29 Haziran 2006
Darwinizm Batı muhafazakarlığının sıcak çatışma noktalarından biridir. Yıllardır ABD'nin birçok eyaletinde "okullarda Darwin'in evrim teorisi mi okutulsun; yoksa yaradılış teorisi mi okutulsun" tartışması sürer, yargıda davalar açılır; karşıt görüşün yasaklanmasına çalışılır; tartışma bitmez.
Ancak kapitalist ve zengin Batı, özellikle de Amerikan muhafazakarlığı, Darwin ile görünüşte sorunlar yaşarken, 20. y.y. başında sessiz sedasız ondan türeyen bir başka felsefe ile hiç sorunsuz uyuşuverdi: Sosyal Darwinizm.
ABD Başkanı Bush'un, tüm dünyayı kana bulayan "Blitzkrieg" (ya da "Yıldırım Savaşı", 2. Dünya Savaşı Nazi terimlerinden) seferlerine, Amerika'nın heryere özgürlük götürdüğünü söyleyerek başladığı, hepimizin malumu. Bush'un son derece dindar ve inanmış bir Protestan olduğunu da biliyoruz. Samimi bir dindarlık ile "özgürlük" deyip zulmetmenin insan vicdanında nasıl bağdaştığı ise zihinlerimizi karıştırıyor. Böyle bir iman olabilir mi? Ama belki bu sorunun cevabı o kadar da zor değil.
Protestanlık ilk kurulduğu günden beridir, Max Weber (Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu adlı eseri) ve birçoklarının da dikkat çektiği gibi, dindarlık ve dünyevi başarıyı birbirleriyle uzlaştırmış bir ilahiyattır.
En etkin ifadesini Amerikan pratik aklı ile yaptığı başarılı mantık evliliğinden sonra bulan bu ilahiyata göre Amerikan düzeni Tanrı'nın yeryüzünde olmasını arzuladığı sosyal düzendir ve onun için Amerika başarıdan başarıya koşmaya mahkumdur.
Amerikalı Protestan ve pragmatik felsefeye göre "Tanrı'nın yeryüzünde arzuladığı düzen nedir?" sorusuna iki şekilde cevap aranabilir. Ya sonu gelmez teorik tartışmalar, hukuk ve adalet üzerine kılı kırk yaran tezler ve karşı tezler arasında boğulmuş, uzun, yorucu ve sonuçları kuşkulu bir nazari süreç ile konuya yaklaşırsınız. Ya da Tanrı'nın düzeninin ipuçlarını kestirme ve pratik bir ampirizmle (gözlemcilik) bu dünyada bulabileceğiniz doğru yere bakarsınız.
Böyle baktığınızda aslında bir düzenin her yanımızı sardığını ve kusursuz işlediğini görürsünüz: Tabiat.
Tabiatı Tanrı yaratmış ve içine kusursuz işleyen kurallarla korunan bir düzen yerleştirmiştir. Tanrı'ya inanan insanın yapacağı da bu düzeni "alçakgönüllülükle" kabul ve taklit etmektir. Amerikan düzen fikri buradan çıkar.
Nasıl Tanrı, tabiattaki tüm varlıkları kendi potansiyellerini gerçekleştirmekte sonuna kadar gitmek konusunda özgür bırakmış ise, doğru toplumsal düzen de insanları aynı şekilde özgür bırakmalıdır; Amerikan "özgürlük" fikrinin esası budur.
Ama tabii ki, tabiat sadece bu pozitif kategorilerden ibaret değildir. Örneğin kurdun kuzuya yardım ettiği pek görülmez tabiatta. Dahası bireyler ve türler diğerlerine üstün gelebilmek için bitmez bir rekabet içinde olmak ve yarışa ayak uydurmak zorundadırlar; yoksa varlık aleminden silinir giderler. Amerikan düzeni doğal olarak bunu da benimser ve bu onun için bir sorun teşkil etmez.
Hasıl-ı kelam: Amerikan muhafazakar "özgürlük" fikri, güçlüye tüm gücünü kullanarak zayıfları ezmesi için özgürlük tanımayı doğal, adil ve Tanrı'nın irade ve isteğine uygun sayar; çünkü bu tabiatta da böyledir. Eğer bunda bir yanlış olaydı; Tanrı tabiatı başka türlü yaratırdı. Gücünü sonuna kadar kullanmak ve üstün gelmek için herkese fırsat ve özgürlük verilmiştir; hak ve adalet budur; öyleyse en güçlünün kazanması ve diğerlerine üstün gelmesi, üstün olmanın imkanlarını kendi lehine ve karşısındaki zayıfların aleyhine kullanması ve bu yolla onları ezmesi de haktır; adildir. Bunun daha sistematik ifadesi ise (ismi genelde açıkça anılmasa dahi) Sosyal Darwinizm'de kendini bulur: Güçlü olan hayatta kalır; zayıf olan yokolur. Güçlünün hakkı yaşamak, zayıfın hakkı yokolmaktır. Bu çok doğal ve adildir; tıpkı tabiattaki gibi.
Sadece Protestanlara değil, birçok dinin egemen ve güçlülerine makul ve güzel görünen bu düşünce; bu diğer dinlerden de kendine taraftarlar bulmuştur: Birçok güçlü ve zengin Yahudi için bu zaten bildikleri ve inandıkları birşeydir (tabii ki yine vicdan sahibi birçok Yahudi de Yahudilik içinde bu anlayışın sorgulanması için çaba sarfetmekteler; bunu da söylememiz borçtur); ama birçok güçlü ve zengin müslüman dahi bu fikir içinde kendine doğal ve normal gelen bir yan bulur; onu kendi inancına uyarlar: "Beş parmağın beşi de bir değildir; Allah hepsini farklı boyda yarattı."
İslam içine Emevilikten beri sızmış olan birçok çarpık inanç ve düşünce, 20. y.y.ın Batılı Protestan muhafazakarlığı ve onun Sosyal Darwinist arkaplanı ile karşılaşınca aralarında hiç beklenmedik bir aşk doğduğunu ve Emevilerden bize kalan meşum mirasın bu yeni evlilikle tekrar yükseldiğini görüyoruz: Emeviliğin "iktidar ve güç Allah tarafından verilir ve ancak O'nun tarafından alınır; hesabı da yalnızca O'na verilir" fikri; İslam tarihinde o devirden beri insanlar arası eşitsiz ilişkileri kurumlaştırmış birçok feodal gelenek ve görenekler, saltanat, ağalık, kölelik, kadınların ezilmesi, yoksulluğun bir kader olduğu, buna tevekkül ve rıza gösterilmesi fikri, iktidar ve düzen karşısındaki mahviyetkarlık hissi belki devirlerini doldurmuşlardı. Ama onlar bu yeni ve güçlü "özgürlük" ve "doğal düzen" formülasyonu içinde tekrar hayat buldular ve parladılar. Artık bizim için de zayıflık ve fakirlik yardımı gerektiren bir hal değil; böylelerinden kaçılmasını ve uzak durulmasını gerektiren bir "sosyal vebalılık" halidir. Kaçılmalı, aksi halde "veba" bize de bulaşabilir. Doğrusu, insan egemenler ve güçlülerle birlikte olmalıdır, ve bu katlanılması gereken bir zorunluluktan öte ahlaki bir tercihtir; çünkü çok aşikardır ki, "Allah onların yüzlerine bakmıştır." Artık hem dindar bir müslüman olup, hem de nüfusunun ihmal edilemez bir kısmının açlık sınırı altında yaşadığı müslüman ülkelerde, tıpkı Emevilerin ve onların tarihteki takipçilerinin yaptığı gibi malınızı lüks ve ihtişam için harcayabilir; ince zevkler peşinde koşabilirsiniz. Zaten medeniyet biraz da bu değil midir?
Amerika'nın konuyla ilgili yaptığı propagandayı biryana bırakırsak, İslam alemine sunduğu (ve aslında tüm egemenleri tarafından kabul görmüş) "Büyük Ortadoğu Projesi" de pratikte budur: Güçlülere güçlü olma ve güçlü kalma özgürlüğü.
Evet bu "karşı din"dir. Ve buna ancak "din" ile karşı çıkılabilir.
İranlı büyük düşünür Ali Şeriati "İslam Sosyolojisi Üzerine" adlı kitabında Kuran'da bir garip kelime oyunu yapar: "İçinde 'Allah' kelimesi geçen ayetlerden 'Allah' kelimesini çıkarıp yerine 'halk' koyun; anlamda bir değişiklik olmaz", der.
Gerçekten de Kitab'ın Allah adına bizden istediği ahlak ve davranış kaidelerine baktığımızda bunların hepsinin insanların genel faydası ve toplum bütünlüğü ve toplumsal işleyişin sağlıklılığı için olduğunu görmek şaşırtıcı ya da zor anlaşılır birşey değildir. "Allah'ın hakkı", "halkın hakkı" yani tüm insanların hakkıdır.
Dahası Kitap bize "Allah'ın ruhundan üflediğini" söyler (*). Bunun anlamı tartışmalı olmakla birlikte ben tüm insanların O'ndan bir parçayı içlerinde taşıdığını kabul ediyorum. Birçok Sufi ehlinin konuyu bu şekilde anladıklarını biliyoruz; bunların en meşhuru, ne yazık ki sözü yanlış anlaşılan ya da kasten çarpıtılan "ene'l-Hakk" sözü sahibi Hallac Mansur'dur.
Eğer tüm insanlar O'ndan bir parçayı içlerinde taşıyorlarsa kuvvetli ya da zayıf, sıfatça fazla ya da eksik her insan evladına saygı göstermek ve O'nun rızasını onların rızasında aramak Allah'a inancın gereği olur. İnsanlar bu anlamda eşittir ve bu eşitlik basit bir fırsat eşitliği hakkından çok daha fazlasını kapsar.
İdeal düzen arayışı insanın kapasitelerinin özgürce gelişimine izin verdiği kadar, hiç kimsenin eksikliğinden dolayı kayba uğramamasını da dikkate alır. Yüce Allah bir kişiye bazı şeyleri diğerine nazaran eksik verdi ise, fazladan verdiği kişinin görevi kendinde olandan insan kardeşinin eksiğini tamamlamaktır. Dahası insan her konuda mükemmel olamaz; belki bende çok olan onda eksik olduğu gibi, onda çok olan da bende eksiktir. Amaç bu farkları bir yarış vesilesi kılmak değil; birbirinde eksik olanı tamamlamak; eksiği örtmek, bu konuda yardımlaşmaktır: Nahl (16/70): "Allah rızk konusunda kiminizi kiminizden üstün kıldı. Üstün kılınanlar rızklarını kendi altındakilere vermezler ki, rızkta hep eşit olsunlar. Şimdi Allah'ın nimetini mi inkar ediyorlar?"
Amerikan muhafazakarlığının yılmaz eleştiricilerinden bir Amerikalı aydın olan iktisatçı John Kenneth Galbraith geçenlerde öldü. "Kuşku Çağı" adlı eserinde (hafızam beni yanıltmıyorsa) yıllar önce katıldığı Amerikalı elit kesim arasındaki bir partiden bahseder: Zengin ve güçlü Amerikalı kapitalistlerle kadeh tokuşturan bir Protestan vaizi, "Tanrı'nın doğal düzeninin" galipleri olan bu kişilere güvenle şunları söylemektedir: "Bugün sizinle burada nasıl kadeh tokuşturuyorsak, yarın yine cennette böyle kadeh tokuşturacağız." - "Onların girdiği cennete ben girmek istemiyorum" diye yazar Galbraith.
Allah, ortak olduğumuz bu duayı kabul etsin.
Dipnot:
(*) Secde (32/9):
"ve nefeha fiyhi 'min' ruhıhi" (ona ruhundan üfledi) ayetindeki "min" edatı bir öz birliğini kuvvetle düşündürür.
altayu1@yahoo.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder