"Ben Avrupa’nın son umuduydum”
Adolf Hitler, 1945 yılında “ölümünden” 2 ay önce
“De Gaulle ekonomi ile bürokrasinin politika ve iktidarı izleyeceğini ve aksinin olmayacağını biliyordu.”
John Lukacs, 20. Yüzyılın ve Modern Çağın Sonu, 1993
“Geçen seneye dek Avrupa’nın hümanist değerlerine sonuna dek inanıyordum: Onun demokratik ideallerine, insan hakları beyannamesine, laik devletlerindeki inanç özgürlüğüne... İçtiğim bu zehir içkisinden sonra artık Avrupa hümanizmine inanamam. İnsan hakları beyannamesinin temel fikirleri Bosna’da öldü. O fikirlere inanan onbinlerce erkek ve kadın, şimdi yer olmadığı için Saraybosna mezarlığında üstüste ... yatıyorlar.”
Mustafa Çeriç, Bosna-Hersek Reis ül-Uleması, Saraybosna, 1993
“Ben Avrupa düşmanı değilim. Ben ulusların Avrupası’nın taraftarıyım; vatanların Avrupası’nın. Ama ben bir uluslarüstü, federal ve federalleşen Avrupa’nın kesin karşıtıyım... kabul etmediğim şey Brüksel Avrupası’nın geri döndürülemez olduğu fikridir.”
Jean Marie Le Pen, 2002 Fransa cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında
Birleşik Avrupa, uzun yılların özlemi. Organize bir Birleşik Avrupa hareketi “tüm savaşları sona erdirecek savaş” olan 1. Dünya Savaşı sonu hayal kırıklıkları ve arayışların ikliminde 1923’te Kont Richard Coudenhove-Kalergi’nin başını çektiği Pan-Avrupa derneği ile başlar.
John Lukacs, babası Avusturyalı, büyükbabası Yunanlı ve annesi Japon olan bu çokkültürlü entellektüel kontu Pan-Avrupa hareketi için en uygun öncü görür. Bu tarihlerden, kimilerine göre daha da eskilerden başlayarak bir Avrupa Konfederasyonu ülküsü Salvador de Madriaga, Miguel de Unamuno, Hermann Keyserling, Franz Kafka ve daha nice Avrupalı entellektüelin hararetle savunduğu ya da desteklediği bir fikir oldu.
Her nekadar bu Pan-Avrupacı ya da enternasyonalist fikirlerin 1930’ların aşırı milliyetçiliği tarafından silinip süpürüldüğü iddia edilse de onlar entellektüel saygınlıklarını korudular ve beklenmedik gelişmelerle tekrar su yüzüne çıktılar. Birleşik bir Avrupa propagandası ile harekete geçen 20. y.y.ın en büyük eylemcilerden biri de Adolf Hitler’dir. Hitler gururlu Fransızları birleşik bir Avrupa için çarpışan fedakar bir savaşçı olduğuna öylesine inandırdı ki, işgal Fransası’nın bizzat bir Alman genel valisince idare edilmesi gerekmedi; Vichy hükümetinin başına geçen 1. Dünya Savaşı kahramanı Mareşal Petain savaş sonuna dek 3. Reich’ın sadık Fransız müttefiki olarak işbaşında kaldı; Oran’daki Fransız donanması “müttefik” İngiliz savaş gemilerince topa tutuldu ve batırıldı; savaş sonuna doğru Güney Fransa’ya ayak basan Amerikan askerleri “müttefik” Fransız askerlerine karşı kurtarmaya geldikleri ülkede günlerce savaştı ve ... savaşın son günlerinde Ruslara karşı umutsuzca direnen Berlin’de Fransız SS Tugayı “Charlemagne” ilerleyen Ruslara karşı kenti sokak sokak savaşarak savundu. John Lukacs kabul etmese de Charlemagne Tugayı’nın cesur Fransız askerleri için konu çok basitti: Birleşik Avrupa’yı ilerleyen Rus barbarlara karşı savunmak.
İngiltere’de majestelerinin hükümetinin başbakanı Churchill ise konuya başka bir açıdan bakıyordu. İngiltere’nin ebedi çıkarları için Avrupa asla büyük bir gücün etrafında birleşmemeliydi. Yoksa Churchill için ne Polonya’nın bağımsızlığı (Polonya’ya Alman ve Rus ordularının Eylül 1939’da girmesi ve bu ülkeyi işgal etmesi ile majestelerinin hükümeti Nazi Almanyası’na savaş ilan etti; ama onun kadar despotik ve istilacı Stalin Rusyası’na karşı değil), hatta ne de Fransa’nın istilası koca Britanya İmparatorluğu’nu topyekün bir savaşın içine atmaya değmezdi. Ama Avrupa asla birleşmemeliydi. Fransa’nın tesliminden sonra Hitler İngiltere’ye barış teklif etti ve barış şartlarını görüşmek üzere Rudolf Hess’i İngiltere’ye gönderdi. Ama Hess tutuklandı ve 1986’da ölünceye kadar savaştan sonra gönderildiği Almanya’da Spandau Cezaevi’nde tutuldu; ölümü ile de çok önemli sırları mezara götürdü. Sonuçta Avrupa, SSCB ve ABD arasında inhisar bölgelerine bölündü; İngiltere’nin istediği oldu; Avrupa birleşemedi.
İngiltere bundan önce de 16. – 17. y.y.da, dönemin büyük kolonyal gücü ve Avrupa’da orduları ilerleyen İspanya’ya, 18. y.y.da da Fransa’ya karşı ısrarla savaşlar yürütmüştü. İspanya’ya karşı yürüttüğü savaşlarda Güney Amerika’dan altın kaçıran İspanyol hazine kalyonlarını yağmalayan korsan Francis Drake’e himaye sağlaması ve sonra da ona Sir unvanı vererek Britanya donanmasının başına geçirmesi bu konudaki kararlılık ve pervasızlığını gösterir. Bir buçuk asır sonra Avrupa’yı tekrar birleştirme idealini gerçekleştirmeye çok yaklaşan muzaffer Napoleon Avrupa açısından ne dendi bir umut oldu ise (Hegel’den Beethoven’a dek dönemin birçok Avrupalı entellektüeli bu esmer Korsikalıyı Fransız Devrimi’nin ve Birleşmiş Avrupa’nın kahramanı olarak selamladılar), İngiltere açısından da o derece felaketti (1815’te Napoleon’un son savaşı Waterloo’da müttefik İngiliz, Alman, Avusturya-Macaristan ve Rus ordularının komutanı olarak onun karşısına dikilen Wellington Dükü “baylar, işte Avrupa’nın en büyük haydudu” demişti; Britanya Avrupa dışında haydutluk yapmayı seçmişti ne de olsa). İngiltere’nin Avrupa’yı birleştirecek herhangi bir harekete karşı bu hassasiyetini bilmek daha sonra olanları anlamak açısından önemlidir.
2. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’da olanlar malum. 1952’de kurulan Kömür-Çelik Birliği’ni, daha sonra 1958’de Roma anlaşması ile Avrupa Topluluğu’nun (Avrupa Birliği’nin o zamdaki adı) kuruluşunu ve ondan sonra AT ile ilgili diğer resmi faaliyetleri geçiyoruz. Avrupa Birliği’nin resmi tarihini anlatan birçok kitaptan bu konuda bilgi alınabilir. Bizim ilgileneceğimiz zaman dilimi 1990’lar ve sahne Balkanlar.
Soğuk Savaş’ın uluslararası ilişkiler yapısının 1989’dan itibaren parçalanmaya başlaması ilk dramatik belirtisini Balkanlarda verdi. 25 Haziran 1991’de Hırvatistan ve Slovenya Yugoslav Federasyonu’ndan ayrıldıklarını bildirdiler ve bağımsızlıklarını ilan ettiler. O sıralar Avrupa Topluluğu (AT) Avrupa Birliği (AB) olmaya doğru ilerliyordu. Avrupa Birliği olmak demek Birlik dahilindeki devletlerin ortak hareket etmesi, ortak bir dış politika ve strateji geliştirmeleri demekti. Birlik artık ekonomik bir ortaklık olmaktan çıkıyor ve siyasi bir varlık haline dönüşmeye başlıyordu. Ancak siyasi ortaklığın gereklerinin ne derece yerine geldiği açısından Yugoslavya’daki karışıklık ve savaş iyi bir gösterge olmuştur.
AT (o zamanki adıyla) her fırsatta birleşik bir Yugoslavya’dan yana olduğunu açıkladı ise de Yugoslavya’nın olası bir parçalanması durumunda nasıl hareket edeceğine dair bir rapor da hazırlatmayı ihmal etmedi. 1991 yılı başlarında Fransız devlet hukuku uzmanı Robert Badinter başkanlığında toplanan bir AT komisyonu eski Yugoslavya’nın parçası cumhuriyetlerin tanınma şartlarını tespit etti. Komisyon raporunda AT’nin tanıma şartlarına sadece Makedonya ve Slovenya’nın sahip olduğunu bildirdi. Yine de Mart 1991’de yapılan AT resmi açıklamasında “birleşik ve demokratik bir Yugoslavya’nın Avrupa’ya entegrasyonda daha büyük şansa sahip olduğu” bildirildi. Parçalanmanın arifesinde AT Komisyon Başkanı Jacques Delors “Onikiler parçalanmış bir Yugoslavya’ya hiçbir şekilde finansal yardımda bulunmayacaklar ve dolayısıyla ayrılma yönünde tek taraflı bir davranışın ortaya çıkması desteklenmeyecektir” diyordu.
Bağımsızlık ilanından kısa süre sonra çatışmalar başladığında AT görkemli biçimde olaya elkoydu. AT bakanlar kurulu başkanı ve Lüksemburg Dışişleri Bakanı Jacques Poos “Avrupa’nın saatinin çaldığından” bahsediyordu. Öyle ya Avrupa Birleşik Devletleri, artık bir süpergüç olarak kendi yakın ilgi alanındaki bir soruna müdahale edecek ve Dünya siyaset sahnesinde bir güneş gibi ufuktan yükselecekti. Ama sonuç tam bir rezalet oldu.
23 Aralık 1991’de Almanya tek taraflı olarak Slovenya ve Hırvatistan’ın bağımsızlığını tanıdı. Bu bütün AT kararlarına aykırıydı. Ve 15 Ocak 1992’de Almanya’nın oldubittisine düşen AT bu iki ülkeyi tanıma kararı aldı. Almanya açısından Balkanlara müdahale diplomatik temaslarla sınırlı değildi. Hırvatistan ve Slovenya’nın bağımsızlığı öncesinde ve sonrasında Alman devletinin faal şekilde kopma sürecini desteklediği anlaşılıyor; öyle ki, BM ve AT’nin aleyhte kararları varken Almanya’nın yürüttüğü gizli operasyonlar nedeni ile 8 Temmuz 1991’de Alman hükümet sözcüsü “özellikle Yugoslav medyasında sözü edilen Almanya’nın taraflardan birine silah sattığı ya da askeri eğitim verdiği iddialarının tamamen yanlış ve asılsız olduğu” açıklamasını yapmak zorunda kalmıştı; Almanya artık açıkça Hırvatistan’a silah satmak ve Hırvat askerlerini eğitmekle suçlanmaktaydı. Almanya’nın Yugoslavya’nın parçalanmasındaki faaliyetinin bu noktaya kadar varıp varmadığını bilemeyiz; ama Hırvatları yeterince memnun etmiş olmalı ki, onun için “Danke Deutschland” (Teşekkürler Almanya) adıyla şarkı bestelediler:
Teşekkürler Almanya
Kalbim alevler içinde yanarken
Gönderdiğin güzel hediyeye
Teşekkürler Almanya
Rüyalarımı, kalbimi ve aşkımı vatanıma bırakıyorum
Teşekkürler Almanya
Şimdi artık biz yalnız değiliz
Şimdi saadeti hissedebiliyoruz
Benim ve senin için yıkılan vatanıma umut ışığı görünüyor
Aniden güneş üstümüze doğuyor
Böylece Avrupa’da yükselen birleştirici gücün AB değil, Almanya olduğu açık olarak ortaya çıktı. İngiltere bunun böyle olduğunu zaten biliyordu; Fransa ise çok yakında kavrayacaktı. Bundan sonra da Yugoslavya’ya Avrupa’nın müdahalesinde müttehid bir AB iradesi değil, farklı Avrupalı güçlerin kendi jeostrateji oyunlarını görüyoruz. Ancak bunun şüpheye yer bırakmayacak şekilde ortaya konması için Yugoslavya’nın sunduğu örneklerin biraz daha anlatılması gerekiyor.
Almanya’nın ağırlığını Hırvatistan ve Slovenya’dan yana koyarak Balkanlarda bir inhisar bölgesi yaratmasının ardından İngiltere geleneksel “Avrupa Parantezi” siyasetini uygulamaya girişti. Mihvere karşı Sırplar ve Ruslar tıpkı 2. Dünya Savaşı’nda olduğu gibi doğal müttefikti; çünkü doğudan Avrupa parantezini kapatıyorlardı. Hırvatlara karşı oluşturulan rakip kampta ise ön cepheyi Krajina Sırpları oluşturuyordu. Krajina Bölgesi ters “L” biçimindeki Hırvatistan haritasında “L”nin tam dirseğinde yer alır. Buraya daha 16. y.y.da yerleştirilen Sırplar o zaman Avusturya-Macaristan ile Osmanlı imparatorlukları arasında askeri sınırı (confinium militare) oluşturuyordu. Krajina Sırpları 1991’de kendi bağımsız cumhuriyetlerini kurarak Hırvatistan’dan ayrıldılar. 1993’te yaptıkları referandumla da Sırbistan ve Bosna-Hersek Sırplarıyla “Büyük Sırbistan” olarak birleşme kararı aldılar. Ancak bu kamplaşmayı Müslüman ağırlıklı Bosna-Hersek Cumhuriyeti’nin 1992’de “yersiz ve zamansız” bağımsızlık ilanı altüst etti.
Bosna-Hersek’in nüfusunun çoğunluğunu oluşturan müslümanlar umutlarını önce AT ve diğer uluslararası kurum ve kuruluşlara bağlamışlardı. Cumhuriyetin bağımsızlığının tanınması için bütün şekil şartları yerine getirilmiş ve bağımsızlık AT ve birçok başka devletçe de tanınmıştı. Ancak kısa süre sonra çıkan savaşta tamamen yalnız olduklarını farketmekte gecikmediler. Savaşta Hırvatlar arkalarını Almanya’ya, Sırplar ise Rusya üzerinden dolaylı olarak İngiltere’ye dayamışlardı. Müslüman Boşnaklar ise yüzlerini Türkiye’ye döndüler; ama hiçbir muhatap bulamadılar. Ve tarihin en ağır katliamlarından birine uğradılar.
İngiltere bu savaşta sahipsiz Boşnak unsurun kısa sürede siyasal arenadan tasfiyesi ve Krajina’ya dek Sırp bütünlüğünün sağlanması için elinden geleni yapmıştır. İngiliz Uluslar Topluluğu’nun unsurlarından bu konuda yardım aldığı da anlaşılıyor. Örneğin Saraybosna’da konuşlandırılan BM Barış Gücü’nün başındaki Kanadalı General L. McKenzie’nin Sırp Çetnikleri ile ilişkilerini açıkça yürüttüğü herkesçe bilinen bir vakıa idi; bu general hakkındaki iddialar onun Çetnik kontrolündeki Vogoşça’da işletilen Sonja’nın Evi adlı randevuevinde seks kölesi olarak zorla çalıştırılan Boşnak kadınlarına tecavüz ettiğine dek varmıştı. Bir başka örnek Barışgücü komutanı General Sir Michael Rose’dur. Rose görevindeki “başarıları” nedeniyle Sırplar tarafından bir sanat eseriyle ödüllendirildi. Zaten Barışgücü askerlerinin çoğu İngiliz ve Fransızlardan oluşuyordu ve onların Boşnak sivil halkı korumakta gösterdiği “görev aşkı” bu dönemden kalan kanlı TV görüntüleri ve katliam istatistikleriyle tarihe geçti.
Fransızların kısa bir tereddütten sonra Bosna-Hersek’te İngilizlerle işbirliği yaptığı görülmüştür. Her nekadar General Philippe Morillon gibi Srebrenica katliamının ortasına düştükten sonra “vicdan krizi” geçirerek olayları engellemeye çalışan kimseler görülmüşse de Bosna-Hersek’teki genel Fransız politikası müslüman Boşnak unsuru kısa sürede elimine etmeye yönelikti; öyle ki başka bir Fransız General Bernard Janvier Temmuz 1995’te Srebrenica’yı koruma görevini ihmal ve katliama göz yumma nedeniyle resmen suçlandı.
Bosna-Hersek faciası Fransızların yarı resmi ağızlardan Alman politikasını şiddetle eleştirmesine de yolaçtı: General Pierre Galois “1991’den beri ve belki daha da önceden Almanya Hırvatistan’a İtalya, Macaristan ve Çekoslovakya üzerinden silah sağlamaktadır. Yaklaşık 1000 kamyon, hafif silahın yanısıra uçaksavar ve tanksavar silahlarını, cephaneyi ve yedekparçayı oraya taşımıştır;” diyordu.
Boşnakların talihi 1995’te ABD destekli Hırvat güçlerinin Krajina’ya saldırması ve sonuçta 200.000’den fazla Krajinalı Sırpın 400 yıldır oturdukları topraklardan geri dönmemek üzere göçleriyle döndü. Artık Boşnaklar Hırvatlara karşı ön cephedeydiler, dolayısıyla gerek İngiltere gerek Fransa tarafından çok sevileceklerdi; ama nice acı ve masum kurbanın ölümünden sonra. Avrupa Birleşik Devletleri fikri bu “ilk günah” ile zehirlendi; ama bu müslüman aleminin işlediği günahı affettirmez. Yugoslavya ile ilgili anlatacağımız tarihsel olaylar burada bitiyor.
1990’larda AB’nin ya da o zamanki AT’nin yanıbaşında patlayan Balkanlardaki olaylar ABD karışmazlık politikasını değiştirip müdahale edinceye dek AT devlet adamlarının, diplomatlarının, askerlerinin ve diğer önde gelen devlet görevlilerinin en önemli gündem maddesini oluşturdu. Sayılamayacak kadar çok Avrupalı kişi, kurum ve kuruluşun karıştığı bu felaketli olaylar genel netice olarak birtek şeyi kanıtlamıştır: Ortak bir AT dış politikası yoktur; Avrupalı güçlerin devlet olarak ve genellikle birbirlerine karşı güttükleri dışpolitik faaliyetler vardır; Çünkü ortada AT adına bir siyasal varlık yoktur, bağımsız devletler vardır ve Yugoslavya olayları AB açısından tam bir fiyaskoyla sonuçlanmıştır.
Bu olaylar sırasında AB çatısı altında biraraya gelmeye çalışan Avrupalı güçlerin birbirlerine karşı tavır ve tutumları karşı partiler tarafından unutulacak gibi değildir. Artık AB’nin içinden Almanya’ya karşı Fransız ve İngilizlerde ve İngiltere’ye karşı Almanlarda kolay unutulamayacak kuşkuların oluşturduğu bir fay hattı geçmektedir; bunların zaman zaman 2. Dünya Savaşı’nın acı hatıralarını tekrar canlandırdığı görülmüştür ve bu kuşkuların yerine AT çatısı altında kardeşçe bir beraberliğin gelmesi eğer mümkünse çok zaman alacaktır.
Fransa’nın kuşkucu tavrının yıllar sonra su yüzüne çıkışına bir örnek 2000 yılında Nice’te toplanan AB zirvesidir. Alman Şansölyesi Gerhard Schröder bu toplantıda bir Birleşik Avrupa devleti anayasasının oluşturulması için çağrı yapmış, ama Fransa’dan aldığı karşılık devletlerin tam eşitliği zemininde bir anlaşma olmuştur. Yine de Fransa bu “eşit devletler” prensibini Avrupa’nın gelecekte sayıları daha da artacak küçük devletleri için işletmek taraftarı değildir; çünkü AT doğuya doğru genişleyip üye devletleri 20’ye 30’a çıktığı zaman karar mekanizmasındaki ağırlığını kaybetmek istememektedir. Bu yüzden Belçika tarafından ikiyüzlülükle suçlanmıştır.
İngiltere ise AB’ye karşı tavrını her fırsatta dile getiren tuhaf bir AB üyesi olarak “oyunda tutulmaya devam ediyor”. En son ortak para birimi Euro dışında kalmaya karar vermesi de AB tarafından sineye çekildi. Britanya’nın gerçekten AB üyesi ve Avrupa’nın bir parçası olmak isteyip istemediği aslında tartışma konusudur. 1990’ların popüler İngiliz TV dizisi “Emret Bakanım” (“Yes Minister”) İngiliz politikasını kendi kara mizahi üslubuyla ele alır. Acemi bakan Jim Hacker birgün içişleri bakanlığından kendi devlet bakanlığına gönderilen Euro-passport (Avrupa pasaportu) dosyasına bir anlam veremez. Pasaport işlerinin “içişlerinin işi” olduğunu söyleyerek müsteşarı tecrübeli bürokrat Sir Humphrey Appleby’a dosyayı buraya göndermesini bildirir. Sir Humphrey buna karşı çıkarak dosyayı zaten “içişlerinin” kendilerine gönderdiğini söyler. Bunu üzerine Bakan Hacker ve Sir Humphrey arasında şu diyalog geçer: “Öyleyse, Avrupa işleri dışişlerinin işi; dosyayı oraya gönder;” – “Bakanım dosyayı içişlerine sevkeden zaten dışişleridir” – “Neler oluyor Humphrey? Bakanlıklar bu işi yapmak istemiyor mu yoksa? Bizim bakanlığımızın konu ile ne ilgisi var, ki bize gönderiyorlar?” – “Hayır bakanım;” – “Ama neden Humphrey? Biz Avrupa Topluluğu’na girmek istemiyor muyuz? Bu da onunla ilgili değil mi?” – “Evet ve hayır bakanım, girmek istiyoruz ve istemiyoruz.” Sir Appleby konuşmasına devamla acemi bakanını İngiliz ebedi çıkarları açısından aydınlatır: “Bakanım, en azından son üçyüz yıldır İngiliz dış politikası bölünmüş bir Avrupa üzerine dayanmaktadır. Ve işte şimdi Avrupa birleşiyor. Britanya bu işi dışarıdan durduramayacağını anladığında dahil olmayı seçti; çünkü belki içeriden engelleyebiliriz.” 1990’larda İngilizlerin bir TV dizisiyle itiraf ettiği bu gerçeği Fransa Cumhurbaşkanı General Charles de Gaulle, 1962’de Britanya’nın Ortak Pazar (o zamanki AB) üyeliğini veto ettiğinde biliyordu. De Gaulle yine biliyordu ki, “ekonomi ile bürokrasi politika ve iktidarı izler ve bunun aksi olmaz”. Chirac’tan çok önce Adenauer ile 1963’ta ortak Pazar anlaşmalarını imzaladığında bu ortaklığın asla bir ekonomik birlikten öteye gitmemesi gerektiğini ve zaten gidemeyeceğini biliyordu. Anlaşmayı bu kanaatinin verdiği gönül rahatlığı ile imzaladı; onun Fransız Cumhuriyeti’nin egemenliği konusundaki hassasiyetini bilenler bunu takdir eder.
Ve şimdi de Gaulle’den 40 yıl sonra Fransa’da bir siyasi parti lideri “Brüksel Avrupası’na inanmadığını” söyleyerek ve Fransa’nın bağımsızlığını ön plana çıkararak Fransız seçmeninden topladığı oylarla Cumhurbaşkanlığına ikinci aday oldu. Le Pen iktidara hiçbirzaman gelemeyebilir, ama Fransız kitle partileri seçemenin ilettiği mesajı almış olmalılar. Öte yandan arkasında müttehid bir Avrupa siyasi iradesi bulamayan Avrupa Merkez Bankası, ortak para birimi Euro’nun değerini korumak için hiçbir ciddi müdahale göstermediğinden Euro’nun değeri sürekli düşüyor. Son zamanlarda Euro’nun dolar karşısında kazandığı nispi değer artışı Dolar’ın değerinin düşmeye başlaması nedeniyledir. Zaten Euro’yu daha fazla değer kaybetmekten son bir yıldır ABD’nin desteğinin kurtardığı uluslararası finans çevrelerinin bildiği bir konudur. Uluslararası spekülatör George Soros bu gidişle “Euro’nun dağılacağı” kehanetini yaptı bile. Onun son Asya ekonomik krizinden önceki uyarılarını hatırlayanlar bu kehanetin yabana atılmaması gerektiğini takdir ederler.
Yine de, tüm bu gelişmelerin önümüze serdiği karmaşık tablo içinde Avrupa’da giderek silüeti netleşen bir öznenin yükselişini daha rahat farkedebiliyoruz: Almanya. Avrupa’nın en büyük ekonomisi olan bu ülke kendi Doğu Alman bölgesinin entegrasyonunu tamaladıktan sonra güvenle dışa yönelmiş ve Balkanlarda şu anda AB dışında olan, ama AT’ye kabulleri için “Almanya’ya müteşekkir” olacak birçok ülke ile ciddi siyasi-iktisadi işbirlikleri içine girmiştir. John Lucacs’ın da vurguladığı gibi Almanya, Polonya ve Çekler hariç Orta ve Doğu avrupa’nın küçük ülkelerinde kökleri tarihe inen büyük bir itibar sahibidir (Almanya’yı sevmeyen Çekler de Çekoslovakya’nın bölünmesi ile safdışı edilmişlerdir). Avusturya Almanca konuşan bir ülke olarak tarihin hiçbir döneminde kendini Alman kimliği dışında görmemiştir. Macaristan’da ve güneyde Balkanlarda Slovenya ve Hırvatistan’ın tüm 19. y.y. yönetici elitinin Avusturya-Macaristan tebaası olduğunu, Budapeşte ve Zagrab’de bir dönem soylular arasında Almanca konuşulduğunu, Romanya, Bulgaristan ve Ukrayna’dan başlayarak kuzeyde Baltık kıyısının küçük Letonya Litvanya ve Estonya devletlerine dek birçok küçük Orta ve Doğu Avrupa ülkesinin somut Rus ya da soyut Komünist tehlikesine karşı ikinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın yanını tuttuğunu ve ona Rus seferi için asker verdiğini bilelim. Nihayetinde bu ülkelere Komünizm Sovyet Kızılordusu tarafından getirildi. Oysa 2. Dünya Savaşı’nda ve onun arifesinde bu devletlerde gönüllü birçok Nasyonal Sosyalist hareket ortaya çıkmıştı. Bunlar birçok yerde hükümet darbeleri de dahil çeşitli yollarla iktidara tırmandılar ve Rusların gelişi ile bu inatçı Doğu Avrupa Nazilerinin köklerinin kazınması gerekti.
Bundan sonra AB’nin olası bir genişlemesi bu bölgede olacaktır ve Almanya bu ülkeler nezdinde tarihten gelen itibarını kullanarak pekala bir “uluslar topluluğu” oluşturabilir. Her ulusa eşit oy hakkı isteyerek Almanya karşısında eşitlik sağlamak isteyen Fransa Almanya çizgisinde yeralacak bu küçük devletlerin eşit oylarına karşı AB içinde ne yapacaktır; bunu zaman gösterecek. Bugün Almanya’dan gelen oto yollar Avusturya üzerinden Slovenya’de Adriya Denizi kıyısına kadar uzanmaktadır ve bu ülkelerin sınırlarını geçerken otomobiller yavaşlamak zorunda değillerdir. Almanya Adriya’ya dek inmiştir. Balkanların daha güneyi insanlık tarihine geçecek kanlı olaylar ve karmaşık dışpolitika dengeleriyle onun elinden alınmıştır. Ama Almanya’nın kurucusu Bismarck “Balkanlar benim için Pomeranyalı bir topçunun sağlam kemiklerinden daha değerli değil” demiştir ve Berlin’in Adriya’ya indikten sonra Balkanlarla daha fazla ilgilendiğine dair bir kanıt da yoktur.
Avrupa Birliği devam etsin ya da etmesin Almanya bugün Adriya’dadır ve bunun anlamı Avrupa’nın kuzeyden güneye bir Alman etki bölgesi tarafından ikiye bölündüğüdür. Avrupa’nın Doğu-Batı yönündeki kara yolları, boru hatları ve enerji şebekeleri bu bölgeden geçiyorlar. Dolayısıyla Batı Avrupa ekonomileri Rusya’dan gelecek doğalgaz ve petrol boru hatları için başka bir rota olmadıkça Almanya ile iyi geçinmek zorunda kalacaklardır. Böylece Almanya Ortaçağ’ın Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’na ya da 1. Reich hedeflerine varmış olacaktır.
Hıristiyan dünyanın büyük bölümünü yüzyıllarca yönetmiş bu büyük Katolik devlet, din kardeşi Katolik Fransa’dan papaz ve devlet adamı Kardinal Richlieu’nün entrikalarıyla yıkıldı. Richlieu bugün bir kahraman olarak anılmaz, ne de olsa entrikaları nedeniyle 30 Yıl Savaşları çok uzamış ve, Katolik olsun Protestan olsun, muazzam Hıristiyan kanı akmıştı; ama Fransa Habsburglar tarafından yutulmamış ve bekasını korumuşsa bu onun sayesindedir. Kimbilir, belki birgün Fransa bekası için Le Pen’e ya da onun takipçilerine çok şey borçlu olacaktır...
Türkiye’ye gelince... AB ya da Almanya ile ilişkilerinin kendine hayrı için ümidimiz, İstanbul’a gönderdikleri silah ve mühimmat vagonlarının üzerine adres olarak “Enverland” yazan Almanlarla Osmanlının içine düştüğü ilişkilerden bir ders alınmış olmasındadır.
Faydalanılan kaynaklar:
Bosna-Hersek ve Postmodern Ortaçağ’a Giriş, M. Murat Taşar, Burhan Metin, Altay Ünaltay, Birleşik Yay. İst., 1996
Büyük Dönüşüm, Karl Polanyi, Alan Yay., İst., 1986
Yirminci Yüzyılın ve Modern Çağın Sonu, John Lukacs, Sabah Yay., İst., 1993
http://derinanadolu.tripod.com/01-01-31-avrupa-birligi.htm
http://www.execpc.com/~pvmiii/bosnia/yugodgst/yd951209.html
http://www.infoplease.com/ce6/history/a0858055.html
http://www.intellectbooks.com/europa/number1/pedley.htm
http://www.phill.co.uk/comedy/yesmin/index.html
http://www.russian-news.com/archive/121997/msg01761.html
http://www.time.com/time/europe/eu/magazine/0,9868,168092,00.html
http://www.wpb.be/doc/doc/1may93.htm
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder