halkın başka kesimlerine anlatabileceklerini ve onları inandırabileceklerini sanmıyorum. Bir toplumda sadece filozofların fedakarlığı da yeterli değildir. Bunu bilen Sokrates'in öğrencisi Eflatun "Er miti" gibi efsaneleri felsefi külliyatına ekleyerek insanlara bu dünyanın "ötesinde" bir hesap vereceklerini anlatmaya çalıştı.
Bugüne dönersek toplumumuzun "Epiküryen" bir aydınlanmış egoizmin gereklerini sıkı sıkıya yerine getirdiğini görüyoruz. Herkes kendi menfaati için var gücü ile uğraşmakta ve mülkünü de dikkatle korumaktadır. Bugünün globalizm rüzgarlarının bireyciliği de bunu körükleyen bir başka faktördür. Ancak "res publica" sahipsizdir. Ona sahip çıkacak bir Öteler düşüncesine ihtiyaç vardır.
Bu noktada kendi "Öteler" geleneğimize dönüp bakarsak bir tarihi yanlışı da burada vurgulamakta fayda vardır. Emevilerin "res publica"yı (Aslında bu tabir modern cumhuriyetlerin ortaya çıkışından daha eskidir ve devleti vurgulamak için daha 17. y.y. Batı literatüründe kullanılıyordu) gaspetmeleri nedeniyle fakir düşen halkı korumak için bir kısım İslam alimleri "kamu malını çalana şeri hadd cezası uygulanmaz, çünkü aldığında kendi hakkı da vardır, dolayısıyla durum şüphelidir," şeklinde bir görüş belirtmişler; ama bu anlayış gelenekleşerek yüzyıllar sonra bugün karşımıza "res publica"nın talanı şeklinde çıkmıştır.
Bu bakış açısı belki ilk bakışta tuhaf gelebilir; ancak bu res publica'yı yağmalayan "işini bilenlerden" tanıdığınız varsa bir sorun; bir insanın evine girmek, ya da sokakta yolunu kesip malını çalıp götürmek olacak şey midir? Hepsi buna şiddetle itiraz edecektir. Gerçekten de hayatlarında böyle şeyler yapmamışlar ya da yapmak akıllarından geçmemiştir. Ama "res publica" geleneğimizde "şüpheli maldır", onu almak öbürü kadar ayıp ya da günah değildir. O halde bu görüşün değiştirilmesi için bu konudaki görüş sahiplerinin ciddi çabalar sarfetmesi gerekiyor. Bundan sonra artık "res publica"ya el uzatmak büyük günah ilan edilmeli ve bu anlayışı yerleştirmek için mücadele edilmelidir.
Bütün bunlar gösteriyor ki, "res publica" ya da artık adını açıkça söylemek gerekirse cumhuriyet, din olmadan yaşayamaz. O halde laiklik, din devleti, dini hukuk, modern hukuk, cumhuriyet, hilafet vs. tartışmalarının bataklığına mı düştük ve yine burada mı boğulacağız?
Belki de hayır. Eğer cumhuriyeti özgürlük olarak kabul edersek, ki öyle kabul etmemiz gerekir, 19. y.y. Fransız düşünürü Alexis de Tocqueville'in Amerika'da dinin işlevini incelediği "Amerika'da Demokrasi" adlı kitabında şu söylediklerine kulak verebiliriz: "Özgürlük için din, gelişmesinin beşiğini bulduğu yerdir ve din ise özgürlüğün korunmasını kendi ilahî çağrısı addeder. Bundan ötürü, özgürlük ve iman asla çatışmamışlardır."
Dinin bir baskı aracı değil özgürlüğün bekçisi olması ve özgürlüğün de dini inancın yeşerdiği tarla olması mümkün müdür? Buna özgürlükçü cumhuriyetçiler ve dindar cumhuriyetçiler birlikte karar verecektir. Tabii bunun için "res publica"nın da kelime anlamında halkın olması gerekir, ki cumhuriyet özgürlük olsun. Eğer "res publica" bu halden çıkıp bir zümrenin mülkü haline dönüşürse eski hüküm avdet eder: "Kamu malını çalana şeri hadd cezası uygulanmaz, çünkü aldığında kendi hakkı da vardır, dolayısıyla durum şüphelidir."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder