|
Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı ile yine Türkiye’de siyasi arena karıştı. Sadece eşinin başörtülü olması, onun laikliğe inancı konusundaki verdiği bütün taahhütlere inanılmaması ve laik rejimin tehlikede olduğu çığlıklarının yükselmesine yetti.
AKP iktidarınca çalışmaları başlatılan yeni bir sivil anayasa hazırlığı ise bu karşılıklı güvensizliği yumuşatmak şöyle dursun, endişe ve vehimleri son noktasına kadar getirdi, sinirleri iyice gerdi.
Artık adı medya ve sokak argosunda “laikçi – dinci kavgası” olarak konmuş bir toplumsal fenomene birkez daha tarih ve sosyolojinin ışığında yaklaşmak istedik. Sözkonusu fenomenin adı daha kibar ve akademik çevrelerde “segmentasyon” olarak geçmektedir.
Bildiğim kadarıyla Türk toplumundaki segmentasyondan ilk söz eden Prof. Şerif Mardin hocadır. Dolayısıyla onun adını anmadan bu konuyu işlemek kadirşinaslığa aykırı olurdu.
Kelime anlamıyla segmentasyon “halkalanma” ya da “bölümlenme” demek olup, daha çok biyolojide ve tabii bilimlerde kullanılan bir kavramdır. Kelime “halka” ya da “bölüm” anlamına gelen “segment”ten türemedir. Örneğin biyolojide yer solucanı, bağımsız ve kendi başına yaşayabilme yetisine sahip “segmentlerden” oluşur. Bu nedenle bir solucanı ikiye bölmek ölümüne neden olmaz. Yaralar hızla kapanarak iki ayrı solucan ortaya çıkar. Sosyal bilimlerde çeşitli toplumsal kümeleri adlandırmak için daha çok “sınıf” tabiri kullanılmaktaysa da, sosyal sınıfların, sosyolojide adet olduğu üzere temellendirilegeldiği gelir seviyesi ya da meslek olgusu, Türk toplumunda uzun süredir gözlenen belirgin farklılaşmayı açıklamaktan uzak kalmıştır. Türk toplumunda sınıflar şüphesiz vardır; ama bunlar kendi varlıklarını siyasi-toplumsal olaylar alanında pek belli etmemektedirler.
Siyasilerimiz, Türk toplumunun sınıfsız-imtiyazsız bir toplum olduğunu her vakit ve her vesile ile vurgulamaktan zevk alırlar; ancak durum ilk bakışta anlaşıldığı gibi değildir. Türkiye’de sınıf ilişki-çelişkileri siyasi hayata ya yansımamakta, ya çok az, ya da dönüşerek yansımaktadır.
Bugün Türk toplumu, birtakım semboller etrafında birleşen insanlardan oluşan kümelere ya da “segmentlere” bölünmüş durumdadır. Bu segmentler içinde her sosyal sınıftan insan görmek mümkündür. Siyasette çokça kullanılan bu segmentlerin sembolleri (örneğin bayrak, Atatürk, din, Türklük, Batılılaşma, laiklik gibi) birer sosyal kimlik oluşturmakta olup; sembollere yapılan bir saldırı insanların kendi kimliklerine saldırı gibi anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bu sembolleri korumak için siyasete atılmak iddiası, birçok politikacıya çok oy getirmekte ve onlar da ne için seçildiklerini iyi bildiklerinden, meclis ve sivil siyasette bu semboller kavgası sürüp gitmektedir.
Soyut semboller uğruna mücadelenin bir toplumun insanlarına, somut ekonomik çelişkiler için mücadeleden daha çekici gelmesinin, o toplumun dahil olduğu kültür ve uygarlık açısından iyi mi, yoksa kötü mü olduğunu söylemek zor. Bunun, o uygarlığın yüksek bir düzeye erişmesinden ve insanlara kolaylıkla, gündelik sorunları aşan yüksek idealler aşılayabilmesinden geldiği söylenebileceği gibi; o uygarlığın bir bunama çağına girdiği ve artık hayatın gerçekleriyle bağdaşamadığı da söylenebilir. Bunun tartışması bu yazının konusu dışındadır.
Semboller mücadelesi mi daha şiddetli olur ve bir topluma daha pahalıya patlar; yoksa sınıf mücadelesi mi? Burada ancak şunu kesinlikle söyleyebiliriz: Sınıf mücadeleleri toplumsal iktisadi bölüşümde uzlaşmazlık nedeniyle olduğundan daha reeldirler ve bir uzlaşma zemini bulmak, ya da elde edilecek hasıla için tabir caizse pazarlık etmek, daha olasıdır. Oysa segment mücadeleleri semboller etrafında döndüğünden daha duygusal bir zemindedir ve neyin çatışmaya, neyin uzlaşmaya götüreceğini kestirmek zordur. Ya da başka ifadeyle, kimlik ve kişilik konusunda pazarlık etmek daha zordur.
Kelimenin geniş manasıyla segmentasyon sadece Türk toplumuna özgü bir özellik değildir. Dünyanın bütün toplumlarında ya da milletlerinde bu olguya az çok rastlanır. Bütün toplumlarda hemşerilik, Amerikan toplumu gibi çok dinli bazılarında da din bir ortak semboller kümesi oluşturarak alt kimlikler yaratır.
Aslında bu endişe edilecek bir durum da değildir; insanın toplumsallaşmasını artırdığından faydalıdır ve birçok araştırma-inceleme ulusal düzeyin altındaki bu küçük toplumsallaşmalara önem verirler.
Ancak segmentasyon Türkiye’deki gibi segmenter kimliklerin birbirlerine hasım bir konum almaya başladığı toplumlarda zararlı hale gelmeye başlar. Eğer segmentasyon, karşılıklı tırmandırma ile belli eşik değerleri aşacak olursa da “millet” denen bütün tehlikeye girer. Yakın geçmişte sıksık siyasette gözlediğimiz de bu oldu. Sınıfların varlığı milletin bütünlüğüne bir tehdit oluşturmaz; çünkü sınıflar ayrımı ve ilişkileri, yukarıda da değindiğimiz gibi, toplumsal hâsılanın bölüşüm düzeyinde cereyan eder. Ancak segmentler “idealar düzeyinde” ya da “manevi alanda” bir farklılaşma oluşturduklarından segment bağlılığının uygun koşullarda millet bağlılığının yerini alması tehlikesi vardır.
Sizce bunlar tehlikeyi olduğundan fazla mı abartıyoruz? O halde yakın geçmişte ve hatta şimdi Türk politikasında rakiplerin birbirlerini vatana ihanet, gaflet ve delaletle suçlama sıklığını araştıralım. “Kemalist” ve “İslamcı” kelimeleri etrafında dönen kamplaşmaların ne derece bir toplumsal histeriye döndüğüne dikkat edelim. “İslamcı örgütlenmelerin” varolan düzeni içten yıkmaya çalıştıkları; ya da “Laikçi elitlerin” bu ülkede özgürlükleri ve milli kimliği yok ederek; ülkeyi felakete sürüklemek istediği gibi felaket senaryolarına kulak verelim.
Hemen belirtmeliyim ki, burada bu çatışmanın bir tarafını suçluyor değilim. Müsaadenizle “bütün tarafları” suçlayacağım. Aşağıda açıklayacağım gibi yanlış varsayımlardan hareket etmektedirler ve böyle sürdürürlerse yol açacakları zararlardan tarih önünde sorumlu olacaklardır.
Bu ülkede 30 yıla yakın bir süre insanlar öldürüldü. Özellikle 1970 - 1980 döneminin sokak terörü, çözümlememiz açısından çarpıcıdır. O dönemde şiddet içeren parçalanma “sol” ve “milliyetçi” kavramları etrafında idi. Hepsi de ülkeyi kurtarmak amacıyla hareket ettiğini iddia eden gençlik kümeleri “karşı segmentin” gençlik kümeleriyle çatıştılar. Her iki tarafta da kanaatler samimi ve karşılarındakiler “ülke düşmanıydı”. Bu gençlerin, çatışmalarda en önde yer alanlarının daha çok alt düzey gelir grubu ailelerden geldiklerini görüyoruz. Dolayısıyla bu olaylar da bir sınıf çatışması değildi. Her iki taraf da karşıtlarını “kandırılmış” görüyorlar ve Türkiye için sosyal adalete dayanan ve alt gelir gruplarıyla üsttekilerin arasını kapatmaya yönelik ekonomik reformlar öneriyorlardı.
Bu çatışmaların “şehitleri” bugün de düzenlenen legal-illegal törenlerle anılır. Bu törenlerde bugün coşan, bazen de intikam yemini eden yeni nesiller, aslında bu olaylar olduğunda ya doğmamışlardı ya da küçük birer çocuktular. Ancak “şehitlerini” bu olayları sanki dün kendileri yaşamış gibi bir duygusallık içinde anmaları bize segmenter kimliklerin bu toplumda artık kurumlaştığını gösteriyor. Yani segmenter kültür aynı canlılıkla nesilden nesle devrediliyor.
Yakın geçmişte bazı terör olayları sonucu bu listeye ne yazık ki, örneğin Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı ve Hrant Dink gibi isimler eklenmiştir. Bu olaylar olduğunda da geniş insan kümeleri resmi makamların soruşturmasını beklemeden derhal hükümlerini vermişler ve “segmenter karşıtlarını” toptan suçlamakta bir sakınca görmemişlerdir.
Bu çatışmalara karışanların ya da karşıtlarınca suçlanan bazı mihraklarla ilişkisi olanların bu toplumda azınlığı teşkil ettiği, dolayısıyla böyle bir toplumsal çözümlemede delil teşkil etmeyeceği gibi karşı iddialar ileri sürülebilir. Ancak hepimiz biliyoruz ki, bu şekil toplumsal hadiselerde uç veren unsurlar her zaman benzer görüşleri paylaşan büyük kitlelerin daha aşırı ve küçük bir bölümüdür. Katılım az olsa da sempati çevresi çok daha geniştir. Nitekim 1970-80 arası dönemden sonra gelen sıkıyönetimin yetkilileri de “kahveler bölünmüştü; aileler kız alıp vermeyi bırakmıştı” gibi açıklamalar yaptılar.
Bütün bunlara bakarak segmentasyonun Türk toplumunda yıllardır sürdüğünü ve son birkaç yılın eseri olmadığını söyleyebiliriz. 1970-80 arası dönemde segmenter kimlik “sol” ve “milliyetçi” çelişkisiyle açığa çıkmıştı. Sonra isimler değişerek “Kemalist” ve “İslamcı” kelimeleri şöhret buldu. Bir başka fark; 12 Eylül 1980’den önce sol ve sosyal demokrat çizginin “kökü dışarıda bir fikriyata” mensup olmakla suçlanmasıydı. 28 Şubat 1997’den sonraki dönemde İslamcılık aynı şeylerle suçlandı. Ancak bunlar yeni oluşumların adı değildir; aşağıda açıklayacağımız gibi temelde sürekli olan karşıtlık her dönemde yeni bir çehreye bürünmektedir.
Çatışmacı segmentler için karakteristik olan; sadece Türkiye’de değil Batılılaşma şoku ile karşılaşmış birçok doğu toplumunda da görülmeleridir. Doğu toplumları deyince İslam ülkelerini, Rusya’yı ve kimi Balkan ülkelerini kastediyoruz. Bu ülkelerin tarihlerinde de birbirine çok benzer şekilde bir “din-dünya birliği” telakkisine rastlıyoruz.
“Din-dünya birliği”, Ortodoks Hıristiyan dünyada ve İslam dünyasında rastlanan, Batı Avrupa toplumlarına genellikle yabancı bir tarihi vakıadır. Ortodoks ve Müslüman toplumların kendi tarihsel gelişim süreçleri içinde siyasi iktidar din müessesesini de bir “devlet kurumu” haline getirdiğinden, bu toplumlarda felsefi özerklik ve bunun somuta yansıyışı olan kurumsal özerklik yoktu. Siyaset, din ve toplum yekpare bir bütün arzederdi. Bu bütünün oluşturduğu uyumlar dünyasında toplumun bütün unsurları vücuttaki çeşitli organlar gibi konumlarını alırlardı.
Bütün müesseselerin “tek ve ideal” bir amacı vardı. Bu toplumlarda bütünlüğü “amaç birliği” sağlardı; bunun bugüne ilişkin karşılığı “kültürel milliyet” bağıdır; yani o milletin kültürünü kabul eden herhangi biri, aslı ne olursa olsun o milletten olur.
Batı Avrupa toplumlarının, en azından son 400 yıllık tarihi, dini dünyevi kurumlar arasında gergin ilişkiler ve dolayısıyla kategorik ayrımlara dayandığından, Batı toplumları içinde Modern Çağ’a yol açan hareketler, ilk dönemleri hariç, topluma tehdit olarak algılanmadı; çünkü bu toplumlar kategoriler kargaşasına alışkındı. Bu tarihsel süreç içinde giderek toplumsal bütünlüğü “köken bağı” sağlar oldu. Bunun bu güne ilişkin karşılığı “etnik milliyet” bağıdır; o milletten olmak için soy olarak o millete dahil olmak gerekir.
Bunun bugün Batı’da tek büyük istisnası Amerika Birleşik Devletleri’dir. Burada toplumsal bütünlüğü “ülke bağı” sağlar. Amerikan tarihi boyunca türlü güçlüklere katlanarak bu ülkeye göçmüş insanların ve onların soyundan gelenlerin bu ülkeyi bir “ideal” kabul ettiği varsayılır.
Yukarıdaki satırlardan anlaşıldığı gibi, arka-plan çözümlemesini, Doğu toplumlarının “idealar dünyasına” dayandırarak ya da F. Fukuyama’nın tabiriyle “timotik düzeyde” yapıyorum. Bilindiği gibi, “Timos” Eski Yunan’da insan ruhunun öfke, gurur ve saygı gibi duyguları salgılayan bölümüdür. Çözümlemeyi böyle yapmanın iki sebebi var:
1) Daha önce belirtildiği gibi, konu bir toplumsal bölüşüm sorunu değildir; dolayısıyla somut düzeyde değildir. Soyuttur; kimlikle ve bunun etrafında dönen “hayat tarzları” ile ilgilidir.
2) Modern dünyanın dayattığı teknolojik ve bilimsel ilerleme, sanayileşme ve şehirleşme gibi somut yenilikler konusunda herkes fikir birliği içindedir. Bunlar çatışma konusu değildir.
19. y.y.da Batı’nın ilerleyen dalgası en şiddetli sadmeyi İslam dünyasında yaptı. Birçok İslam ülkesi bir anda sömürge haline geldiği gibi; bundan kurtulabilen kimi bazıları, örneğin Türkiye ve Iran, eski “parlak” günleri ile kıyaslanamaz bir horlanma ile karşı karşıya kaldılar. Felaket ölçüsüz derecede büyüktü. Bir toplumun var kalması ya da sömürgeci güçlerce yutulması sözkonusuydu. Bu olağanüstü halde süratle ve çok da ayrıntılandırılmamış bir takım gelecek projeleri geliştirildi. Bunlar kabaca iki bölüme ayrılabilir:
1) Eski toplumsal düzeni ve onun temellerini oluşturan gelenek ve dini telakkiyi tavizsiz korumak; teknolojik ve bilimsel gelişmeyi sağlamak; hatta mümkünse bu gelişmeyi ordu gibi çatışmada en ileri cepheyi oluşturan kurumlarla sınırlamak.
Ancak bunun nasıl olabileceği konusunda inandırıcı bir plan ve program önerisi olmadı.
2) Tam Batılılaşmış bir millet olmak. Yani teknolojik ve bilimsel gelişmeyi Batı tipi bir toplumsal modelin ürettiği varsayımıyla bütün toplumu Batılılaştırmak.
Ancak burada da toplumsal kimliğin, dolayısıyla toplumsal varlığın nasıl korunacağı konusunda inandırıcı bir plan ve program önerisi olmadı. Doğu toplumları 20. y.y.a bu fikirlerin oluşturduğu kargaşa ortamı içinde girdi.
Ortodoks dünyada radikal Batılılaşmacı bir proje olan Marksizm, gerekirse şiddet uygulanarak yürürlüğe kondu. İslam dünyasında ise siyaset düzeyinde genellikle eklektik (yani her iki fikir demetinden de unsurlar taşıyan) projeler uygulanmaya çalışıldı (Kemalizm ve daha az ölçüde Nasırizm gibi). Ancak bu projeler de sorunu tam olarak halledemedi ve sonuçta İslam ülkelerinde (Türkiye dahil) bugünün, tabir caizse “yarılmış toplumsal bilinç dışı” oluştu. Siyasette, sanatta ve diğer toplumsal faaliyet alanlarında “Batıcılar” ve “Gelenekçiler” ortaya çıktı.
Sorunları çözmeye başlamak sorunların varlığını kabul etmekle başlar. Bugün bu ülkede, en azından sivil siyaset düzeyinde, bu bölünmenin tezahürlerini görüyoruz: Modernleşmek ve Batılılaşmak ya da Türk ve İslam kalmak. Elbette bu iki ana fikir akımının temsilcileri, karşı tarafı simgelemek için kullandığımız kelimelerin kendilerine de ait olduğunu söyleyeceklerdir. Bu satırların yazarı da bu konudaki samimiyetlerine itiraz edemez. Burada sözkonusu olan baskın sembollerdir ve bu semboller etrafında oluşmuş olan segmentler için sorunun mantık düzeyinde tartışmasından çok sembollerin bizatihi kendilerine bağlılık önemlidir. Çünkü artık onlar bir KIMLIK oluşturmaktadır.
Şimdi Türkiye’deki çatışmanın bütün taraflarını neden suçladığıma geliyorum. Her iki taraf da yanlış bir varsayımdan hareket etmiş; ve kendi segmenter özelliklerini bütün millete teşmil ederek karşı tarafı “küçük bir azınlık” gibi göstermeye çalışmıştır. Oysa bu toplum içinde bir tarafa ilgi gösteren kadar öbür tarafa da ilgi gösteren olduğunu anlamalıyız.
Toplumsal bilinç dışı bu şekilde yarılmış ülkelerde, devlet ve siyaset elidinin de bir “orta yolcu” kimlik üretmeleri ve bölünmeyi engellemek için gerekirse antidemokratik yöntemlerle bunu topluma giydirmeye çalışmaları garip karşılanmamalıdır. Bu, ülkesini birlik ve beraberlik içinde görmek isteyen her devletin “gayrı ihtiyari” bir refleksidir. Türk Devleti de “Kemalist milliyetçiliği” böyle bir devlet kimliği olarak benimsemiştir. Ancak 20. yüzyılın büyük bölümü boyunca süren bu “kimlik dikte etmek” pek başarılı bir sonuç vermedi. Hepsi de aslında “bütünlük ve uyumu” arayan bir Doğu kültürünün etkisi altındaki Batıcılar, Gelenekçiler ve Devlet, satranç oyununda şah çekmenin imkansız olduğu “pat” durumuna benzer bir hal oluşturdular.
Burada sözlerimin yanlış anlaşılmaması için şunu vurgulamakta fayda var:
Türkiye’deki insanların büyük çoğunluğu İslam dinine mensup olmaktan mutlu olduğu gibi, cumhuriyetin önemini de kavramakta ve Milli Mücadele’yi zaferle bitiren Mustafa Kemal Paşa’yı da büyük bir kahraman olarak sevmektedir. Ancak değişik segmentler arasında ve segmentlerle resmi devlet ideolojisi arasında İslam dininden anlaşılan farklı olduğu gibi, cumhuriyetten ne anlaşıldığı ve Mustafa Kemal Atatürk’ün ne yaptığı ya da yapmak istediği konusunda da farklı kanaatler vardır. “Yoktur” diyen olursa, Türk demokrasisinin, kitlelere mal olmak açısından geliştirdiği en başarılı proje olan merkez sağ fikriyatın iktidarlarına genellikle askeri darbelerin son verdiğini; dolayısıyla, en azından ordu ile kitle partileri arasında temel konularda görüş ayrılığı olduğunu hatırlatmak isterim.
Sorunun çözümü için böylece ilk adımın ne olduğu ortaya çıkıyor: Nispi bir istikrar oluşturmuş bu pat durumunu, milletin üzerinde uzlaştığı yeni bir proje gelene dek bozmama. Tabii ki bu bir ara çözümdür. Ve sorunları sürekli erteler.
“Artık kaybedecek vaktimiz kalmadı; sorunu hızla çözelim” diyerek tek yanlı ve iyi düşünülmemiş bir müdahale sorunları daha da içinden çıkılmaz hale getirir.
Buna iyi bir örnek yakın geçmişteki sekiz yıllık temel eğitim konusudur. Tarafların konuyu o dönemde nasıl ele aldığını hatırlayınız.; tipik segmenter çatışmaya işarettir. Kısa zamanda bayraklaştırıldığından bütün demokratik ve makul ülkelerde olduğu gibi teknik düzeyde tartışmalar değil; savaş halini andıran duygusal sahneler yaşandı . Ben, o dönemde sekiz yıllık “kesintisiz” eğitimin niçin “kesintilisinden” daha iyi ya da kötü olduğu konusunda bu kadar karşılıklı ısrarı haklı çıkartacak makul ve teknik bir tartışma izlemiş değilim.
Çocuklarımızın sekiz yıllık temel eğitim almasına ben de taraftarım. Ama yeri gelmişken; bu projeden maksat, İmam Hatip Liseleri’nin orta bölümlerini kapatarak gelenekçi İslamcı partilerin taraftar kazanmasını önlemek ise, yüzyıl başı Osmanlıda öne sürülen “medenileşmek için toptan Hıristiyan olalım” gibi fikirler bana daha gerçekçi geliyor. Devletin, milletine dinini öğretmek için açtığı okulların kamu düzenini bozduğu iddiası segmenter çatışma içindeki Türk kamuoyunda çok ciddiye alınabilir; ama hiç olmazsa bu iddianın yurtdışında duyulmamasını sağlamalıyız; çünkü ben ülkemin yurtdışında alaycı tebessümlerle izlenmesini görmek istemiyorum.
Öte yandan gelenekçi segmentin liderleri de, bütün okulları İmam Hatip yaparak toplumsal seyirde değişiklik yapacağını zannediyorsa, burada İmam Hatip kökenli ateist dostlarımı anmadan geçemeyeceğim. Nihayet insan özgür bir varlıktır. Kendi seçimini kendi yapar. Bu tür çekişmelerin hasıl ettiği bir tek sonuç olacaktır: Segmenter kimlik karşıtlıklarını tırmandırma. Oysa politika bir “maliyetleri düşürme” sanatıdır. Toplum zaten akacağı mecrada akmaktadır. Politikanın görevi bu akışı kolaylaştırmak ve toplumsal maliyetleri düşürmektir.
Devlet bu tür sürtüşmelerde taraf tutmamak zorundadır. Çünki eğer devlet gücü bir segmentin yanında öbürüne karşı seferber edilerek milli birlik sağlanmak istenirse, nihai zafer için Türk milletinin bir ya da öbür yarısını imha etmek gerekir. Ancak devletin tarafsızlığı ne yazık ki, bu olayları izleyen yıllarda geniş bir şekilde konan ve imam hatip liseleri ve ilahiyat fakültelerine de yaygınlaştırılan başörtüsü yasağı ile zedelendi. Şimdi, üyesi olmaya çalıştığımız Avrupa Birliği vatandaşı bir İngiliz ya da Fransıza müstehzi gülümsemelerle baş sallatacak şöyle bir olay gelişiyor: Devlet okulları olan imam hatip liseleri ve ilahiyat fakültelerinde verilen din eğitiminde kadınların başını örtmesinin dinin bir emri olduğu çocuklara ve gençlere öğretilir; yine devlet kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı da verdiği bir fetva ile bunu teyit eder. Okullarına ve hocalarına güvenen iyi niyetli çocuklar ve gençler de bu bilgiyi aldıktan ve kabul edip uygulamak üzere başlarını örttükten sonra da başörtüsü bu okullarda yasaklanır. Eh ne demişler: “Bien pour l’orient."
Bu satırların yazarınca çözüme ikinci adım, Türkiye’de işleyen, yani karşılıklı diyalog sağlayan bir demokratik düzen oluşturmaktır. Demokratik bir devlet, bütün görüş ve fikirlere eşit uzaklıkta olmalı; tartışmayı sonuna dek güvenceye almalı ve şiddeti de şiddetle cezalandırmalıdır. Bunun yolu bütün fikir yasaklarını kaldıracak; ancak yer, zaman veya hedef göstererek insanları şiddete sevketmeyi yasaklayacak bir fikir hürriyeti kanunundan geçiyor. Bu kanundaki tanımlar açık ve net olmalı; uygulamada fikir hürriyetini engelleyecek şekilde yozlaşmalara izin verilmemelidir.
Bu makalenin hacminin kapsamlı bir araştırma için çok dar olduğu açıktır. Bu nedenle yazılanlardan maksat yeni bir perspektifi tartışmaya açmak ve yeterli araştırmaların yapılabilmesi için bir uyarıcı olmaktır. Sonuçlarımızı tekrarlarsak, ülkemize sürekli vakit ve enerji kaybettiren toplumsal segmenter çatışma sorununun çözümüne iki aşamalı bir yaklaşım önerdik:
1) Devletin tarafsızlığı: Devletin karşıt toplumsal segmentler arasında tercih yapmaya kalkarak dengeleri bozmaması. Bu uygulama uzun yıllar başarıyla tecrübe edilmiş olduğundan itiraz edilecek bir yanı yoktur.
2) Demokrasinin geliştirilmesi: Toplumun üzerinde ittifak edeceği bir çözümün ortaya çıkması için insanlığın elindeki en gelişmiş yöntem olduğundan, burada da itiraz edecek bir yan yoktur.
Birkez daha tekrarlamalı ki, sorunları çözmeye başlamak sorunların varlığını kabul etmekle başlar. Segmentasyon toplumsal bir vakıa olarak kabul edilmesi ve her siyasi sıkıntıya düşüldüğünde kaşınmaması gereken bir toplumsal vakıadır.
Ama tuhaf bir şekilde “milli birlik ve beraberliğe çok ihtiyacımız olduğu şu dönemde ...” diye başlayan siyasi söylevlerin büyük çoğunluğu devamında bir segmentin değerlerine saldırır. Segmentasyonun nedeni toplumumuzda 200 yıldır devlet elitleri eliyle yürütülmeye çalışılmış batılılaşmadır. Ama segmenter bir topluma yönelik bir yazı yazdığımdan, burada Batılılaşmanın kötü birşey olduğunu kastetmediğimi de yazıma eklemek zorundayım. Bu anlamda artık uyum içinde bir Osmanlı toplumu değiliz; aradan geçen iki yüzyıl içinde başka birşey olduk.
Batılı da değiliz; çünkü (bütün segmentler dahil) gerek yönetici elitler gerekse de halk olarak, toplumsal bilincin 200 yüzyıllık Batılılaşma ile cilalanmış ince katmanı kaldırıldığında, hala alttan Şark despotizmi ve feodal yapılarının çıktığı görülüyor.
O halde doğru siyasetin ilk gereği kendimizi tanımaktır. Bu zaten bütün bilgilerin de temelidir. Bilimin görevi burada başlıyor; siyasetin bilimi dinlemesinin gerekliliği de ...n
1Bien pour l’orient: Fransızca “Doğu için iyi.” Fransız edebiyatında Doğu ülkeleri ve özelde Osmanlı ve Türkleri hicvetmek için kullanılan deyim. Aslında Batılı standardın altında kötü olan ama Doğu’da yapıldığında yine de kabul edilmesi gereken şeyler; çünkü Doğu’da standartları gelişmişlik seviyesine uygun şekilde daha düşük tutmak gerekir.
Burada kaydedilmesi gereken bir başka nokta, kendimiz hakkında en değerli kanaatin kendimizinki olmasıdır. Ancak biz kendi anlayış biçimlerimizin çözümsüzlüğü içinde öylesine boğulduk ki, bakışımızı tazelemek için ister istemez Brechtvari bir yabancılaştırma efekti gerekiyor. |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder