1 Eylül 2004

Bir Toplantı, Bir Alman Kasabası ve Bir Türkün Hatıraları





Eylül 2004 sonu Almanya’da, Wiesbaden yakınlarındaki küçük bir Alman kasabası olan Idstein’da Schiller Enstitüsü’nün düzenlediği “Tarihte Dönüm Noktası” adlı toplantıya katıldıydım.


Idstein, Ortaçağ’dan kalma, sivri kuleli şatoları, eski, damlarında rüzgâr horozu olan evleri ile adeta Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler masal kitabının sayfalarından fırlamış sevimli bir Alman kasabasıydı.



Kasabanın belediye binasında düzenlenen ve üç gün süren toplantılarda sorunların ne kadar ortak olduğu, gelişmiş Avrupa’da bile bir yandan fakirliğin, işsizliğin ve sefaletin (özellikle Doğu Almanya’da) çirkin yüzünü gösterdiğini gördük. Yeni dünya düzeninden kimse memnun değildi. Ancak burada anlatacağımız başka bir izlenim.


Toplantının sonunda Schiller Enstitüsü’nün siyasal kanadı BüSo Partisi’nin (Bürgerinitiative – Solidaritaet, Vatandaş İnisiyatifi ve Dayanışma) Başkanı Helga Zepp LaRouche (Lyndon LaRouche’un eşi) Alman siyaseti ve Almanya’yı sevmek üzerine yaptığı bir konuşmadan sonra herkesi Alman milli marşını söylemeye davet etti.


Sosyaldemokrat bir arkaplandan gelme orta sınıf insanlar ve aydınların oluşturduğu Alman katılımcılar (toplantıda benim gibi diğer birçok ülkelerden temsilciler de vardı), özellikle Almanya gibi milliyetçi tarihi kargaşa ve sıkıntıyla dolu bir ülkede, milli marşı söylemede genelde isteksizdiler. “Şimdi Alman milli marşının burada ne işi var?”, bu tür toplantılarda sıksık söylenen bir söz idi.


Ancak bu kez sahnede, Helga Zepp LaRouche’un yanında elinde Alman bayrağı ile zenci ırkının tüm güzelliğini üstünde toplamış bir Afrika asıllı Alman genç kız vardı. Bayrağı açtı ve güzel bir Almancayla “bana katılır mısınız?” dedikten sonra milli marşı söylemeye başladı. Tereddütlü Almanlar kadınlı erkekli birbir ayağa kalktılar ve ona katılarak milli marşı bir ağızdan söylemeye başladılar. Kimilerinin gözleri yaşarmıştı. Aradığım şeyi bulmanın memnuniyeti ve o ana duyduğum saygı duygusu içinde ben de ayağa kalktım ve Alman milli marşını onurlandırdım.


Tereddütlü insanları ve beni bu anın ve bu törenin güzelliğine ikna eden ve içine alan, kendine katan ne idi? Mesaj çok açıktı: Nasyonalizm (ulusçuluk) değil, patriotizm (vatanseverlik).


Burada ırkçı bir milliyet duygusundan eser yoktu, çünkü milli marşa insanları başka bir ırktan bir Alman çağırıyordu. Ama başka bir ırktan olmasına rağmen Almandı; çünkü ya bu ülkede doğmuş, ya da burada büyümüştü; Almancası mükemmeldi, milli marşı içten söylüyordu; o bu topraklara aitti. Milliyetçilik konusunda tarihin en yanlış mesajlarını vermiş Almanya’da, şimdi vatanı sevmek konusunda doğru bir mesajın duygusal anına tanık oluyordum; kaderin ne garip bir cilvesi.


Entegrasyon konusunu ne Almanya’nın ne de diğer Avrupa ülkelerinin dört dörtlük çözemediği doğrudur. Hala gettolaşmanın çözülmediği, özellikle müslüman göçmenlere karşı ve yine özellikle 11 Eylül 2001’den sonra duyulan kuşkuların varlığı doğrudur. Hatta bu, ben döndükten sonra komşu Hollanda’da Theo van Gogh’un Fas asıllı bir esrarkeş tarafından öldürülmesinden sonra daha da arttı. Ama öte yandan bunları çözmek için doğru yolun ne olduğu da açıktır ve uygulanmaya başlanmıştır.


Hemen burada not etmeli ki, BüSo Avrupa Birliği karşıtı bir partidir, ve, toplantıyı izlemeye gelmiş 3. kuşak bir Almanyalı Türk arkadaşın tabiriyle “on yıl önce Yeşillerin yaptığı patlamayı şimdi onlar yapmaktadır”; diğer Avrupa Birliği karşıtı siyasal akımlar gibi.


Ancak BüSo, Avrupa Birliği karşıtı iken izolasyonist bir Almanya’yı savunmamaktadır, zaten bu mümkün de değil; Avrasya birliğini savunmaktadır. Galiba Avrasya’yı sevmek ve ülkesini sevmek ile ırkçı bir milliyetçilikten nefret etmek Avrasya’nın birçok ülkesinde birlikte görülen yaygın bir fenomen. Bence bunun nedeni Avrasya ülkelerinin çok etnisiteli ve çokkültürlü yapısı.


Eğer yanlış milliyetçiliklerden çok çekmiş bir Almanya’da dünyanın öteki ucundan gelmiş göçmenleri entegre etmek için böyle yollar bulunabiliyorsa, yüzlerce yıldır envai çeşit etnik arkaplandan gelen insanların barış ve kardeşlik içinde yaşamış olduğu bir Türkiye’de bunun başarılması çok daha mümkün ve kolaydır; yeter ki yanlışta inat edilmesin.


Son Osmanlı Mebusan Meclisi’nin kabul ettiği ve Milli Mücadele’nin de onayladığı, “Misak -ı Milli” kelimesinde adını bulan bir vatanseverlikten ırkçı bir milliyetçiliğe dönüşümüz bu ülkeye çözüm getirmedi. Varolan etnik farklılıkları yok saymak şeklindeki bir şizofren anlayış bunalımları erteledi ve giderek büyüttü. Belki bunları söylemek deli saçması gibi görülebilir, ama şairin dediği gibi “tahsil edilmiş cehalet” o dereceye vardı ki, bu ülkede akıl sağlığımızı ve muhakeme dengemizi koruyabilmek için artık en temel mantık kurallarını hatırlatmak zorundayız. Evet, sağlıklı bir zihnin ilk kuralı: Varolan şey vardır, sen onu yok saysan da.


Şimdi Avrupa’nın bize önerdiği her etnisite ve altkültürü kendi kompartımanı içinde ele almak – yaşatmak şeklindeki fiili bölücülük de sonuç vermeyecektir. Bu ülkede birbirinden ayrışmış – ayrılmış gettolar istemiyoruz. Öyleyse çare vatan temelli bir millet bütünleşmesinin kabulüdür.


Burada yeni bir asimilasyon politikasını güzel kelimelerle süsleyerek mi sunuyoruz? Hem evet, hem de hayır.


Evet, çünkü bir arada yaşamamız, teşrik-i mesaide bulunmamız, birbirimize karışmamız giderek birbirimize benzememizi getirir. Bu aslen bir politika gereği değil, toplumsal süreçlerin tabiatı gereğidir. Toplum, can sıkıcı ve insan haysiyetini ayaklar altına alan insani mühendislik müdahaleleri olmadan, kendi doğal seyri içinde akmaya bırakılırsa olacak olan budur.


Hayır, çünkü içiçe geçmek, birbirine karışmak, karşıdakine bir şeyler verirken ondan da birşeyler almak demektir. Bu ülkenin yeni kültürü kendisini oluşturan tüm etnisiteler ve alt kültürlerin bir harmanı olacaktır, zaten hâlihazırdaki de öyledir.


Yurtiçi ve yurtdışındaki kimi araştırmalara göre Türkiye’de doğurganlık oranındaki nispi fark nedeni ile 21. yüzyıl ortalarına doğru Kürt kökenli yurttaşların nüfusu diğer kökenlilerin toplamını geçecektir. Ülke, Kürt kültürel saflığını koruyamamak nedeni ile çıkmış bir ayrılıkçı Kürt milliyetçiliğinden sonra belki gelecekte aynı nedenlerle, yani Türk kültürel saflığını koruyamamak nedeni ile çıkmış bir ayrılıkçı Türk milliyetçiliği ile karşılaşabilir. Böyle şey olmaz mı? Neden olmaz?


İnancımız o ki, birlik duygumuz bunların hepsini aşacaktır.


Daha önce de dediğimiz gibi, bugün, bir tarafımızla nasyonalist bir ifrat resmi düzeyde devam ederken, diğer taraftan da AB standartlarının yüzü suyu hürmetine yürütülen bir parçalayıcı tefrite doğru döndüğümüz günlerdeyiz. Bu modern AB standartlarına göre her etnisite ayrı bir halk kabul edilmeli, her birinin ayrı ayrı varlığı, kimliği hatta belki toprağı tanınmalıdır. Topluma bütünlükçü bir bakış hatalıdır; resmi düzeyde toplumu oluşturan her etnik kompartımana ayrı ayrı bakılmalıdır.


Ne demek istiyorum? Şöyle tarif edelim: Resmi milliyetçiliğe göre Ergenekon Destanı bu milletin özünü yansıtır, ama Mem -u Zin yansıtmazdı. AB standartlarına göre ise Ergenekon destanı Türkiye Türklerinin, Mem -u Zin Türkiye Kürtlerinin destanıdır. Bir Türk’ün Mem -u Zin’e ya da bir Kürdün Ergenekon’a ilgi ya da sevgi duyması resmi milliyetçi ve AB’li standartlara göre tuhaf bir şeydir. Biz ise bunların hepsini bu toprakların öz malı ve eş düzeyde önemli kabul etmek istiyoruz. Bunların hepsi bu milletin destanlarıdır.


Resmi İslam’ın Hanefi Sünni ekolünün, artık fiilen baş örtüsünü de din dışı bırakan bir ikamesi kabul edilirken, örneğin Alevi inancının yok sayılmasını anlamıyoruz. Bu ülkenin kadim inançlarından Ortodoksluk ile ilişkiler ise sürekli bir gerilim içinde gitmiştir. Oysa bunların hepsi bu vatanın inançlarıdır.


Milli Mücadeleyi savunmuş bir Papa Eftim, (Mustafa Kemal’in ona Baba Eftim dediği söylenir) Rum olduğu için, ASALA terörünü lanetlemek için kendini sokak ortasında yakan Artin Penik Ermeni olduğu için, Osmanlı hattının terkedilip Latin alfabesine geçişin bu ülke için kültürel yıkım olacağını savunmuş Avram Galanti Yahudi olduğu için bizimle onlar arasında aşılmaz bir duvar mı vardır?


Hayır. Hepsi bu vatanın evlatlarıdır. Ya bunların hepsini kabul edip sevecek bir yol buluruz; ya da bu nefret bizi parçalar.


Akşam toplantıdan memnun bir şekilde ayrılıp Çinli bir ailenin işlettiği Idstein’daki küçük otelime döndüm. Çocuklar okuldan gelmişti. Kendi aralarında Almanca konuşuyor ve şakalaşıyorlardı. Anneleri onlarla Çince konuşmaya gayret ediyordu, ama çocuklar onu anlasalar da Almanca cevap vermek daha kolaylarına geliyordu. Çocuklara kâğıttan katlama oyuncaklar yapıp hediye ettim. Bunun bir Uzakdoğu sanatı olduğunu bilmiyorlardı.


Çinli anne çocuklarına yeterince Çince öğretebilir mi bilemem, ama biraz Origami (kâğıt katlama sanatı) öğretirse sanırım bu küçüklerin daha hoşuna gider.

Hiç yorum yok: