Aşağıda Henry Kissinger’ın 10 Mayıs 1982’de Kraliyet Dışişleri Enstitüsü’nde (Royal ınstitute of International Affairs) Dışişleri Sekreterliği Ofisi’nin 200. kuruluş yıldönümü nedeniyle yaptığı konuşmanın metnini bulacaksınız. Konuşmanın başlığı: "Savaş Sonrası Dışpolitikaya Britanya ve Amerika’nın Yaklaşımları"dır.
Çevirenin Notu: Konuşma 1982’de yapılsa da konuların güncelliği bugünün kimi meselelerini anlamak için okunmasını zorunlu kılıyor.
Michael Howard, ilk derslerinde benim düşündüğümü doğrulamıştı: ABD de Britanya’nın bir Dışişleri Ofisi kurmasında pay sahibidir. Dışişleri Dairesi Yorktown Savaşı’ndan (Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nda bir çarpışma) kısa süre sonra kurulmuştu. O zamanın Amerika’yı yoldan çıkaran "politikacıları" nedeniyle daha profesyonel bir mekanizma ile Britanya’nın yeni ortaya çıkan alanındaki "Dışilişkiler"i yürütmenin gereği ortaya çıkmıştı.
O günden beri Britanya ve Amerika’nın birbirlerinin tarihinde önemli rol oynamadıkları bir zaman olmadı. Genelde yapıcı ve yaratıcı bir ilişki oldu; belki de milletlerin ilişkiler tarihinde en uzun sürelisi. Son 200 yıl birbirimize değişik şekillerde yaklaştık, ve dış ilişkileri değişik perspektiflerden ele aldık. Sonuçta ve tartıldığında ilişkimiz dünya barışına hayli katkı sağladı. Bu özellikle 2. Dünya Savaşı sonrası dönem için böyledir.
İkinci Dünya Savaşı’ndaki ve erken savaş sonrası dönemin İngiliz-Amerikan ittifakının muhasebesi yapıldığında dikkatler Franklin Roosevelt ile Winston Churchill arasındaki farklı milli tarihlere dayanan önemli değişikliklere takılır. Bekasına hiçbir zaman bir yabancı tehdit almamış olan Amerika savaşları kötü kişi ya da kurumlarca çıkarılmış bir sapkınlık olarak görmüş; zaferden Mihver’in kayıtsız şartsız teslimini anlamıştır. Britanya kendi tarihi deneyi saldırganlığın çok çeşitli şekiller alabileceğini görmüş, dikkatlerini savaş sonrası dünyaya çevirerek savaş zamanı stratejiyi değiştirerek Orta Avrupa’da Sovyet yayılmacılığının önünü almaya çalışmıştır. Birçok Amerikan lideri Churchill’i güç politikalarına fazlaca kafasını takmakla, aşırı anti Sovyetçi olmakla, şimdi Üçüncü Dünya denen partiye karşı sömürgecilik taraftarı ve Amerikan idealizminin hep temayül ettiği yeni bir dünya düzenine hiç ilgi göstermemekle suçlamışlardır. İngi-lizler ise şüphesiz Amerikalıları naiv, aşırı ahlakçı ve dünya dengelerini gözetmekteki vazifelerini ihmalci görmüşlerdir. Tartışma Amerika’nın istekleri doğrultusunda ve – benim görüşüme göre, savaş sonrası güvenliği feda edilerek sonlandırıldı.
Çok şükür ki, Britanya’nın Amerika'nın sonraki yıllarda hızla uyanıp olgunluğa ermesine ağırlıklı etkisi oldu. 1940’lar ve 50’lerde iki ülke birlikte Sovyetler Birliği’nin jeopolitik meydan okumasına karşı cevap verdiler ve savaş sonrasının Batı işbirliği mekanizmalarının kurulması için liderliği ele aldılar; bu bir kuşak boyu güvenlik ve refah getirdi.
Bu süreçte adeta mizahi bir rol değişimi de yaşandı. Bugün güç dengelerine kafayı takmakla suçlanan ABD ve Avrupalı müttefiklerimiz bizi ahlaki sorumluluklardan kaçmakla suçluyor.
İnanıyorum ki, demokrasiler arasındaki üstün işbirliği gazete manşetlerinin konusu geçici sürtüşmeleri aşacak ve daha önemlisi ülkelerimizin karşılaştığı yeni somut tehditleri göğüsleyecektir.
Dış Politika Felsefeleri
Britanya ile Amerika arasında 2. Dünya Savaşı ve sonrasındaki tartışmalar şüphesiz tesadüfi değildir. İngiliz politikası iki yüz yıllık Avrupa güç dengeleri tecrübesine dayanıyordu, Amerika ise 2 yüzyıl bunu reddetmişti.
Amerika kendini dünya olaylarından soyutlanmış görürken, Britanya yüzyıllarca herhangi bir ülkenin Avrupa kıtasında hakimiyet kurmasının, bu hakimiyetin içyapısı ya da metodu ne olursa olsun, Britanya’nın bekasını tehlikeye soktuğu gerekçesiyle dikkatli bir alarm halinde idi. Amerikalılar savaşların, liderlerin ahlaki zayıflığı nedeniyle çıktığına inanırken, İngiliz görüşü saldırının haklı nedenler kadar fırsatlara da dayandığı ve belli bir güç dengesiyle sınırlandırılması yönünde idi. Amerikalılar diplomasiyi zaman zaman gerekli görürken – bir takım birbirinden ayrı olayları kendi isteklerine göre çözmek için – Britanya onu herzaman organik bir tarihsel süreç olarak gördü ve doğru yönde seyrini sağlamak için sürekli müdahalenin gereğine inandı.
Britanya çok nadiren ahlaki mutlak temeller öne sürdü ya da güvenini teknolojinin nihai etkinliğine bağladı, oysa bu alanda çok gelişmeler sağlamaktaydı. Felsefi açıdan o hep Hobbes’çu oldu: Hep en kötüsünü bekledi ve hiçbir zaman düş kırıklığına uğramadı. Ahlaki konularda Britanya geleneksel olarak hep uygun bir ahlaki egoizm uygulamıştır; yani Britanya için iyi olanın diğerleri için de iyi olduğuna inanmak. Bunu yürütmek tarihi bir kendine güven gerektirir, tabii sinir sağlamlığı da. Ama o bunu her zaman bir tabii ılımlılık uygar bir insancıllıkla uyguladı ve böylece varsayımları hep haklı çıktı. 19. y.y.da Britanya politikası bir –belki de tek- denge unsuru olarak Avrupa sistemini 99 yıl büyük bir savaş olmadan barış içinde birarada tuttu.
Amerikan dışpolitikası çok farklı bir geleneğin ürünüdür. Kurucu Babalar şüphesiz geniş kültürlü kişilerdi; Avrupa güçler dengesini kavradılar ve onunla oynayarak bağımsızlığı kazandılar. Ama bundan bir küsur yüzyıl sonra Amerika, iki okyanusça çevrili olmanın sağladığı rahat içinde –ki bunlar Kraliyet donanmasınca korunuyordu- nevi şahsına münhasır bir görüş geliştirerek talihin zaten olayların doğal seyri içinde olduğu, dolayısıyla dünya politikasına müdahalenin bizim isteğimize bağlı olduğuna inandı. Biryanda (İngiliz Başbakanı) George Canning Monroe doktrinini dünya dengesi içinde bir yere koyup "Yeni Dünya’yı eskisinin dengelerini düzenlemek için yarattık" derken, Amerikalılar tüm Batı yarıküreyi özel bir yer gördüler, burası dünyanın geri kalanından tecrit edilmişti. Yarattığımız millet bilinçli olarak "kendinden zahir" gerçeklere inandı, ve Amerikan kamuoyunun tartışmalarında dünyaya katılmamız (ya da katılmamamız) hep ahlaki nedenlere tabi kabul edildi. Coğrafyamızın bize bu lüksü sunmuş olması Tanrı’nın bizi sevdiğinin bir delili idi, bunun karşılığında O’na borçlu idik ve rekabetçi ve kimi zaman da şüpheci ve her zaman göreli Avrupa güç politik stili Amerika’da hep rezil ve kaçınılması gereken bir örnek ve bizim ahlaki üstünlüğümüze bir delil olarak görüldü.
Amerikan dış politik tartışmalarında, 20. y.y.ın büyük bölümünde bile, "güç dengesi" tabiri aşağılayıcı bir takı yapmadan –"çağdışı" güç dengesi, "iflas etmiş" güç dengesi gibi- çok az yazılmış ya da konuşulmuş birşeydir. Woodrow Wilson Amerika’yı 1. Dünya Savaşı’na soktuğunda beklenen Amerika’nın et-kisi ile savaş sonrası düzenin "yeni ve daha mükemmel bir diplomasi" ile yönetileceği, al takke ver külah düzeninin, sırların ve demokratik olmayan uygulamaların biteceği düşünülüyordu; zaten savaşa da bunlar yolaçmıştı. Franklin Roosevelt, 1945’te Kırım Konferansı'ndan döndüğünde Kongre’ye savaş sonrasının "tekyanlı müdahaleler, özel ittifaklar, inhisar alanları, güç dengeleri ve yüzyıllara damgasını vurmuş diğer tedbirler döneminin kapanacağını umduğunu – ama haklı çıkmadığını" söylemiştir. Hem Wilson hem Roosevelt kolektif güvenlik sağlayan bir evrensel örgüte güvenlerini bağlamışlardı; burada barışsever milletler saldırganlara karşı savunma ve savaş için işbirliği yapacaklardı. Tüm milletlerin neyin saldırganlığa yolaçtığı konusunda fikir birliğine varacakları ve ona karşı çıkmayı, nereden gelirse gelsin, kendilerinden ne kadar uzak olursa olsun, ya da onda kendi çıkarları ne olursa olsun eşit derecede isteyecekleri varsayıldı.
Amerikan görüşüne göre milletler ya doğuştan barışsever ya da doğuştan savaşçıydı. Dolayısıyla 2. Dünya Savaşı’ndan sonra "barışsever" ABD, Britanya SSCB biraraya gelerek dünyanın Almanya ve Japonya’ya karşı jandarmalığını yapacaklardı; bu eski düşmanlar her nekadar kayıtsız şartsız teslim olsa da potansiyel tehlike taşıyordu. Eğer savaş zamanı müttefiklerimizin barışseverliğinden kuşkusu olan varsa bu kuşkular birçok Amerikan liderinin gözünde Britanya ya da SSCB’ninkinde taşıdığından fazla önem taşımıyordu: Roosevelt, güç dengelerine oynayan sömürgeci Britanya ile ideolojik yaramaz Sovyetler Birliği arasında bir bağlantısızlar hareketini ciddiye almadı. Truman bile Churchill ile Potsdam Konferansı öncesinde buluşmamaya özen gösterdi; SSCB’ye karşı Britanya ile "aynı safta" görünmek istemiyordu. Amerikan liderlerinin gizli rüyası, eğer büyük güç çekişmesi kaçınılmaz olursa, kendilerine daha sonra bağlantısızların alacağı rolü biçmekti: Ahlaki arabuluculuk; böylece uluslar arası diplomasinin pis oyununa girenlerin kendilerine tepeden bakan yargılarını kırıp atacaklardı.
1949’a gelindiğinde Dışişleri Bakanlığı Senato Dışilişkiler Komitesi'ne bir tezkere sunarak, Kuzey Atlantik Paktı’nı (NATO) diğer geleneksel askeri ittifaklardan kuvvetle ayrı ve dünya dengelerine yönelik her ilişkinin üstünde gördüğünü vurguladı. Pakt, bu tezkereye göre, "kimseye yönelik değildi; sadece saldırganlığa yönelikti. Amaç değişen bir "güç dengesini" düzenlemek değil, "ilkeler dengesini" güçlendirmekti.
Son onyıla dek Amerikan tercihi tarihi tecrübenin aşılabileceğine, problemlerin nihai olarak çözülebileceğine ve ahengin insanlığın normal hali olabileceğine inançtı. Bu nedenle diplomasimiz sık sık uluslar arası hukuktan, onun yaptırımları ve barışçı çözümlerinden dem vurdu; sanki tüm politik çekişmeler hukuki çekişmelerdi ve akıl sahibi insanlar adil bir çözümde uzlaşabilirlerdi. Theodore Roosevelt 1905’te Rus-Japon savaşındaki arabuluculuğu için Nobel barış ödülünü kazanmıştı. Alexander Haig’in Falkland sorunundaki çabasının ardında uzun bir gelenek vardı. Ayrıca eski bir Amerikan inancına göre ekonomik refah otomatik olarak politik istikrar getirirdi; bu inanç Herbert Hoover’ın 1. Dünya Savaşı’ndan sonraki yardım çabalarından Marshall Planı'na ve oradan son Karayip İnisiyatifi’ne dek temel oluşturdu; dünyanın birçok köşesinde ekonomik gelişme ve politik istikrarın gelişim zamanlarının birbirleriyle uyuşmadığını bir yana bırakıyorum. Bu yüzyılın iki dünya savaşına ve sonrasına katılımımız ve enerjik tavrımız çabalarımızın bir gün son bulacağı ve ondan sonra da milletler arasında tabii ahengin sağlanmış olacağı inancına bağlıdır.
Tabii düş kırıklığı kaçınılmaz oldu. Amerika ahlaki bir haçlı seferi ile kızgın bir izolasyonizm arasında, aşırı yayılma ile kaçış arasında, sabit fikirlilik ile gönül almanın aşırı uçları arasında gidip geldi. Ama tarih bize iyi davrandı. Uzun süre bizi temel tercihler yapma gereğinden azat etti. Dengeyi koruma görevine çağrılmadan –uzun süre Britanya’nın "bedava" verdiği bir hizmet- dünya politikalarına sürekli katılımın, nihai sonuçlar ya da çözüm olmadan süresiz çabanın sorumluluğundan kaçabildik.
ABD 1945’ten sonra barış zamanı sürekli diplomasinin dünya sahnesine çıktıktan sonra bile, bunu kendi tarihi beklentilerimizin doğrulandığını gösterir koşullarda yaptık. Birkaç onyıl bol kaynaklarımızla çözümlerimize güç sunabildik ve böylece dış politikayı 1930-40’ların büyük oluşum süreci tecrübesinde yapabildik: New Deal Marshall Planı’na dönüştü; Nazilere karşı direniş Kore’de "politik müdahale" ve "sınırlandırma" (containment) politikasına dönüştü. Batı ittifakı içindeki hakimiyetimizi üstün gücümüz yerine hareketlerimizdeki soyluluğa bağlamayı tercih ettik. Aslında ABD Dünya GSMH’sının yarısını ve atom tekelini elinde tutuyordu. NATO müttefiklerimiz, bağımlılıkları nedeniyle kendilerini bağımsız milletler değil Washington karar alma mekanizması içindeki lobiciler gibi gördüler.
Dolayısıyla 1960’larda ve 70’lerde ABD kendi gücünün sınırlarının da farkına vardığında sarsıcı bir uyanış oldu. Şimdi Dünya GSMH’nın %20’sinin biraz üstünde bir payla ABD hala güçlüdür, ama egemen değildir. Vietnam bir şok ve hastalık idi, ama zamanla kabul edildi. 1970’lerle ilk defa ABD Avrupalıların hep bildiği türden bir dış politika uygulamak zorunda kaldı: Birçok ülke içinde biri, dünyaya hükmedemez, ondan kaçamaz da; uzlaşmalar, (diplomatik) manevralar, güç dengesindeki küçük kaymalara bile dikkat, sürekliliğin anlaşılması ve olayları birbirine bağlamak gereklidir.
Alışılmış iç tartışmalarımız bu uyumun eksikliğini ve acısını yansıtır. Amerikan sağı hala jeopolitik çaba olmadan ideolojik zafer bekler; Amerikan solu hala Dünyayı güçle kirletilmemiş iyiniyetle reforme etmek ister. Bir senteze yaklaşıyoruz, ama bu yavaş, acılı ve sıkıntılı bir süreç olacak.
Özel İlişkinin Tabiatı
Bu kadar farklı geleneklerden iki ülkenin dayanıklı bir ilişki kurabilmeleri kendi başına bile dikkat çekicidir. Sıkı İngiliz-Amerikan "özel ilişkisi" dönemleri bugün özlenir olsa da, bunlar kavga dönemleri de oldu.
Uzun bir süre tarihlerimizin farklı boyutlarına vurgu yaptık; birden çok anlamda farklı zaman boyutlarında yaşıyorduk. "Alabama Olayının" bir yüzyıldan daha da önce çözüme bağlanması ( ) ile Amerikan ve İngiliz çıkarları paralel yürümeye başladı. Gizlilik Atlantik’in bu yakasında daha gerekli görüldü (yani Britanya’da) ve Britanya kendisini ABD’ye karşı sıkıntıya düşürecek ittifaklardan kaçındı; bunların arasında yüzyıl başında Almanya’dan gelen ve aslı çıkmayan bir teklif de vardı. Amerikan hafızası daha uzun dayandı: 1. Dünya Savaşı geçici bir çaba idi; sonra izolasyonizme geri çekildik. 1920’lerde ABD Donanması hala Britanya Donanması ile savaş halinde uygulanacak "Kırmızı Planı" saklıyordu.
Hitler’le savaşa dek bu ara kapanmadı. Savaşın hemen sonrasında, felsefi öncüller ne olursa olsun, ortak gerekleri buyuran stratejik koşullar nedeniyle bir arada kaldık. Amerikan kaynakları, organizasyon ve teknoloji imkanları ile Avrupa güç dengesini anlamada İngiliz tecrübesi hep birlikte Sovyetler Birliği’nden gelen tehdide karşı durmak için gerektiler. Marshall Planı ve Kuzey Atlantik Paktı resmen Amerikan girişimleri idilerse de, İngiliz tavsiyeleri ve İngilizlerin çabuk ve etkin bir Avrupa cevabını organize etmeleri olmadan mümkün olamazlardı. Ernest Bevin, ilk dersinde Profesör Howard’ın söylediği gibi, Avrupa'nın cevabının vazgeçilmez mimarlarından ve Britanya’yı hakimiyetten etkileme politikasına götüren güvenilir bir yönetici idi.
O zaman bile İngiliz Amerikan sürtüşmelerine rastlanılıyordu. Filistin’e Yahudi göçü konusunda şiddetli kavga, atom işbirliği konusunda yanlış anlamalar, İran petrolü ile ilgili rekabet, Kiralama-Ödünç Verme (Lend-Lease) programının aniden bitirilmesi ve hızlı asker terhisi rastlanacak tahriş nedenleridir. 1950’lerde daha ciddi politik ayrılıklar Anthony Eden’i "İngiliz Amerikan ilişkilerinin acımasız gerçeği" hakkında konuşmaya zorladı. Politikalar paralel olsa da, kişilikler farklıydı. Eden ve Acheson dost ve iş arkadaşı idiler; aynısı Eden ve John Foster Dulles için doğru değildir. Yanlış anlamalar ve çıkar sürtüşmeleri Avrupa entegrasyonu, Almanya’nın tekrar silahlandırılması ve Çinhindi Olayları boyunca sürdü ve Süveyş Krizi ile zirveye tırmandı – buna kısa süre sonra döneceğim.
Bu huzursuzlukların temel birliği hiçbir zaman bozmamasının nedeni iki taraftaki devlet adamlığıdır. Bir faktör yeni koşullara uyum sağlamadaki İngiliz parlak zekasıdır. Dışarıdan Britanya’nın emperyal hayallere kendini fazlaca kaptırdığı izlenimi edinilebilir; Washington’la ilişkilerinde gösterdi ki, eski bir ülke kendini aldatmaksızın temelleri üzerinde durur. Bu politikanın beklenmedik mimarı Bevin zekice gördü ki, Britanya, Amerikan politikasını alışılmış baskı ve risk dengelemesi yöntemleriyle etkileyemeyecek kadar zayıftır. Ama, iyi tavsiyeler vermek, tecrübenin bilgeliğini ve ortak hedefleri öne çıkarmakla kendini vazgeçilmez kılabilir; böylece Amerikan liderleri artık Londra ile fikir alışverişini bir lütuf olarak değil, AMA KENDİ KARAR MEKANİZMAMIZIN BİR İÇ PARÇASI OLARAK yaparlar (vurgu çevirenin). Savaş zamanının saklı ve gayrıresmi işbirliği böylece SÜREKLİ BİR UYGULAMA OLDU, ÇÜNKÜ BUNUN İKİ TARAFA DA FAYDALI OLDUĞU AÇIKTI (vurgu çevirenin).
İngiliz-Amerikan işbirliğinin hız ve pratikliği üçüncü ülkelerde hayret –ve bayağı da alınma- konusu olmuştur. Savaş sonrası diplomatik tarihimiz yolboyu İngiliz-Amerikan "ayarlamaları" ve "anlaşmaları" ile doludur. Bunlar bazan hayati konularda olup resmi belgelere girmezler. B-29 atom bombardıman uçaklarının 1948’de Britanya’da üslendirilmeleri politik li-derler ve bürokratlarca anlaşmaya bağlandı ama kağıda dökülmedi. Sevimsiz olsa da, yalnız genel prensipler Roosevelt ile Churchill arasında 1942’de imzalanan atom bombası yapımında işbirliği konusunda kağıda döküldü. Roosevelt’in ölümünden sonra Clement Atlee hayranlık uyandıracak bir kendine hakimiyetle şöyle dedi: "Biz müttefik ve dosttuk. Her şeyleri de böyle sıkıca anlaşmaya bağlamak şart değildi."
İngilizler işin doğası gereği o kadar yardımcı oldular ki, İÇ AMERİKAN DEĞERLENDİRMELERİNİN BİR KATILIMCISINA DÖNÜŞTÜLER; BU DERECESİ BELKİ BAĞIMSIZ MİLLETLER ARASINDA DAHA ÖNCE GÖRÜLMEDİ (vurgu çevirenin). Benim bakanlığım döneminde İngilizler kimi Amerikan Sovyet ikili görüşmelerinde temel rol oynadılar – temel anlaşma taslağının hazırlanmasına katıldılar. Sonraki Beyaz Saray görevimde İNGİLİZ FOREIGN OFFICE’E, AMERİKAN STATE DEPARTMENT’TAN DAHA ÇOK BİLGİ VERDİM (vurgu çevirenin). Ancak bu uygulamamın, İngiliz olan herşeye düşkünlüğüme rağmen sürekli kılınmasını tavsiye etmem. AMA BU TİPİK BİR GÖSTERGEDİR(vurgu çevirenin).
1970’lerde kısa bir dönem Britanya özel ilişkiye bir son vererek "iyi bir Avrupalı" olduğunu kendine ispata kalktı; aynı yıl AB’ye girdi. Deneme kısa sürdü. 1976’da James Callaghan ve Anthony Crosland geleneksel dostluğu tekrar başlattılar –ama ismini koymadan- ve bu, o sene başlayan Güney Afrika görüşmelerinde çok kıymetli, hatta vazgeçilmez olduğunu gösterdi. Rodezya ile ilgili görüşmelerimizde İngiliz aksanı ile yazılmış bir İngiliz taslak belgesi ile işe başladım; gerçi bir çalışma taslağı ile (working paper) kabinece onaylı taslak (Cabinet approved document) arasındaki farkı hala anlamıyordum. İşbirliği pratiği bugüne dek geldi; iniş-çıkışlar oldu, ama son Falkland krizinde bile ilişkinin anafikrine kaçınılmaz dönüş sağlandı.
Açıkçası Britanya’nın AB üyeliği yeni bir boyut açtı. Ama bence çözüm İngiliz-Amerikan bağlantısının özelliğini Avrupa idealinin mihrabı önünde kurban etmekten geçmiyor; daha çok bunu Amerika’nın tüm Avrupalı müttefikleriyle ilişkilerinin geniş planına yaymaktan geçiyor; sonuçta ister tektek ülkeler ya da Avrupa Birliği olsun, buna Avrupa kendi karar verecektir. Güç eşitsizliklerini karşılayıcı bu özel açıklık ve güven ilişkisi şimdi eşitler arası ilişkide daha önem kazanabilir ve Amerika ile Avrupa’nın gelecekteki ilişkilerini karakterize etmelidir.
Britanya, Amerika, Avrupa
Aslında, Avrupa hem Britanya hem de ABD için üzücü bir konu olmuştur. Amerikalılar sık sık Britanya’nın isteksiz bir enternasyonalist olduğunu unuturlar, özellikle de konu Avrupa olduğunda. Gelenek Britanya’yı uzak okyanuslar ötesine çeker. Dış ilişkilerin görkemi İmparatorluk ve Commonwealth ile karakterize idi; problemler ve tehlikeler ise kıta Avrupası ile. Çekoslovakya, ki –Avrupa’nın kalbindeki bir ülkedir- bu ülkeyi Chamberlain İngilizlerin hakkında çok az şey bildiği küçük ve uzak bir ülke olarak tanımlamıştır – o sıra neredeyse bir buçuk yüzyıldır İngiltere Hindistan’ın sınırlarında savaşıyordu.
Britanya’da Avrupa’ya katılmada isteksizlik her zaman iki siyasi kanatta da oldu ve biraz mistik bir hal aldı. Eden bir zamanlar Britanya’nın ona katılamayacağını "kemiklerinde hissettiğini" söyledi ve Hugh Gaitskell 1000 yıllık geleneği bir yana atmanın imkansızlığından dem vurdu. Ama daha temel sorunlar da var: Bağımsızlık hakkındaki kaygılar – solda bu kaygılar sosyalist planlamanın engellenmeden gelişimi ile birliktedir; kıtalılarla eşit koşullarda görüşmekteki içgüdüsel isteksizlik, Commonwealth ile ticaret bağları ve özel ilişki. Churchill bile, geleceğe ilişkin imalarına, hükümette de muhalefette de ileriyi gören 1947’deki Avrupa Birleşik Devletleri çağrısına rağmen kararsız kaldı. Görevdeyken hiçbirzaman bu içiçe geçmiş üç halka arasında tam dengeyi bulamadı: Commonwealth, Avrupa ve diğer İngilizce konuşan milletler.
Ancak Süveyş’ten sonra tecrit halinin tehlikeleri ve yükselen Avrupa’nın Britanya'ya geleneksel kıtasal dengeyi koruma görevinden farklı, ama o derecede önemli başka bir görev teklifi ortaya çıktı. Ekonomik faydaları belirsiz olsa da politik gerekleri açıktı: Yalnız Avrupa’nın liderlerinden biri olarak Britanya dünya sahnesinde önemli rol oynayabilirdi.
Avrupa Birliği’ne katılmakla Britanya kendi denge içgüdüsünü kaybetmedi. Ama ilke kez barış zamanı kendini tartıya çekti. Daha önce de söylediğim gibi, bunu, on yıl kaderin kapılarında beklemiş ve düş kırıklığına uğramış bir muhtedinin taşkınlığı ile yaptı.
Britanya’nın Avrupa ile ilişkilerini ayarlamakta sorunları varsa, ABD’nin de vardır.
Savaştan sonra, Amerikan liderleri bizim geleneksel görev adımı şevkimiz ve "problem çözücü" enerjimizden güçlü bir dozu Avrupa entegrasyonu sorununa adadılar. Federalizm, tabii ki, kutsal bir Amerikan prensibiydi. Philadelphia Konvansiyonu’ndan kısa süre sonra, Benjamin Franklin Fransızları Federal bir Avrupa kurmaya davet ediyordu. Benzer bir misyonerlik, daha pratik bir düzeyde, Marshall planında da görülür. Acheson bile, genelde bir ahlakçı kabul edilmezken, Avrupa ideali ile coşuyordu; o Robert Schuman’ı Avrupa Kömür-Çelik Birliği planını açıklarken dinlediğini hatırlıyor ve "o konuştuğunda, coşkusuna ve fikrinin genişliğine kapıldık," diyordu. Acheson, "Avrupa’nın yeniden doğuşu bu, o Reformasyon’dan beri tamamen bir tutulma halindeydi," diye yazar.
Taahhütlerimizdeki idealizme rağmen, Amerika ve Birleşik Avrupa arasındaki gerilimler, desteklediğimiz şeyin doğasında açığa çıktı. Savaş sonrası Avrupası’nın yıkılmış ve geçici olsa da güçsüz haline alışmış, sanayi devrimini başlatan, milli bağımsızlık ilkesini icat eden ve üç yüzyıl boyu karmaşık bir güçler dengesi içinde yürüyen Avrupa’yı unutmuştuk. Kişiliğini tekrar kazanan bir Avrupa ABD ile ilişkilerindeki dengeyi yeniden ayarlamak zorundaydı; Charles deGaulle, yalnızca bunun şeklinde Jean Monnet’den ayrılır; sonuncusu güçlü ve etkili bir Avrupa sesinin hayalini hiçbir zaman terketmedi.
Böylece, sonraki Amerikan şaşkınlıkları aslında hedeflerimizde gizliydi. Federal bir Avrupa’nın tam bizim gibi olacağını ve birleşik Avrupa’nın otomatik olarak yükümüzü omuzlayacağını, ve savaş sonrası Avrupa toparlanmasının –ve bağımlılığının- ilk yıllarındaki gibi Amerikan global hedeflerini takip edeceğini beklemek Amerikalıların saflığıydı. Bu böyle olamazdı.
Şimdi kimi tarih dışı beklentilerimiz kırılsa da, temel yargımız doğru idi: Avrupa birliği, gücü ve kendine güveni Batı’nın geleceği için gereklidir. Komünizm dışı dünyada tek inisiyatif ve sorumluluk merkezi olmak ABD’nin psikolojik –ve fizik- imkanlarının dışındadır. (Bu da bağımsız İngiliz ve Fransız nükleer caydırıcılığını desteklememin bir sebebidir). Avrupa’nın birleşmesine Amerikan desteği bu nedenle aslında kendi çıkarlarının bir gereği idi; gerçi bu diğergamlık sancağı altında geçit resmi ile yapıldı; ama, kimi zaman yazı-turanın çatışan perspek-tifler tarafı gelse de, bu bizim faydamıza idi –yeter ki temellerde uzlaşmanın yaratıcı yolunu bulalım.
Britanya, Avrupa, ABD, ve Sovyetler Biriliği; Britanya, Amerika ve Avrupa’nın 1945’ten beri birlikte göğüsledikleri ana dış politik sorun Sovyetler Birliği’dir şüphesiz. Ve biz bunu yaparken aramızdaki yapıcı birlik tükenmedi.
Tarihe kayıt açısından önemli bir nokta, Atlantik’in iki yakasının da probleme özel bir bakış tekeli taşımamalarıdır. Savaş biter bitmez, hem Britanya hem Amerika askerlerini terhiste birbirleriyle yarıştılar. Tüm Amerikan askerleri 1947’de Avrupa’yı terkedeceklerdi. Mayıs 1945’te Moskova’ya bir ziyaretten sonra Harry Hopkins başka Truman’a Amerika ile Rusya arasında herhangi bir temel çatışma nedeni görmediğini söylemişti.
Churchill görevden ayrıldıktan sonra İngiliz politikası kısa süre Amerikan li-derlerinin aklını karıştıran aynı beklentilerin kurbanı oldu. Yeni İşçi hükümeti önceleri "Sol Sol’la konuşabilir" diye umdu. Kısa nostaljik anda umuldu ki, Britanya Amerikan dizginsiz kapitalizmi ile Sovyet komünizmi arasında tarafsız durabilirdi. İngiliz İşçi Partisi ile diğer Komünist partiler arasında "ilerici birlik" kararı az oy farkla kabul edilmedi. Şüphe yok ki, ABD 1947’de Türk-Yunan yardım programını başlattığında Britanya’da kimileri, daha önce Roosevelt ve Truman’a olduğu gibi, sadece Avrupa’nın değil, süpergüç çekişmelerinin de uzağında kalmak ve Avrupa’daki dengenin geleneksel gözetici rolüne Doğu-Batı arasında aracılık rolünü de ekleyerek İngiliz etkisini artırabilecekleri fikrine kendilerini kaptırdılar. Bugün aynı eğilim kimi Avrupalı çevrelerde ortaya çıkıyor.
Tarihi hiçbir revizyonist saptırma şu gerçeği değiştiremez: İngiliz Amerikan ümitlerini serapa dönüştüren Kremlin’dir. Bugün bazı çevrelerde, şeytani bir Sovyet zekası ve ileriyi görme konusunda tuhaf inançlar vardır. Ama o yıllarda Stalin’in eski müttefikleriyle ilişkiyi sürdürme biçimi onu NATO’nun baş mimarı yaptı. Biraz Bay Molotov’un sert hatlarında kısa süreli gülümsemeler, biraz kendine hakimiyet ve diplomatik ustalık olaydı, bu, o sıra çocukluk evresindeki ve zayıf Atlantik işbirliğini kırmaya yeter ve planlandığı gibi tüm çocuklar (askerler, ç.n.)1947’de evlerine dönmüş olurdu.
Sovyetler bu derece bir ince ustalığı gösteremedi. Bunun yerine Moskova kendi yolunda devam ederek uzak ve yabancı oldu; biraz nezaket gösterip yumuşayacağı yerde paldır küldür davrandı. Ruslar Britanya’nın zafer resmi geçidine bir birlik gönderme ricasını reddetti ve Stalin Attlee’nin (İngiliz İşçi P. Başbakanı, ç.n.) savaş zamanı ittifakını koruma teklifine uzak durdu. Ernest Bevin’in, kendi partisinin sol üzerindeki etkisinin de bilinciyle, açık tutmaya çalıştığı her kapı yüzüne çarpıldı ve gürültüyle kilitlendi. Doğu Avrupa’da kısa süre sonraki sosyal demokratların kocuşturmalarında görüldüğü gibi, Sovyetler tektip bir "sosyalizmi" onaylıyor ve diğer demokratik versiyonları ile kapita-listlerden de daha sert mücadele ediyordu. Sovyetlerin Marshall Planı'nı açıkça reddetmeleri berbat bir gaftı; yumuşak bir ilgi gösterisi, beceriksizce de olsa, Batı kampında derin parçalanma ve gecikme yapabilirdi. Kabul savaş sonrası politikasının görünümünü değiştirebilirdi.
O zamanlar, Amerikan eylemciliği ve idealizminin en iyi sonuçları yarattığı zamanlardandı. 1940’lar, Atlantik’in iki yakasında hayal gücü kuvvetli adamlar ve cesur eylemlerin zamanıydı: Marshall Planı, Truman Doktrini, Berlin hava köprüsü, Brüksel anlaşması, ve sonuçta NATO bunlarca oluşturuldu. Sonraki yıllarda ABD ve müttefikleri Kore’de, Berlin’de ve Küba füze krizinde Sovyet baskı ve tehditlerine sıkı karşı durdular.
Ama Amerika’da bizler ABD-Sovyet nükleer çağ ilişkilerinin uzun vadeli problemlerinin yüzeyini yeni kazımaya başlıyorduk, kısa sürede bunlar daha karmaşık meydan okumalar doğurdu. En temelde sorun kavramsal idi. Amerikalılar bir Soğuk Savaş fikrinden hoşlanmamıştı. Onlar savaş ve barışı iki ayrı politik ortam olarak anlamaya yatkındı. Savaşın tek meşru hedefi topyekün zaferdi; uzlaşma barışın en iyi yoluydu. Bu anlamda savaş sonrası dönem Amerika’nın kavramsal beklentilerinin hiçbirini memnun etmedi. Savaşta bir politik strateji kavramından yoksunduk, barışta güç ve diplomasi arasında kalıcı bir ilişki anlayışı geliştirmekte güçlük çektik. Sınırlandırma (containment) politikası ve onun türevi olan "güç ile konuşma" anti-Hitler koalisyonu tecrübesine dayalıydı. Hedef askeri gücün nihai bir eşitlik sağlanacağı güne dek artırımıydı; bir yandan da Sovyetlerle görüşülecek, ama bu askeri güç hakkında zamanlama, içerik, hatta bu gücün yapısına dair hiçbir ipucu içermeyecekti. George Kennan’ın ünlü "X" makalesi 1947’de Foreign Affairs’te yayınlandı; makale Sovyet Sistemi’nin "olgunlaştırılması" konusuna müphem bir bakış getirdi. Dean Acheson "kuvvet durumları"nın oluşturulmasından sözetti; bunlar yolda bir yerde Kremlin’i "gerçekleri anlamaya" yöneltecekti. Ama bu görüşmeler hangi ayrıntılarla yapılacak ve hedefine olacak sorusu açık bırakıldı.
Sınırlandırma fikrindeki tek kusur, bugün artık klişe olduğu gibi, sadece askeri üstünlükle uğraşması değildi; ama Batı’nın savaş sonrası durumda askeri gücünün zirvesinde olduğu gerçeğini de yanlış kavramıştı. Sınırlandırma, böylece Sovyetlerle müzakereleri, Sovyetlerin gücünün arttığı bir döneme erteledi. 1945’te ABD’nin atom tekeli vardı ve Sovyetler 20 milyon ölü ile savaştan çıkmıştı. Politikamız böylece paradoksal şekilde Kremlin’e toprak fetihlerine sağlam yerleşmek ve nükleer eşitsizliği aşmak imkanı verdi. SSCB’ye nisbeten Batı’nın askeri ve diplomatik konumu hiçbir zaman 1940’larda Sınırlandırma’nın başladığı zamanki gibi avantajlı olmadı. Oysa o dönem Avrupa’nın geleceği ve dünyada barış üzerine ciddi bir tartışma başlatılabilirdi.
Genellikle olduğu gibi, Winston Churchill bu durumu iyi anladı. Ekim 1948’de Llandudno’da pek dikkat çekmemiş bir konuşmasında der ki:
"Şu soru soruluyor: Eğer onların da atom bombası olur ve bundan çokça yığarlarsa ne olur? O zaman ne olacağını bugün ne olduğuna bakıp anlayabilirsiniz. Görünen köy kılavuz istemez. Ay be ay dünyayı rahatsız ve tehdit etmeye devam ederlerse ve bizim Hıristiyan ve diğergam ahlakımız nedeniyle bu yeni gücü onlara karşı uygulamayacağımıza güvenirlerse, peki muazzam miktarda atom bombası yığdıklarında ne olacak? ... aklı olan hiçkimse önümüzde sonsuz zaman olduğuna inanmaz. Meseleleri bir sonuca bağlamalı ve nihai bir anlaşma yapmalıyız. Öyle amaçsız, yetersiz, birşeylerin kendiliğinden değişmesini bekleyip ortalıkta dolaşamayız. Birşeyler değişirkenden kastım, başımıza kötü birşeyler gelmesidir. Batılı milletler, eğer adil önerilerini ellerinde atom gücü varken ve henüz Rus komünistlerinde yokken ortaya koyarlarsa, büyük ihtimalle kan dökülmeden kalıcı bir anlaşma sağlayabilirler."
Böylece savaş sonrası dönem açıldı. Sallantıda bir barış kuruldu, nükleer dengeye dayandırıldı; zaman zaman görüşmelerle gerilimler geçici yumuşamalar sağlandı; ama nihai olarak temeli dehşet dengesiydi. Güvenliği sağlamak sorunu beklenmedik ve yepyeni bir boyut kazandı. Teknoloji kısa sürede ABD’yi doğrudan saldırıya maruz kıldı. Atlantik ittifakı giderek savunma stratejisini kitle imha silahlarına dayandırır oldu; oysa onların savunulan hedeflerle bağdaştırılması giderek daha da zorlaşıyordu.
Nükleer çağda barış ahlaki bir gereklilik oldu. Ve bu yeni bir ikileme yolaçtı: Barış isteği her uygar insanın özelliğiydi. Ama demokrasilerin barış isteği, özgürlüğü savunmaktan kopartıldığında daha acımasızların elinde bir tehdit silahına dönebilirdi. Nükleer savaşları engelleme isteği sınır tanımaz bir histeriye dönerse, nükleer tehdit aslında özendirilmiş olacaktı. Gücün barışla ilişkisi sorunundan, bir kuşak boyunca teknolojiden vazgeçilmek yoluyla kaçıldı. Ama tarih kaçanları affetmez. Amaçlarla araçları ilişkilendirecek bir strateji geliştirmek, Armageddon ile teslimiyet arasında seçimden bizi kurtaracak yeterli askeri güç geliştirmek dönemimizin birinci ahlaki ve politik sorunudur. En az aynı derecede önemli başka birşey de silahlanma kontrolü tekliflerinin ardına bir ittifak oydaşmasını koymaktır. Bu ise panik değil analize dayalı olmalı, saldırıya can atmak ile elini eteğini çekmek eğilimlerinin etkisinde kalmamalıdır.
Üçüncü Dünya Perspektifi: İttifak İçi Anlaşmazlığın Sınırları
Bu nükleer duraklama çağında, mizahi olarak yerel ve nükleer olmayan krizler daha olası hale geldi. Sömürge tasfiyesi çağında bu çatışmaların çoğu Üçüncü Dünya’da olmuştu. Bu alanda ise savaş ertesi Amerikan ve Avrupa eğilimleri kesin olarak farklıydı.
Amerikalılar Franklin Roosevelt’ten beri ABD’nin "devrimci" geleneği ile, sömürgeciliğe karşı çarpışan halkların doğal müttefiki olduğuna inandılar; bu yeni milletlerin bağlılığını Avrupalı müttefiklerimize sömürgeci hakimiyet alanında karşı çıkarak ya da baltalayarak kazanabilirdik. Şüphesiz Churchill bu Amerikan baskılarına direnmiş, Fransızların diğer Avrupalı güçlerin direnişi daha da uzun sürmüştür.
Avrupa sömürgelerini tasfiye ettiğinde, ki bu kısmen Amerikan baskısı ile oldu, bir rol değişimi yaşandı; her iki taraf da diğerinin felsefesine doğru yürüdü – Amerika uluslar arası güvenliğe eğilirken Avrupa genel ahlaki siyasal prensiplere yöneldi. Özellikle 3. Dünya sorunlarında Avrupalıların çoğu Roosevelt’in anti-kolonyalizmi ve Eisenhower’ın Süveyş krizine yaklaşımını benimsedi. Artık Avrupa 3. Dünya’nın ekonomik ve politik istekleri ile kendini özdeşleştirecek, 3. Dünya’nın talepleri giderek daha ısrarcı, inatçı ve radikal oldukça, çabalarını arabuluculukta yoğunlaştıracaktı. Aynı zamanda ABD, en azından kimli yönetimler sırasında, Eden’inkine çok benzer şu yaklaşıma geldi: Radikal değişikliklere destek ancak onları çoğaltmaya yarar.
Milli çıkar konusunda da değişik anlayışlar oluştu. 1971 Hint-Pakistan savaşında Britanya, Çin’le ilişkileri ilk geren ülke ile ilgili taşıdığımız kaygıyı taşımadı; Hindistan’a duyulan tarihi özlem çok kuvvetliydi. Aynısı Falkland krizinin başlangıcında da oldu. Amerikan Atlantikli ve Batı yarıküreli çağrılar arasında bocaladı. Ama bu anlaşmazlıkların hiçbiri kalıcı bir zarar vermedi. Sonunda yine biraraya geldik, eski dostluk diğer kaygılara üstün geldi.
Bundan çıkardığım sonuç şu ki, 3. Dünya konusunda değişik perspek-tiflerden iş görebiliriz. Ama farlılıkların diğer tarafın kendine güven ve görev duygusunu zedeleyecek duruma gelmemesine dikkat etmeliyiz.
Bu konuda Süveyş deneyimi öğreticidir. Uzun ve uzlaşmaz çatışmamız yalnız Ortadoğu ve 3. Dünya için değil, ama Batılı politikaların uzun vadeli gelişimi açısından da kalıcı etkiler yaptı.
Bu felaketin detayları konumuz dışındadır. Kanala yapılan İngiliz-Fransız seferi yanlış tasarlanmıştı. Şu da var ki, Eden aklen problemin doğru yanını yakalamıştı; ama Amerikan reaksiyonu, diğer şeylerle beraber, kimi ha-yati soruları getirdi: "Devrimci" geçmişimiz bugün nereye kadar geçerliydi, kendi yakın müttefikini rezil etmek ne derece akıllıcaydı; ve bu gidişin uzun vadeli sonucu ne olurdu?
Britanya ve Fransa, benim görüşümce, stratejik bir analizle hareket etmişlerdi. Bu eski moda ve bencil olabilirdi; ama maceraperest değildi. Nasır, Sovyet silahlarını ilk kabul eden ve radikal Sovyetçi oyunuyla Batı’ya şantaj yapan ilk 3. Dünyalı lider olmuştu. Eden’in görüşüne göre tehlikeli bir yol açılıyordu: Buna bugün kim yanlış der? Eğer Nasır’ın yolunun çıkmaz olduğu gösterilseydi, bambaşka bir uluslar arası ilişkiler sistemi gelişecek, ya da bu en azından 10 yıldan daha da erken böyle gelişecekti. Ama Nasır politikası haklı çıkmıştı; devrimler sonraki yıllarda Ortadoğu’ya yayıldı, ve bugünün dünyasında (konuşma tarihi: 1982, ç.n.) Sovyet silahlarına güvenerek nüfuzunu artırmak ve komşularının istikrarını bozmak isteyen birçok Nasır taklidi çıktı.
Bundan da önemlisi, Süveyş’te Fransa ve İngiltere’yi rezil edişimiz bu ülkelerin büyük güçler olarak dünyadaki rolüne sarsıcı bir darbe vurmuştur. Bu onların uluslar arası sorumluluklarını terkini hızlandırdı; bunun kimi sonuçlarını sonraki onyıllarda gördük; gerçekler bizi onların pabuçlarını giy-meye zorladığında – İran Körfezi’nde, ki iyi bir örnektir. Süveyş, bu anlamda Amerika’ya çok yük yüklemiş – ve aynı anda global rolüne bu güne dek gelen Avrupa kırgınlığını artırmıştır.
Açıktır ki, barış ve gelişme içinde bir dünya için yeni oluşan 100 milletin de uluslar arası sistemin parçası olmaları gerekir; eğer bu onlar için riskli hale gelirse uluslar arası düzey yürüyemez. Şurası tartışılmaz ki, gelişen dünyada birçok çatışma meşru sosyal, ekonomik, ya da politik nedenlerle çıkmaktadır; ama bu onların aşırılıkçılarca kullanılması ve Batı’nın uzun vadeli çıkarları aleyhine döndürülmesi tehlikesini kaldırmaz. Demokrasiler, değişen konumları ne olursa olsun, kendi felsefi ve ahlaki kanaatlerini devrimlerin tutarlı bir analizi ve değişimin nasıl yürütüleceği üzerine bir anlayışla ilişkilendirmeyi başaramadılar. Bunlardan öte, bu konuda demokrasiler arası tartışmalar müttefikler arasında bir tür gerilla savaşına çevrilmemelidir. Konu ne olursa olsun, sonuç Batı’nın genel dünya dengelerini sürdürmekteki psikolojik hazırlığının zayıflaması olacaktır.
Yakın bir müttefikin, hayati önemde gördüğü bir konuda kendine güvenen stratejik duruşu baltalanmamalıdır. Bu bugün de aynen geçerlidir. Bu anlamda Falkland Krizi sonuçta Batı beraberliğini güçlendirecektir.
Süveyş, Avrupa’nın bir dünya gücü olarak kendine verdiği değeri yaralayarak Avrupa’nın ABD ile Sovyetler arasında "aracı" rolüne sığınmasını hızlandırdı. Bazı Amerikan liderlerinin Churchill ve Stalin arasında ABD’nin oynadığı role benzetmek yanlışlığına düştükleri bu rolü, sonuçta birçok Avrupalı Washington ile Moskova arasında oynamayı kabule yanaşmıştır.
Bu yeni bir şey de değil. Bu, Britanya’nın bize, görüşmenin de bir stratejik eleman olduğu bilgece tavsiyesini yaptığında başlamıştır. Ama bu ders Amerikalılara sık sık hatırlatılmalıdır. Öncüllerini Attlee’nin, Truman Kore’de nükleer silahlar kullanmak istediğinde onu yatıştırmak için Washington’a uçuşunda; Eden’in bir çok Cenevre konferansında Dulles’ın ahlakçılık dönemi içinde diyaloga destek çabalarında; Macmillan’ın Astragan bir kalpakla 1959’da Moskova’da ortaya çıkışında; 1969’da Nixon hükümetini Detant’a ısrarla sokmaya çalışan birçok Batı Avrupalı çağrılarda bulur. Ama çok ileri gittiğinde , SSCB’ye karşı ya da 3. Dünya’daki Batı düşmanlığına karşı tutarlı bir Batı politikasının takibindeki sorumluluk payını terk tehlikesi taşır.
Ve böylece kimi güncel tartışmalarımızda birbirimizin yerine geçmiş mizahi konum kaymasını görüyoruz. Gücün değerini küçümsemek, iyi niyete soyut bir güven, ekonomik ilişkilerin pasif etkisine inanç, savunma ve güvenlik gereklerini ihmal, global güç dengesini korumanın kimi kirli ayrıntılarından kaçmak, ahlakın üstünlüğünü varsaymak – bu özellikler bir zamanlar Amerika için karakteristik olup şimdi Avrupa’da daha sık rastlanmaktadır. Gerçi ABD eski ahlakçılığını tamamen terk ya da bir zamanlar Avrupa’nın yaptığı gibi tam bir güçler dengesi anlayışını kabul etmemiştir, ama Avrupa’da çokları paradoksal biçimde Amerikalıların sorumluluktan kaçtığı yıllardaki düşlerini benimsemiştir.
Sanayi demokrasilerinin birliği demokratik değerlerin yaşaması ve küresel dengenin sürmesi için hayatidir. En azından ittifakların şu kalıcı sorusunu sormalıyız: Ne kadar birliğe muhtacız? Ne kadar farklılığı kaldırabiliriz? Her konuda fikir birliği ısrarı felç halini davet olabilir. Ama her müttefik de hoşuna gittiği gibi davranırsa ittifakın anlamı ne olur? İttifakın önünde, bu sorunlarla somut, ciddi ve en önemlisi derhal ilgilenmekten daha önemli bir konu yoktur.
Güncel Tartışma
Birkaç genel tesbitle Amerika ile Avrupa arasındaki tartışmaya girelim:
Asla ABD’nin her bildiğinin doğru olduğunu iddia etmiyorum. Ama Avrupalılar, Amerika’da sonuçta kırgın bir milliyetçilik ya da tek yanlılık veya dünya işlerinden çekilmek doğuracak düş kırıklıkları yaratmaktan dikkatle kaçınmalıdırlar.
ABD’nin bazı yaptıklarıyla Avrupa’da Avrupa’nın artık kendi çıkarlarına, kendi kimliğine, kendi siyasetine bakması gerektiği duygusunu körüklediğini kabul ediyorum. Gerçekten de, dediğim gibi, genç ve atak bir Avrupa’nın bizi izlemesi şeklindeki saf Amerikan beklentileri, kimi zaman Avrupa’nın kendi rolünü hatırlatmakta sinirli davranmasına yol açıyor. Son zamanlarda ABD kasten olmasa da nükleer bir savaş tehlikesine atılmakta katı ya da barış ihtimallerine karşı yeterinden az ilgili görünüyor olabilir. Ama ABD de en az eleştirenleri kadar şu uyarısında haklıdır: Güçle desteklenmemiş barış arayanlar ergeç o barışın koşullarını kendilerine dikte ediliyor bulacaklardır. Barış anlamlı olacaksa adil olmalıdır; milletler ütopik bir dünyada değil belli bir tarih içinde yaşamaktadırlar; ve dolayısıyla hedeflerine adım adım varabilirler. Eylemin ilk koşulu olarak mükemmelliği görmek kendini aldatmak ve sonunda bir kaçıştır.
Ben de dahil birçok gözlemci, yıllardır Batı ittifakı içinde şu ya da bu "krizin" geleceği tehlikesine karşı alarm çalıyor. Ama bugün korkarım, bu tehlike her günkinden daha yakın ve ciddi. Tehlike onyıllarca sürmüş amansız bir Sovyet silahlanmasından sonra geldi. Batı onyıldır, kimi alanlarda tehlikeli derecede ekonomik olarak Doğu’ya bağlı bir hale kayıyor. Polonya’da Sovyetler imparatorluklarının birliğini empoze ederken, şimdi onun müşterileri Batı’nın güvenlik çıkarlarını Güneydoğu Asya’dan Ortadoğu’ya, Afrika’dan Orta Amerika’ya baltalıyorlar. Tüm sorunlarımız Sovyetlerin ürünü değil, ama Sovyetler bunları sömürmekte bir sakınca görmüyorlar ve bunun çözümü, ne sebeple olursa olsun, birleşememiş bir Batı cevabının yokluğu ile zorlaşıyor.
Britanya’nın Batı ittifakına katkılarından biri gerekli bir global perspektifi sağlamasıdır: Avrupa’da yüzyıllar sürmüş bir tecrübeden edinilen bilgiye göre barış net bir denge anlayışı ve bunu koruma isteği gerektirir. Yüzyıllık dünya liderliğinin getirdiği içgüdüye göre, Avrupa güvenliği daha geniş dünya dengesi çerçevesi dışına çıkarılamaz. Bu yüzyıldaki cesurca atılımların getirdiği uyanıklığa göre Batı uygarlığının değerlerini yaşatanlar onu savunmak da zorundadır. Falkland krizinde, Britanya yine hepimize hatırlattı ki, şeref, adalet ve vatanseverlik gibi kimi temel değerler geçerliliğini korumaktadır ve onları ayakta tutmaya kelimelerden fazlası gerekir.
Müttefiklerin önündeki konu suçlu aramak değil geleceğimize bakmaktır. Doğu Batı diplomasisi, ekonomi politik, Ortadoğu, orta Amerika, Afrika ve 3. Dünya ile ilişkiler gibi merkezi konularda çekişen bir ittifak ciddi ve açık sıkıntı içindedir. Eğer "tek bir" konuda bile anlaşmamışsa ona ittifak denmez. Ergeç bu bölünmeler güvenlik alanını da et-kileyecektir. Çok uzun bir süre biz özgür milletler kervanındakiler bu nahoş soruları kenara koyduk; şimdi kaçtığımız yağmur dolu olarak geliyor.
Savaştan 35 yıl sonra demokrasiler bir süre ani tehlikeleri çok önemsediler ve kendi imkanlarını az önemsediler; ama sonunda yapıcı ve etkin bir cevap için biraraya geldiler. Bugün de imkanlarımızı küçümsüyor ve uzun-kısa vadeli tehlikeleri karıştırıyor olabiliriz.
Tuhaf olan şu ki, dağılma tam da insan ruhunu tanımayan sistemin çöküşü (komünizm kastediliyor ç.n.) açıkça ve şüpheden beri olarak ortaya çıkmışken oluyor. Komünist dünyanın temel ve sistematik problemleri vardır ve onları tekrar tekrar güç kullanmak dışında çözecek bir yetenek gösterememiştir; bu da yalnız son günü geciktirir. Sovyet devletinin 65 yıllık tarihinde, hiçbir zaman politik liderliğin yasal ve alışılmış biçimde elden ele geçişi başarılamadı; ülke kendi gayri-Rus nüfusunun artışının demografik saatli bombası üstünde ve onlar yakında çoğunluk olacak. Sistem kendi aydın ve idareci elitinin politikaya katılımı isteğine bir cevap verebilmek konusunda başarısız. Ya da o onların politik isteklerini, yönetici grubu kariyerist bir "yeni sınıf"a çevirmek suretiyle önledi; bu yeni sınıf ise eğer çürüme değilse sadece duraklama üretiyor. Onun ideolojisi tamamen tükenmiş ve başarısız, meşruiyeti yok, Komünist Parti’ye de kendini beğenmiş bir ayrıcalıklı elit kalıyor; bunların toplumdaki tek rolleri ise kendilerini sürdürmekten ve kendi katılıklarının yolaçtığı toplumsal darboğaz ve krizleri çözmekle uğraşmaktan ibaret. Şurası talihin bir cilvesidir: Her komünist devletteki nihai kriz, açık ya da gizli olsun, komünist partinin rolü konusundadır.
Sovyet ekonomik üretimi bir felakettir. Görülüyor ki, modern bir ekonomiyi bir toplu planlama sistemiyle yürütmek mümkün değildir; ama komünist bir devleti de toplu planlama olmadan sürdürmek mümkün değildir. Ne tuhaftır ki, Batı kendi mali, teknolojik ve tarımsal yardımıyla modern bir ekonomi bile sürdüremeyen bir "süpergücün" nasıl yardımına koşacağı konusunda kendini parçalıyor.
Kısaca, eğer Moskova koordine bir Batı politikasıyla kendi iç krizlerini uluslar arası arenaya yansıtmaktan engellenirse sadece tarihin bizim yanımızda olduğuyla övünmek hoş olmayacak belki.
Batı değil, Komünist dünya derin bir sistem krizinin içindedir. Bizimkiler koordinasyon ve politika problemleri; onlarınkisi yapısaldır. Bu nedenle ümid etmekteyiz ki, tutarlı ve birlik halinde bir Batı politikası sonunda bir global anlaşma imkanını getirecektir; Churchill bunu Llandudno’da görmüştü.
Batı’nın problemlerinin çözümü büyük oranda kendi elimizdedir.
Bir sorun. Demokrasilerin geleceğe somut biçimde yönelmek için bir platformlarının olmayışıdır; uzlaşmazlıkları uyuşturmak ve ortak politikalar uygulamak güçlüğü de buna eklenir. Dostum Christopher Soames’un da geçenlerde vurguladığı gibi, Atlantik İttifakı ekonomik, 3. Dünya ile ilgili sorunların ya da uzun vadeli politikaların, konuşulduğu bir mekanizmaya sahip değildir. Öte yandan Avrupa Birliği siyasal işbirliğinde belirgin derecede başarılı ise de savunma konusunda tutarlı bir Avrupa görüşü formüle etmekten uzaktır. Batılı ve Japon liderlerin ekonomik zirveleri 1970’ler ortasında başladı ve bu prosedür darboğazını aşmaya çalıştı, ama ilerigelen liderlerin dikkatini önemli sorunlara çekmekte informel ve sistematik dışı bir usul olmaktan ileri gitmedi. Prosedürler temel sorunları çözmez. Yine de, daha geniş ve derin fikir alışverişi için bir forum oluşturmak önemli bir ilk adım olacaktır.
Amerika savaş sonrası dönemde, Britanya’dan çok şeyi, belki herşeyi öğrendi. Son onyılda biz kendi sınırlarımız hakkında da birşeyler öğrendik ve yeni yönetimle (Başkan Reagan dönemi, ç.n.) bu sınırlarımızla belki fazlaca meşguliyetin getirdiği çöküntüyü kırdık. Kendi hayatiyet ve geleceğe güvenini yeniden keşfetmiş bir Amerika Batı’nın ve kendi kimliğini oluşturan Avrupa’nın çıkarınadır.
Hem Britanya hem Amerika tarihlerinin farklılığına rağmen öğrendiler ki, gelecekleri, özgürlüğün geleceğinin bir parçası olacaktır. Tecrübe gösterir ki, ahlaki idealizm ve jeopolitik kavrayış birbirlerinin alternatifi değil tamamlayıcısıdır; uygarlığımız bunların her ikisine de tamamen hakim olmazsak yaşayamaz. Britanya ve Amerika hür dünyanın birlik ve gücüne bu kadar katkıda bulunmuş ülkeler olarak, şimdi diğer müttefiklerimizle birlikte şunu gösterme imkanına sahiptirler: Demokratik milletler kendi kaderlerinin efendileridir.
Teşekkür ederim.
Kaynak: Zbigniew Brzezinski and September 11th, Special Report, http://www.larouchein2004.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder