tag:blogger.com,1999:blog-32111120783326540012024-02-21T00:42:45.467+03:00altay'ın notlarıaltay ünaltay'ın yazı ve çevirilerialtay ünaltayhttp://www.blogger.com/profile/01074664679964606101noreply@blogger.comBlogger43125tag:blogger.com,1999:blog-3211112078332654001.post-46615695408202115372013-02-02T03:00:00.000+02:002013-02-02T03:00:06.224+02:00<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjDPTpEPsjLZx9nSBgBaaxZKsi2oRdNSQdA-JHAxXzSv-oxj-MtHoOlAb1k4jPyUEPrV67NHFqpeJtgMwrlLOkiwBXYWy00CPr8c_sFYXwl4fmhO_D4RvC-Qcpx0jVCVX6Thzh9Sw2K34E/s1600/metaph.JPG" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="265" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjDPTpEPsjLZx9nSBgBaaxZKsi2oRdNSQdA-JHAxXzSv-oxj-MtHoOlAb1k4jPyUEPrV67NHFqpeJtgMwrlLOkiwBXYWy00CPr8c_sFYXwl4fmhO_D4RvC-Qcpx0jVCVX6Thzh9Sw2K34E/s320/metaph.JPG" width="320" /></a></div>
<div align="center">
<span style="font-size: x-large;">SCIENTIA SACRA YAHUT KUTSAL BİLİM</span></div>
<div align="center">
<br /></div>
<div align="center">
<span style="font-size: medium;">Seyyid Hüseyin Nasr</span> </div>
<div align="center">
<br /><span style="font-size: xx-small;">Türkçesi<em> </em></span><br /><b><span style="font-size: x-small;">Yusuf Yazar</span></b></div>
<br />
<div align="center">
İyi din fıtri hikmettir. Fıtri hikmetin şekil ve erdemleri, bizzat o hikmetle aynıdır. <br /><i> Dênkard</i></div>
<div align="center">
<br /></div>
<div align="center">
Herşeyi bilme imkanı ebedi olarak kalbimizde mevcuttur <br /><i> Tipitaka</i></div>
<big><big><big><big><span>S</span></big></big></big></big><em>cientia sacra</em>,
her vahyin özünde bulunan şeyden ve geleneği kuşatan ve tanımlayan
dairenin merkezinden başka birşey değildir. Kendisini ortaya koyan ilk
soru, böyle bir bilgiyi edinmenin nasıl mümkün olduğudur. Geleneğin
cevabı, bu bilginin ikiz kaynağının vahiy ve taakkul (intellection) ya
da kalbin ve ruhun işrakında müdahil olan entellektüel sezgi olduğudur
ve bu tadılan ve yaşayan hazır bilginin (İslam geleneğinde <em>el-ilmu'l-huzûrî </em>olarak ifadelendirilmiştir) kişide var olduğudur.<sup>1</sup>
İnsan bilebilir ve bu bilgi gerçekliğin bazı yanlarına tekabül eder.
Nihai anlamda, bilgi Mutlak Gerçeklik bilgisidir ve akıl (Intelligence)
bu harikulade bilebilme hediyesine sahiptir ve bu varolmanın bir
kısmıdır.<sup>2</sup><br />
<a name='more'></a><br />
<br />
<em>Scientia sacra, </em>ilham ya da manevi bir tecrübe üzerine
entellektüel bir karakterde olmayan spekülasyonlarda bulunan insan
aklının ürünü değildir. İlhamla alınan şeyin kendisiyse entellektüel
niteliklidir, kutsal bilgidir. Bu mesajı idrak edip bu gerçeğe vâsıl
olan insan aklı bu kutsal bilgi üzerine zevki karakterdeki manevi bir
halin entellektüel niteliğini ya da muhtevasını empoze etmez. Böylesi
bir tecrübede ihtiva edilen bilgi bu tecrübenin kaynağından -ki bu
Akıl'dır- yayılır. Skolastiklerin potansiyle akıl dedikleri, tüm zevki
hikmetin kaynağı olan ve ilke düzeyindeki bilgileri veren Akıl
(Intellect) alıcı olan insandaki, Skolastiklerin bilkuvve akıl dedikleri
güç üzerinde değişiklik yapar. Burada, bilfiil ve bilkuvve (ya da
münfail) akıl<sup>3</sup> arasındaki Ortaçağ dönemi ayrımının, aklın
aydınlanmış sürecinin mahiyetinin açıklık kazanmasına ve manevi
tecrübenin hikemi ve entellektüel muhtevasını böyle bir tecrübe üzerinde
nazariyat ve muhakeme yürüten insan
aklının ürünü olarak görme yanlışının ortadan kalkmasına bir yararı
olabilir; en üst düzeyiyle manevi tecrübe entellektüel ve zevki bir
karakterde olsa da.<br />
<br />
Bir diğer bakış açısından, her kişiliğin merkezinde bulunan Özbenlik (Self) açısından, insana açıklanan <em>scientia sacra</em>nın
kaynağı insan aklının merkezi ve köküdür; çünkü, "Cevher'in bilgisi
bilginin cevheridir" ya da "Asl'ın va Kaynağın bilgisi bilginin Asl'ı ve
Kaynağıdır." Gerçek, insan aklının üzerine bir dağ zirvesine bir
kartalın inişi gibi gelir, ya da insan aklını kaplayarak derin bir
kuyunun aniden bir pınar olarak fışkırması gibi fışkırır. Her iki halde
de, insan varlığının manevi tecrübe vasıtasıyla aldığı şeyin manevi
doğası insanın zihni melekesinin ürünü değildir, bizzat o tecrübenin
doğasından çıkmadır. İnsan sezgisi ve vahiy yoluyla bilebilir; almış
olduğu düşünceleri kategorileştiren düşünen varlık olduğu için
bilebilir. Gerçekliğin doğası, ayrıca belirtmeye gerek yok, yalnızca
ferdi insan tavrıyla sınırlandırılamayacak olan bilinçlilikten başka
birşey değildir.<br />
<br />
Kuşkusuz her insan, taakkul melekesi ya da entellektüel sezgi
konusunda belli bir dine inanabilmeye olandan daha fazla bir kudrete
sahip değildir. Fakat taakkul melekesinden mahrum oluşun böyle bir
imkanın gerçekliğini hükümsüz kılması da, birçok kişinin inanmamasının
dini hükümsüz bırakmasından daha geçerli birşey değildir. Her halükarda,
entellektüel sezgi imkanına sahip olanlar için, dini teşkil eden nesnel
vahyin ve insanın varlığının özünde bulunan kutsal bir karakterdeki
bilgiyi ulaşma vasıtası vardır. Mikrokozmik vahiy Gerçeğin bilgisini ve
Gerçek ile vehmi ayırt edici vasıtayı ihtiva eden <em>scientia sacra</em>ya ulaşmayı mümkün kılar.<br />
<em>Scientia sacra</em> olarak belirlediğimiz şey doğru bir biçimde
Gerçeğin nihai bilgisi olarak anlaşıldığında metafizikten başka birşey
değildir. Bu deyim (metafizik) bazı talihsiz çağrışımlara sahip
bulunuyor, çünkü; evvela, 'meta' öneki aşkınlığa işaret ediyor, ama içte
varoluşa işaret etmiyor, ve fizikten sonra gelen bir bilgi ya da bilim
türünü çağrıştırıyor; halbuki metafizik tüm bilimlerin ilkelerini
kapsayan ve onlardan önce gelen asıl ve temel bilim ya da hikmettir.<sup>4</sup>
İkincisi; Batıda, metafizik boyutu olan felsefi okullarda bile,
metafiziği felsefenin bir kolu olarak düşünme alışkanlığı metafiziği
Gerçekliğin mahiyetiyle ilgili insanın tüm varlığını kuşatan bir bilim
olarak görmekten çok, metafiziğin anlamının yalnızca zihni bir
aktiviteye indirgenmesinin ve bu bilginin gerçekleşme metoduna
bağlanmasının sebebi oldu.<sup>5 </sup>Doğu dillerinde kullanılan <em>prajna, jnâna, marifet </em>ya da <em>hikmet</em> gibi deyimler, kendilerini felsefe ya da
eşdeğeri olarak bilinen bir bilgi türüne indirgemeksizin Gerçeğin nihai bilgisini çağrıştırır. Ve, <em>jnâna </em>ya da <em>marifetin </em>bu geleneksel anlamıyla metafizik, ya da "Gerçeğin bilimi" <em>scientia sacra</em> ile özdeş olarak düşünülebilir.<br />
<br />
Eğer <em>scientia sacra</em> her geleneğin özünde bulunuyor ise ve
çeşitli geleneklerin kutsal alanlarının dışında yer alan saf beşeri
bilgi değilse; o zaman, kişi bir tek dini evrenin sınırlarıyla bağlı
kalmaksızın ondan nasıl söz edebilir? Bu soruya verilecek cevap Doğu ve
Batıyı kapsayacak şekilde 'karşılaştırmalı felsefeyle' meşgul olan bazı
bilim adamı ve felsefecileri <em>meta-philosophy</em>'den (meta-felsefe) ve belli bir geleneğin üstünde ve ötesinde bulunan bir <em>'meta-language'</em>den (meta-dil) söz etmeye götürdü.<sup>6</sup>
Geleneksel görüş açısından, metafiziğin dili, muhteva ve anlamdan
ayrılabilir değildir; mesajı açıklar ve onun etkisini taşır. Bu dil
çağlar boyunca metafizikçiler ve çeşitli geleneklerin bilgeleri
tarafından geliştirilmiştir. Her gelenek metafizik doktrinler için uygun
olan bir ya da birçok 'söylem dili'ne sahiptir. İngilizce dili Batı
geleneğinin ve metafizik doktrinler için çok uygun olan Platonizm,
Thomizm ve Palamite teoloji ekolününkiler
gibi birçok Batılı metafizik dilin mirasçısı olduğundan bu tür konuları
işlemek için bugün bir <em>meta-language</em> meydana getirmeye ya da
yeni bir lügatçe icat etmeye ihtiyaç yoktur. Ayrıca, çağdaş gelenekçi
yazarlar, modern dillerin sembolik ve hiyerarşik nitelikleri zayıflamış
olsa da, tabiatı gereği metafizik imkanlara sahip olan insan dilinin
sembolik ve entellektüel boyutlarını diriltmiş durumdadır.<sup>7</sup> Bu yazarlar, bazı anahtar kavramlar için bazan Sanskritçe ve Arapça gibi kutsal dillerden kelimeler alarak <em>scientia sacra</em>
için son derece uygun bir dil meydana getirdiler. Her halükarda, bir
meta-felsefeyi açıklamak için düşünelecek bir meta-dil geleneksel
metafiziğin açıklanması için tamamen gereksizdir. Dile ihtiyaç duyanlar,
entellektüel görüş açısından düşünce planında tedrici bir düşüş içinde
olmakla birlikte modern Avrupa dillerinin daha ilk dönemlerinde, klasik
Batı dilleriyle olan inkar edilemez ilişkisi ve bu dillerde ifade
edilmiş geleneksel
metafizik nedeniyle diriliş imkanını muhafaza etmiş olan mevcut Avrupa
dillerinden hareketle ağır ve düzenli bir biçimde uygun niteliklere
sahip bir dil için ilerlemişlerdir.<br />
<br />
Eğer bir kişi metafizik nedir diye soracak olursa, verilecek başlıca
cevap şudur: Metafizik Gerçeğin bilimidir ya da daha özel olarak,
insanın kendisi vasıtasıyla vehim ile Gerçeği birbirinden ayırt
edebildiği ve eşyayı kendi mahiyeti neyse öyle ya da oldukları şekliyle
-ki nihai anlamda eşyayı ilahi veçhesiyle bilmektir- bilebildiği
bilgisidir.<sup>8</sup> Mutlak ve sonsuz Gerçeklik olan Asl'ın bilgisi
metafiziğin kalbidir. Öte yandan evrensel ve kozmik varlığın,
makrokozmos ve mikrokozmosun her ikisini de kapsamak üzere kozmik varlık
düzlemleri arasında ayırt edilmesiyse onun kolları ve bacakları
mesabesindedir. Metafizik yalnızca Zat'ta bulunan Asıl ve onun
tezahürleriyle değil, kozmolojik düzenle ilgili çeşitli bilimlerin
ilkeleriyle de ilgilenir. Kutsal Asıl'dan başka birşey olmadığından, hem
kutsal bilgi ve hem de en üst düzeydeki kutsalın bilgisi olan Asl'ın
bilgisiyle ilgilenmekle birlikte; geleneksel kozmos bilimlerinin
kalbinde, geleneksel antropoloji, psikoloji ve
estetik kadar bu bilimlerin ilkelerini ihtiva eden <em>scientia sacra</em>, birliktedir.<br />
<br />
Gerçek gibi görünen, nihai anlamdaysa gerçek olmayan şeylerin
tersine, Asıl, Gerçeklik'tir. Asıl, görece olan şeylerin tersine,
Mutlak'tır. Sonu olmayan'dır, diğer şeylerse sonludur. Asıl, Bir'dir,
Tek'dir; tezahürlerse çokluktur. O Yüce Cevher'dir; diğer herşeyse
arazdır. O, kendine nisbetle zikredilen formlara göre Zat'tır, yanına
konan herşeyse şekil; O behemehal Varlık-ötesi ve Varlıktır; çokluk
düzeniyse mevcudattan meydana gelir. Diğer herşey oluş halindeyken O
vardır, nihai anlamda ebedilik yalnızca O'nun içindir, diğer
zahirileşmiş herşey değişkendir. O Evvel'dir ve Âhir'dir de, başlangıç
ve sondur. Eğer dünya doluluk olarak tasavvur edilirse O Boşluk'tur, ve
eğer görece olan ontolojik yetersizlik ve temel hiçlik ışığında
anlaşılırsa O Doluluktur.<sup>9</sup> Bütün bunlar kişi tarafından
bilinebilecek olan Nihai Gerçeklik'ten söz etme tarzlarıdır; fakat
yalnızca teoride. Bu yalnızca, insan ruhunun merkezinde bulunmakta olan
Zat-ı İlahi'nin güneşi vasıtasıyla bilinebilir.
Fakat, Asl'ı tarif eden ya da O'na işaret eden tüm bu yollar anlamlıdır;
referans noktaları olarak etkilidirler ve daima Tarif-olunamayan'da ve,
tezahürler düzleminde Asl'ın tezahür etmemiş veçhesinin 'yansıma' ya da
'gölgesi' olan sessizlik içinde nihayetlenen gerçeklenmiş yanıyla
Hakikat bilgisini destekler. Bu bütünlükçü görüş açısından Asıl ya da
Menşe' yalnızca Batın olarak değil, Zâhir olarak da görülür<sup>10</sup>;
yalnızca Bir olarak değil, Bir'in yansıması olan birçok şeyin esası
olarak da görülür. Tevhidi bilgi dağının zirvesinde Bir'den başkası
bulunmaz; Gerçek ile gerçek-olmayanı ayırt etme Gerçeğin ikili olmayan
doğasına vukuf ile sona erer. Bu vukuf marifetin kalbidir ve beşeri
bilgiyi değil Allah'ın Zâtı'nın bilgisini, bilgi yoluyla hedefi ve <em>scientia sacra</em>'nın özü olan bilinci temsil eder.<sup>11</sup><br />
<br />
Sınırlı gerçeklik gerçekliğin bazı alanları dışında tutulmuş
olduğundan dolayı mutlak olamayacağından Nihai Gerçeklik Mutlak ve
Sonsuz'dur. Bu gerçeklik Hayr-ı Mutlak'tır ya da Mutlak'tan ayrı
düşünülemeyen Kemal'dir. Gerçeklik; Mutlak, Sonsuz, Hayr-ı Mutlak ya da
Kâmil olarak, anlaşılmak durumunda olan dünyanın ya da çokluğun ortaya
çıkmasına yol açar -aksi takdirde bu Gerçeklik bazı ihtimalleri dışarıda
bırakacak ve Sonsuz olmayacaktır. Âlem Hak olanın sonsuzluk ve
hayrından taşar, çünkü hayırdan söz etmek tezahürden, taşmadan ya da
yaratılıştan söz etmektir. Sonsuzluktan söz etmek Asl'ın nefyi de dahil
olmak üzere tam imkanlardan söz etmek demektir; esasen kozmogonik süreç
Asl'ın tayin ettiği doğrultuda devam ederken bu nefyi tamamıyla
gerçekleştirmez. Zira tam bir nefiy saf ve basit hiçliğe yol açardı.<br />
Bir diğer görüş açısından da Hayır Asıl'dan gelişe işaret eden taşma
ya da tezahür yönünde Mutlak'ın hayalidir ve âlemi oluşturur.
Göreceliğin kökleri burada bulunmaktadır; ancak bu görecelik hâlâ ilahi
düzlemdedir. Bu, görece olarak ilahidir, ya da meşhur Hindu kavramıyla
îlahi <em>mayâ</em> <sup>12</sup> olarak isimlendirilebilir. Görecelik
Mutlak ve Ebedi olan Gerçekliğin bir imkanıdır; bundan dolayı Gerçeklik
ya da Mutlak, iyinin tezahürüne imkan verir. Bu tezahürün alçalan
hiyerarşisi aleme götürür. Alem, birçok ortodoks geleneğin ileri sürmüş
olduğu gibi nihai olarak iyidir,<sup>13</sup> çünkü İlahi Hayır'dan
inmektedir. Bu inişin vasıtası Mutlak'ın İlahi Görecelik düzlemindeki
yansımasıdır. Bu yansıma kozmik mükemmelliklerin kaynağı, arketiplerin
"mekanı" kendisiyle herşeyin meydana getirildiği kelime olan Yüce Logos
yahut Kelime'den başka birşey değildir.<sup>14</sup><br />
Âlem ya da tezahür ya da yaratılış Mutlak, Sonsuz, Mükemmel ve İyi
olan Gerçeklik'ten sudur ettiğinden, Gerçeğin ya da İlahi olanın da bu
sıfatları tezahürler aleminde yansımalıdır. Mutlaklık niteliğin varlığın
özünde yansır. Herşeyde mevcut olan sırri bulunuş özelliği onu diğer
tüm şeylerden ve hiçlikten farklı kılar. Sonsuzluk alemde çeşitli
tarzlarda yansımıştır: uzayda sınırsızlıktır; zaman söz konusu olduğunda
sonu olmayan bir süredir; şekil söz konusu edilirse sonu bulunmayan bir
farklılıktır; sayıda sonu olmayan bir çokluk; ve maddede de potansiyel
olarak sonsuz sayıda form ve sonsuz bölünebilirliktir. Hayr'a gelince,
kainatta bizzat nitelik halinde yansımıştır. Ancak varoluştan ayrılamaz
olan bu nitelik tezahürün asıl ve ışıklı kutbundan en uzağa düşmüş
bulunan çokluk alemindeki belirli formlarda karanlıkta kalmıştır.
Muhafaza edici mekan, değiştiren ve dönüştüren zaman, niteliği yansıtan
form, belirsiz niceliği belirleyen sayı ve sınırsız cevherlilikte tavsif
edilmiş olan madde; bunlar yalnızca fiziki alemin değil, onun da
ötesinde, İlahi İmparatorluğa ve Mutlaklığın İlahi Sıfatlarına,
Sonsuzluğa ve Kemâl'in kendisine uzanan alemlerin de varoluş
şartlarıdır.<br />
Dahası, İlahi Sıfatların her biri varoluşun beş şartında belli bir
tarzda yansımıştır. Mutlaklık mekanda merkez olarak; zamanda şimdiki an
olarak; maddede madde ve enerjinin ilkesi olan esir (ether) olarak;
formda, formların en mükemmeli ve potansiyel olarak tüm diğer geometrik
şekilleri bünyesinde bulunduran ve onları üreten küre olarak; ve sayıda
da tüm sayılar için kaynak ve esas olan bir olarak yansımıştır.
Sonsuzluk mekanda teorik olarak sınır tanımayan uzam olarak; zamanda
mantıksal olarak sonu olmayan süreklilik olarak; maddede Maddi
cevherliliğin belirsizliği olarak; formda sınırsız farklılık imkanı
olarak; ve sayıda da niceliğin sonsuzluğu olarak yansımıştır.
Mükemmellik (Kemâl) ise uzayda İlahi Sıfatları yansıtan muhteva ve
nesneler olarak ve ayrıca saf varlık olarak -Sufiler buna
"nefesü'r-Rahman" derler-; mekan ve zamanda bir niteliğe sahip şekil ve
olaylar olarak; şekilde güzellik olarak; ve sayıda da ekseriya
Pisagoryen sayı fikriyle alakalı olan geometrik şekillerle
nisbeti içinde sayının nitelik yanı olarak yansır. <em>Scientia sacra</em>
kozmik varlığın bu görünüşlerini Hakk'ı tavsif eden Mutlaklığın Yüce
Sıfatları, Sonsuzluk ve Hayr'ın bir ya da birçok düzlemdeki tezahürleri
olarak görür; aynı zamanda şu varoluş şartlarının İlahi görünüşleri
doğrudan yansıttığını da: madde ve enerji İlahi Cevher'i, form Logos'u;
sayı tüketilemez olan İlahi Birliği; mekan İlahi Tezahürün sonsuz
yayılışını; zaman da varoluşun evrensel dönüşümünün ritmini -İbrahimi
geleneklerde resmi ilahiyat öğretileri bu devirlerle ilgilenmişlerdir ve
Hinduizm de bunlara Brahma'nın gündüzleri ve geceleri diye işaret
ederek dikkat çekmiştir.<br />
<br />
Şarkta gelişmiş olduğu şekliyle metafizik hemen daima ontolojiyle
irtibatlı olduğundan, Varlığın Asıl ya da Mutlak Hakikat'la ilişkisini
ele almak üzere biraz ara vermek önem arzediyor. Eğer Varlık varoluşun
ya da tüm mevcudatın esası olarak tasavvur edilmişse, o zaman Varlık
Asıl'la özdeşleştirilemez, çünkü Asıl, yaratılmış olan veçhesi
tarafından tüketilemez. Varlık Yüce Asl'ın tezahür yönünde ilk
taayyünüdür ve Yüce Asl'ı yalnızca sözü edilen anlamda Varlık olarak
tasavvur ettiği sürece ontoloji metafiziğin yalnızca bir parçası olarak
kalır ve bu ontoloji eksiktir. Ancak, Varlık deyimi Mutlaklık ve
Sonsuzluk anlamını kapsayacak şekilde ilk kullanıldığı takdirde hem yüce
Varlık ya da Gerçeklik ve hem de ilk tanımıyla Varlık anlamına gelir.
Bu, yalnızca Varlık sözcüğü kullanıldığında da böyledir. Bunun, bazı
Skolastikler tarafından kullanılan "esse" ve bazı İslam felsefesi ve
teosofi ekolleri tarafından kullanılan "vücûd" sözcükleri için de böyle
olduğu
görülmektedir.<sup>15</sup><br />
<br />
Vücûd ile mevcûd, vücûd ile varoluş, varoluşla öz ya da mahiyet
arasındaki ayrım ve varlıklarda mahiyet ya da özle varoluş arasındaki
ilişki Ortaçağ İslam, Musevi ve Hıristiyan felsefesinin özünde
bulunmaktadır ve Ortaçağ düşüncesini konu edinen birçok eserde
tartışılmıştır. <em>Scientia sacra</em> görüşü açısından gerçeğin
tasavvurunun bu engin yolunun doğuşuna yol açan şeyin anlaşılamaması ve
neticede Batıda reddedilmesinin sebebi bu entellektüel sezginin
kaybıydı; bu kayıp varoluşa ait sır duygusunu tahrip etmiş ve felsfenin
konusunu varoluş akdinin (<em>esto</em>) incelenmesinden mevcudun (<em>ens</em>)
incelenmesine indirgemiştir; bunu realiteyi derece derece saflaştırmak
için "o"nu Ruh aleminden ve Varlık mertebesinden kopararak yapmıştır;
varlığın sürekli taşmalarıyla oluşan, duyulara sürekli bir "yatay"
varoluşa sahipmiş gibi görünen alemi "Dikey" Sebep'ten yahut Bizatihi
Varlık'tan kopararak...İslam felsefesinin Batı felsefesindeki ontoloji
çalışmalarına damgasını vuran
açmazla sona ermemesi, onun mevcudattan ziyade Vücûd ve fiilleri
üzerinde durmasıyla ilgilidir; ayrıca bu felsefenin Sühreverdi ve
izleyicileri tarafından manevi tecrübeyle izdivac ettirilmesiyle de
ilgilidir; bu tecrübe, Varlık tecrübesini yalnızca bir imkan değil,
varlığın gerçeklik ve kavranışıyla ilgili bütün felsefi teorilerin
kaynağı haline getiriyordu.<sup>16</sup><br />
<br />
Hem Varlık-ötesi ve hem de Varlık olan Mutlak Hakikat hem aşkındır,
hem de İçkin'dir. Herşeyin ötesindedir ve insan ruhunun özünde ve
merkezindedir. <em>Scientia sacra</em> diğer bir perspektifin diliyle de açıklanabilir. Bu dil, Tanrı'dan, Allah'tan, Tao'dan, ya da alem-ötesi varlık olarak <em>nirvana</em>dan, formlardan ya da <em>samsâra</em>dan söz edebilir; bunu yaparken nihai olarak <em>nirvana</em>nın <em>samsâra, samsâra</em>nın da <em>nirvâna </em>olduğunu belirtebilir. Kendisiyle karşılaştırıldığında her nesneleşmenin <em>mâyâ</em>
olduğu Zat-ı İlahiden, Âtman'dan da söz eder. Tanrı hem aşkın hem de
içkin olduğundan, Mutlak Hakikat hem Yüce Nesne ve hem de Derûnî Özne
olarak görülebilir; ancak aşkın olduğu görüldükten sonra içkin olduğu
anlaşılabilir. Varlık olarak yalnızca Tanrı insana Yüce Varlık olarak
mahiyette vâkıf olma imkanı verebilir. Âlemi ayrı yaratılmış bir varlık
olarak değil semboller ve varoluşun işrâkıyla birleşmiş bir tezahür
olarak gören tevhidi bilgi
aşkınlığın celâlini olumsuzlamaz. Bu celâl olmaksızın İlahi yakınlığın
güzelliği müşahede edilemez. Bütünlüğe sahip olan metafizik, kendi
düzleminde, Tanrı'yla insan ya da Yaratıcı'yla âlem arasındaki
farklılığı ortaya koyan teolojik açıklamaların gerekliliğine vâkıftır.
Birliğin metafizik bilgisi hem ıstılâhî ve hem de sözlük anlamı
itibarıyla teolojik bilgiyi kapsar; bunun tersi ise doğru değildir.
Bundan dolayıdır ki tevhidi bilginin elde edilmesi, teolojinin
ilgilendiği dinin temellerini her zaman güçlendiren kutsallık kokusuyla
yüklüdür. Resmi teoloji araştırmalarıyla hiçbir zaman <em>scientia sacra</em>yla sonuçlanmaz; <em>scientia sacra</em> bir başka boyuta aittir ve insani düzlemde Akl'ın işlev görmesinin bir başka yanı üzerine dayanır.<br />
<br />
Metafizik yalnızca Gerçek ile görüş, Varlık ile oluş arasında değil,
varlığın mertebeleri arasında da ayrım yapar. Gerçekliğin hiyerarşik
doğası tüm gelenekler tarafından ifade edilmiştir ve doktrinleri kadar
dini uygulamalarının da bir parçasıdır. Bu, meşhur Dionysius'un <em>Semavi Hiyerarşiler</em>'inde
tanımlanmış olduğu gibi meleklerin çeşitli mertebeleri tarzında; ya da
İslam batıniliğinin bazı ekollerinde olduğu gibi aydınlık ya da karanlık
düzlemler şeklinde anlaşılmasında ya da Hinduizm gibi mitolojik
yapıdaki dinlerde olduğu gibi tanrı ve titanların çeşitli düzeyleri
içinde böyledir. Yüce Asl'ın Hiçlik ya da Boşluk olarak görüldüğü
Budizmde bile Budist kozmoloji anlayışına ilişkin metinlerde ve Budist
sanatında bu geniş ara alemler kayda değer bir ihtişam ve güzellikle
anlatılır. Geleneksel doktrinlerde gerçekliğin hiyerarşik yapısı üzerine
olan vurgu öyle büyüktür ki, meşhur bir Fars şiiri varlıktaki
hiyerarşiyi kabul etmeyenin <em>zındık</em> olduğunu belirtir.
Gerçekliğin mahiyetiyle ilgilenen <em>scientia sacra</em> burada bilinen
şekliyle teolojiden yine ayrılmaktadır. Teoloji doğrudan itikadı
ilgilendiren şeylerle meşguldür ve varlığın mertebeleri üzerinde
durmaksızın Tanrı ve insana dayalı daha basit bir gürüşü vardır. Bununla
birlikte teolojide bile birçok ekol her zaman gerçekliğin ara
düzlemlerinin anlamını tam olarak vermese de varoluşu ele almakta
başarısız olmamıştır.<sup>17</sup><br />
<br />
<strong>Dipnotlar</strong><br />
<br />
<small><span style="font-size: x-small;">1. Bu deyimin anlamı için bkz. Nasr, <em>Islamic Science -An Illustrated Study</em>, Londra, 1976, s.14.</span></small><br />
<small><span style="font-size: x-small;">2. "Toute connaissance est, par définition,
celle de la Réalité absolute; c'est à dire que la Réalité est l'objet
nécessaire, uniqe, essential de toute connaissance possible." Schuon, <em>L'Oeil du coeur</em>, s.20</span></small><br />
<small><span style="font-size: x-small;">3. Ortaçağ Müslüman, Yahudi ve Hıristiyan filozofları bilginin aslı (kökü) olan Akl-ı Faal (<em>el-Akl el-Faâl, intellectus agens, ha-sekhel hapo'el) </em>ile
bilgiyi alan ve İlahi Akıl'dan insan aklının almış olduğu şeyin
entellektüel mahiyetini vurgulayan bilkuvve ya da 'maddi' akıl (<em>el-aklu'l-heyûlânî, intellectus materialis, ha-sekhel ha-hyula'ni</em>) arasında ayrım yapmışlardır. İslam'da akıl doktrini üzerine bkz. Ibn Sina, <em>Le Livre des directives et remarques </em>(<em>el-işârât ve't-tenbihât</em>), trc. A.M.Goichon, Paris-Beyrut, 1951, s.324 vd; el-Fârâbî, <em>Epistola sull'intelletto</em> (Risâle fi'l-akl), trc. F.Lucchetta, Padua, 1974; F.Rahman, <em>Prophecy in Islam, Philosophy and Orthodoxy</em>, Chicago, 1979; ve J.Jolivet, <em>L'Intellect selon Kindi</em>, Leiden, 1971. Genel olarak Ortaçağ Batı dünyası için bkz. E. Gilson, <em>History of Christian Philosophy in the Middle Ages</em>, New York, 1955; ve ayrıca M. Shallo, <em>Lessons in
Scholastic Philosophy</em>, Philadelphia 1916, s.264 vd; ve R.P. de Angelis; <em>Conoscenza dell'individuale e conescenza dell'universale nel XIII XIV secolo</em>, Roma, 1922. H.A.Wolfson aralarında <em>The Problem of the Soul of the Spheres </em>(Washington, 1962), <em>Essays in the History of Philosophy and Religion</em> (ed. I. Twersky ve G.H.Williams, Cambridge, Mass., 1979), <em>Philo; Foundations of Religious Philosophy in Judaism</em> (Cambridge, Mass., 1968), <em>Christianity and Islam</em> (Cambridge, 1948) ve "Extradeical and Intradeical Interpretations of Platonic Ideas" (<em>Journal of the History of Ideas, 22/1</em> Jan-March 1961; 3-32) de olmak üzere birçok çalışmasında konu üzerinde durmuştur. </span></small><br />
<small><span style="font-size: x-small;">4. Bilgiyi 'fikirler' aleminden dünyaya ya da
Asıl'dan tezahürler alemine iniyor kabul eden Eflatuncu görüş,
tezahürden Asl'a ya da fizikten metafiziğe hareket eden Aristocu görüşe
göre zevki hikmet perspektifine daha yakındır.</span></small><br />
<small><span style="font-size: x-small;">5. Metafizikle din-dışı felsefe arasındaki ayrım üzerine bkz. </span><small>Gu</small><span style="font-size: x-small;">énon, <em>Introduction to the Study of Hindu Doctrines</em>, s. 108 vd.; ve aynı müellifin, "<em>Oriental Metaphysics</em>" başlıklı makalesi, bkz. J.Needleman'ın editörü olduğu Sword of Gnosis, s.40-56.</span></small><br />
<small><span style="font-size: x-small;">6. Bu konu T. Izutsu tarafından şu eserlerinde konu edilmiştir: <em>The Concept and Reality of Existence</em>, Tokyo 1971; ve <em>Unicité de l'existence et création perpétuelle en mystique islamique</em>, Paris, 1980.</span></small><br />
<small><span style="font-size: x-small;">7. Kullandıkları diller olan Fransızca,
İngilizce ve Almanca'da gelenekçi yazarların yapmış oldukları hizmet
(onları metafizik söylem için diriltmeleri ve onların sembolik
niteliklerini canlandırışları) birçok modern filozof ve pozitivist
tarafından gerçekleştirilen Avrupa dillerinin metafizik muhtevalarından
yoksunlaştırılması ve onları böylesi dilleri kullanan tek-boyutlu
beyinleri yansıtan tek-boyutlu dillere ingirgeme sürecinin tam tersi
yönündedir.</span></small><br />
<small><span style="font-size: x-small;">Bazı gelenekçi yazarların etimoloji ve
kelimelerin kök anlamlarının canlandırılmasına olan ilgileri kelimelerin
kendi öz yapısında gizli olan sembolik imkanlarının bir kez daha ön
plana çıkarılması gereğiyle yakından ilgilidir. Bu sembolik imkanlar bir
zamanlar kutsalın dünyasında yaşamış ve dillerinde doğrudan yansımış
olan 'sembolist ruh'a sahip olanlarca kullanılmıştı. Hala mevcut olan
kutsal ve arkaik diller dilin kendi yapısında gömülü bulunan dikkate
değer metafizik hazinenin tanığıdır. Gerçekte, bazı toplumlarda, örneğin
bazı tasavvufi ekollerde bugüne kadar metafizik kutsal ya da arkaik bir
dilin yorumu olarak öğretilmiştir. Tasavvufla ilgili olarak bkz.
J.L.Michon, <em>Le Soufi marocain Ahmad ibn 'Ajîba et son mi'raj. Glossaire de la mystique musulman</em>, Paris 1973, özellikle s.177 vd.</span></small><br />
<small><span style="font-size: x-small;">Ayrıca bkz. E. Zolla, <em>Language and Cosmogony </em>, Ipswich, U.K., 1976; ve J. Canteins, <em>Phonémes et archetypes,</em> Paris, 1972</span></small><br />
<small><span style="font-size: x-small;">8. Bu unsur tüm geleneksel doktrinlerin özünü
kapsar; metod ise kişinin kendisini Gerçeğe irtibatlandıran vasıtalarla
ilgilenir. Doktrin ve metod arasındaki ilişki üzerine bkz. M.Pallis,
"The Marriage of Wisdom and Method", <em>Studies in Comparative Religion</em>, 6/2 (1972); 78-104.</span></small><br />
<small><span style="font-size: x-small;">9. R. Panikkar (<em>Inter-religious Dialogue</em> isimli eserinde, New York, 1978) gibi bazı çağdaş bilim adamları Budist <em>Shunyata </em>ile Hıristiyan <em>Pleroma</em> arasında farklılık görürler. Oysa, metafizik açısından bakılırsa, Nihai Gerçeklik anlayışı boşluk ve doluluk olarak <em>yin-yang </em>gibi
bir diğerini tamamlar ve bunların her ikisi de bütünlük içindeki her
gelenekte kendisini açığa vurur. Hatta, Fransisken mezhebi, özellikle de
St. Bonaventure'ninki tarafından İlahi Doluluk sembolizminin
geliştirildiği ve vurgulandığı Hıristiyanlıkta bile tamamlayıcı boşluk
görüşü "Ulûhiyet Çölü"nden söz eden Dominiken Meister Eckhart
öğretisinde görülür.</span></small><br />
<small><span style="font-size: x-small;">10. Zahiri görüş açısından anlaşılması en zor
ayetlerden birisinde Kur'ân-ı Kerîm şöyle der: "O Evveldir, Âhirdir,
Zâhirdir ve Bâtındır, O herşeyi bilendir." (LVII;3)</span></small><br />
<small><span style="font-size: x-small;">11. Bu, Akl'ın kutsallaştırıcı ziyalarından
ayrılmış olan insan aklının miyopluğu sonucu ortaya çıkmış olan çok kere
panteizmle karıştırılmış olan Hinduluktaki Advaita Vedanta ve
tasavvuftaki Vahdet-i Vücûd görüşüdür. Bkz. Nasr, <em>Three Muslim Sages</em>, Cambridge, Mass., 1964 s.104-8; ayrıca bkz. T. Burckhardt, <em>Introduction to Sufi Doctrine</em>, s.28-30.</span></small><br />
<small><span style="font-size: x-small;">12. Bkz. Schuon, <em>Du Divin à l'humain</em>, pt. 2, "Ordre divin et universel."</span></small><br />
<small><span style="font-size: x-small;">13. Dünyayı iyi olmaktan çok kötü olarak gören
Maniheizm mezhebinin bakış açısı aslında metafizik bir bakış açısı
değildir. Bu bakış açısı eşyanın hakikatini anlamayı hedef edinmez;
maddi varlığın hapishanesinden kaçış için bir yol sağlar. Budizm benzer
bir pratik perspektife sahiptir, fakat farklı bir manevi evrene ait
olduğundan kuşkusuz farklı bir metafizik arkaplanı vardır.</span></small><br />
<small><span style="font-size: x-small;">14. Herşeyin bir Kelime ile meydana getirildiği
konusunda İslam, Hinduizm ve Yahudi-Hıristiyan geleneği arasında görüş
birliği vardır. Kur'ân-ı Kerim şöyle der: "Birşeyin olmasını dilediği
zaman O'nun emri ona 'ol' demektir, o da oluverir." (Kur'ân-ı Kerim,
Yâsîn sûresi, 82. âyet-i kerime). Burada yalın haldeki "<em>ol/kün</em>" kelimesi Kelime ya da <em>Logos</em>'la özdeştir.</span></small><br />
<small><span style="font-size: x-small;">15. Başlangıcı da, sonu da <em>esse</em> olan
Thomistik metafizik tamamıyla şarttan azade ve müphem anlamıyla Gerçeğin
bilgisini kapsayan olarak yorumlanabilir. Bununla birlikte bu deyim
İlahi Asl'ın tüm imkanlarına işaret eden <em>posse</em> deyimiyle
tamamlanabilir. Bu bakış açısından, Saint Thomas'ın duyumcu bilgi
kuramına rağmen (entellektüel sezginin varolabileceğini kabul etmeyişi
nedeniyle önceleri eleştirilmiştir), Thomizmin dogmatik muhtevasının
gerçekten metafizik tabiatlı gerçekleri kapsağı; bu metafizik tabiatın
asıl olan bir yolun bilgilerini yansıttığı ve metafizik tasavvura destek
olabileceği söylenebilir.<br />İslam felsefesinde, Sadreddin Şirazi gibi bir kişi Zat-ı İlahi'yle özdeş şekilde <em>vücûd</em>'dan
söz eder. Tanrı'nın İslam'daki en yüce adı olan Allah (c.c.) hem
varlığa ve hem de Varlık Ötesi'ne delalet eder; hem Cenab-ı Hakka ve hem
ed Mutlak ve Müteal olan Gerçekliğe delalet eder; Meister Eckhart'ın
ulûhiyet kavramına da.
</span></small><br />
<small><span style="font-size: x-small;">16. Bkz. Corbin'in şu kitaba giriş yazısı : <em>Sadr al-Dîn Shîrazî. Le Livre des pénétrations métaphysiques</em>,
Tahran-Paris, 1964; burada Corbin İslam dünyasında ontolojinin
Sebzivâri ve benzerleriyle, Batıda ise Heidegger'le sona eriş
akıbetlerini karşılaştırarak İslami teosofik ve felsefi ekollerin
varoluşçu felsefeden farklılığını gösterir. Ayrıca bkz. Izutsu, <em>The Concept and Reality of Existence</em>; ve Nasr, "Mulla Sadra and the Doctrine of the Unity of Being", <em>Philosophical Forum</em>, December 1973, s.153-61.</span></small><br />
<small><span style="font-size: x-small;">17. İslam'da Eş'arilik gibi yaygın bir kelam
ekolü, sahip olmuş olduğu atomistik ve voluntaristik bakış açısıyla
uyumlu olarak, varlığın mertebeli oluşunu reddeder.</span></small>altay ünaltayhttp://www.blogger.com/profile/01074664679964606101noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3211112078332654001.post-25232837482928873812013-01-26T01:47:00.000+02:002013-01-26T01:48:03.046+02:00<br />
<br />
<div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhkGufJSWd2POHteiwcUcyL2AidtO2DkSEGBTjIiPKB4pA_b1NIzBbWU489VhyVwSlLAhvtnr_jtXTOtMzGsDf-6bk4QD_ZiNC6yPRBANeVS-u1ypUObwDNsepm2j3zzrXmqdGgfOGGM14/s1600/Image2.JPG" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="299" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhkGufJSWd2POHteiwcUcyL2AidtO2DkSEGBTjIiPKB4pA_b1NIzBbWU489VhyVwSlLAhvtnr_jtXTOtMzGsDf-6bk4QD_ZiNC6yPRBANeVS-u1ypUObwDNsepm2j3zzrXmqdGgfOGGM14/s320/Image2.JPG" width="320" /></a></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;"><b><span style="font-size: small;">KÖTÜLÜĞÜN KÖKENİ DOKTRİNİ:</span></b></span></div>
<span style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;"><b>
</b></span>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;"><b><span style="font-size: small;">LURİA VE SABBATİ KABBALASI İLE MAHAYANA BUDİZMİ’NİN “İNANCIN UYANIŞI” ESERİNİN KARŞILAŞTIRILMASI</span></b></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<b><span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Yevgeni A. Torchinov</span></span></b></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Kötülük
konusu her dini ve mistik - teozofik düşünce sistemi için temel bir
sorundur. Hıristiyanlıkta bu problem bir seri tartışmanın nedeni olmuş,
ve bir çok teodise sisteminin ortaya çıkışına yolaçmıştır (yani, sonsuz
iyi bir Tanrı'yla onun yarattığı dünyada kötülüklerin birarada
olabilmesinin açıklanması). </span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Bu
ilahiyat sorununa en meşhur cevaplardan biri Leibniz’inki olup, o,
Tanrı’nın mümkün olabilecek en mükemmel dünyayı yarattığı inancını
savunmuştur. Kötülüğün insanın özgür iradesinin ve seçme özgürlüğünün
sonucu olduğu savı da hayli popülerdir. Ama bu seçimin kendi
gerekliliğini açıklamaz: Varlığın Kaynağı (yani Tanrı) sonsuz iyi iken,
bir kötülük imkanı bu dünyada nasıl ortaya çıkmıştır?</span></span><br />
<a name='more'></a></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Bazı
teozofi yazarları kötülüğü açıklamak için, Tanrı’nın özünde karanlık ya
da ahlaken kayıtsız bir temel varsayarlar. Rus düşünür Nikolay Berdyaev
bu fikri geliştirmiş, ve Tanrı’dan önce karanlık bir asıl varsaymıştır;
bu aynı zamanda Tanrı’nın da kaynağı ve kökenidir; bu kaynak kendini
eşit ölçüde iyi ya da kötü olarak açığa vurabilir. Berdyaev bu tanrı -
öncesi töze “meonik özgürlük” demiş (anlamı: “yoksal özgürlük”,
“varlık-sız özgürlük”) ve bu anlamda Schelling’i izlemiştir. Schelling
“Tanrı bizatihi (kendi zatıyla) kaimdir” sözünün anlamını Zat’ın
Tanrı’dan (yalnız formel ve mantıksal olarak değil) aslen de farklı
olduğu; O’nun içinde, ama O’ndan önce de varolduğu şeklinde
yorumlamıştır. </span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Kabbala
kötülük problemine herzaman ilgi ile yaklaşır. Kabbalacı gnostikler ve
teozofistler, kural olarak, aynı düşünce çizgisini (ya da kalıbını)
takip etmişler ve Boehme ve Schelling’in izleyicileri olmuşlardır.
Dahası, Kabbalacıların aslında Hıristiyanlıktaki bu düşünce akımının
asıl babaları oldukları bile söylenebilir; öte yandan Kabbala’nın Boehme
ve Schelling üzerindeki etkisi tartışmaya açıktır. Yine de, Kabbalacı
teozofi bu anlamda çok orijinal seçenekler sunar; böylece düalizmin
(ikicilik) ve illüzyonizmin (hayalcilik) batağından kaçılabilir. </span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Kötülük
problemine Kabbalacı yaklaşımın aşağıdaki özetinde kendimi Luria
Kabbalası ile sınırlı tutacağım; bunun ana nedeni onun Kabbalacı
hareketin tarihi seyri içinde oynadığı rol ve gnostik - teozofik
sistemde kötülüğe verilen önemdir. Gazzeli Nathan’ın Sabbati
Kabbalası’na birkaç kısa referans ilave edeceğim; bu eser temel ve
paradigma olarak doğrudan Luria Kabbalası’ndan esinlenmiştir. </span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">R.
Hayyim Vital’ce de açıklandığı gibi, Luria Kabbalası öğretisi, gizli
aşkın Mutlak’ın, Deus Absconditus’un (En Sof, Sonsuz, ya da “Or En Sof”-
Sonsuz Nur) kendini kendi içine çekmesi gerektiğini savlar, ki böylece
yaradılmışlara yer açılabilsin. Eğer En Sof herşeyse, eğer O sonsuz ve
sınırsız ise, o zaman yaradılmış evrene yer kalmaz. Bu nedenle, En Sof
ya da Sonsuz Nur, kendi merkezinden dışarı çekilerek içinde bir alanı
“boşalttı” ve dünyanın yaradılışına yer açıldı. </span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Bu
kendi içine çekilişin ıstılahi tabiri “zimzum”dur (tsimtsum). Asırlar
boyu, zimzum’un değişik yorumları önerildi; aralarında lugavi, mit -
şiirsel ve felsefi olanları vardır. Örneğin, kimi Kabbalacılar zimzum’u
Tanrı'nın mahlukat lehine kendini sınırlaması olarak görürler (</span><a href="http://us.f309.mail.yahoo.com/ym/Compose?YY=30776&inc=50&order=up&sort=date&pos=0&view=a&head=b&box=Inbox#_ftn1" name="_ftnref1" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: small;">[1]</span></span></a><span style="font-size: small;">). </span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Şunu
da not etmek önemli ki, Gazzeli Nathan, “Yaradılış Kitabı”nda (Sefer Ha
Beriy’a), İlahi İrade’(de bir düalite (ikilik,) ya da çelişkinin
olduğunu anlatır: Kendini çekmek ve yaratmak iradesi (“düşünen ışık”),
ve ezeli ve saklı halini sürdürme, dolayısıyla geri çekilmeme ve
yaratmama iradesi (“düşüncesiz ışık”).</span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Peki,
bu ilahi içine çekilmenin nedeni neydi? Luria Kabbalası, İlahi
İrade’nin kendi doğasının gereği, sonsuzdan beri En Sof’un sırrını açığa
vurmak istediğini iddia eder (</span><a href="http://us.f309.mail.yahoo.com/ym/Compose?YY=30776&inc=50&order=up&sort=date&pos=0&view=a&head=b&box=Inbox#_ftn2" name="_ftnref2" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: small;">[2]</span></span></a><span style="font-size: small;">).
Ama bu kosmogonik süreç için başka bir temel de vurgulanır. En Sof’un
Kendi tabiatında varolan potansiyel kötülük köklerinden arınma
gayretidir bu, kastedilen Sert Hükm’ün (din) (</span><a href="http://us.f309.mail.yahoo.com/ym/Compose?YY=30776&inc=50&order=up&sort=date&pos=0&view=a&head=b&box=Inbox#_ftn3" name="_ftnref3" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span style="font-size: small;">[3]</span></span></a><span style="font-size: small;">) gücünün kökleridir. </span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Bu
kökler somutlaştırılmalı, açığa çıkarılmalı, böylece En Sof için
bunlardan kurtuluş mümkün olmalıdır. Mutlak bu köklerin bilincine
varmalıdır, ki onlardan kurtulabilsin. Böylece yaradış sürecinin kendi,
Sert Hükm’ün köklerinin somutlaştırılması sürecinde, düzen altına
alınması, sınırlandırılması, ve çevrelenmesidir. </span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Böylece, denebilir ki, yaradış sürecinin (ve onun ilk aşaması olarak zimzum’un) muharrik gücü Mutlak
(En Sof) içindeki Sert Hükm’ün kötü köklerinden kendini kurtarma
eğilimidir. Ama bu süreç, kendi doğası gereği, kötülük köklerinin zahire
çıkışları, dolayısıyla bir imkan olmaktan vakıa olmaya dönüşümleri ile
yakından ilişkilidir. Ancak Sert Hükm güçlerine varlık tanıyarak, Mutlak
onlardan kurtulabilir, ya da onları hayır ve tenzih ilkelerine
dönüştürebilir. </span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Bu
fikir, Sert Hükm’ün güçlerinin (dolayısıyla kötülüğün) zahire çıkışı ve
yaradılışın başlaması olarak ifade edilebilir: Yaradışın ilk aşaması
olarak içe çekiliş, zimzum gelir. Ama her çekiliş ya da sınırlama Sert
Hükm güçlerinin de bir işlevidir. Yani, bu güçler, zorunlu olarak,
yaradılışa ilk başından beri karışırlar, ve bu müdahale, somut kötünün
ortaya çıkışına gebedir. Dolayısıyla bu makalenin amaçları açısından
aşağıdaki noktaları vurgulamak önemlidir:</span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">1)</span><span style="font: 7pt 'Times New Roman';"> </span></span><span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Luria
Kabbalası’na göre kötülüğün kökleri (“din” güçlerince açığa çıkarılır)
Mutlak’ta (En Sof) içkin ve onun derinliklerinde gizlidir.</span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">2)</span><span style="font: 7pt 'Times New Roman';"> </span></span><span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Yaradış süreci bu potansiyel kötülük köklerini açığa vurur.</span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">3)</span><span style="font: 7pt 'Times New Roman';"> </span></span><span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Bu din’in açığa vuruşu – tezahürü, zimzum ile yaradışın başlamasının temelini oluşturur.</span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">4)</span><span style="font: 7pt 'Times New Roman';"> </span></span><span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Yaradışın
amacı “din” unsurunun (dolayısıyla kötü’nün) önce zahire vurulup, sonra
bir “ilahi katarsis” (içini dökme) sürecinde giderilmeleridir. </span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Şimdi bu noktaları gözönünde tutarak konumuzla ilgili kimi Budist eserleri inceleyebiliriz.</span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">İlk
Budizm’de ve Theravada (Sthaviravda) (eskilerin yolu – ç.n.)
geleneğinde kötülük problemi basit bir şekilde çözüme bağlanır. Kötü
“acı çekme” – duhkha olarak anlaşılır, ve bu da “böyleliğin” temel
özelliklerindendir (bağlı diğer kavramlar “anitya” - sonsuz olmama,
tutarlı olmama, ve “anatma” – tözsüzlük, ya da tözden yoksunluk –
“ego”). Kısaca, ilk Budizm kötülük olgusunu “böylelik” halinde varoluşun
temel bir arazı olarak göstermiştir. Aynı zamanda duyu sahibi
varlıkların acı çekmesinin ve doğum - ölüm dairesi (samsara) içinde
döngüsel varlıklarının nedeni de incelenmiş, ve bunun cahilce etkilenme
ve arzular, ya da kirlenme (klesa) olduğu söylenmiştir. Dahası,
Abhidarma metinlerinde (Vasubandhu’nun ünlü “Abidarma Külliyatı”,
Abidharma kosa, 3. bölüm, Loka nirdesa, “Dünya’nın Tezahürü”) Üçlü
Kosmos (traya lokya) bile, bir önceki kozmik dönemin (kalpa) yaşayan
varlıklarının yaptıkları toplu etkinin sonuçlarının somutlaşması
(“maddeleşmesi”) olarak anlaşılmıştır. Başka hiçbirşey değil, yalnız
klesa’lar (saklı, içkin hallerinde etkilenme ve tutkular) her kosmik
dönemin başlangıcında evrenin maddesel temelini oluşturur. Ve bu evren
yalnız, her varlığı acı dolu samsara varoluşuna sokan ezeli arzu ve
şehvetlerin, Etkileşimli Varoluş Kanunu'na (pratitya samutpada) göre
oluşan bir tezahürüdür. Ve samsara’nın bu “kötü” özelliği Budizmin
doktrin temellerinde de doğrulanır; yani Dört Soylu Gerçek’te:</span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">1)</span><span style="font: 7pt 'Times New Roman';"> </span></span><span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Her varoluş acı doludur / tatminsizdir</span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">2)</span><span style="font: 7pt 'Times New Roman';"> </span></span><span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Arzu ve tutkular acının sebebidir</span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">3)</span><span style="font: 7pt 'Times New Roman';"> </span></span><span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Acıdan uzak bir hal (nirvana) vardır, ve</span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">4)</span><span style="font: 7pt 'Times New Roman';"> </span></span><span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Samsara’dan kurtuluş ve Nirvana’ya eriş yolu (Sekiz - katlı Soylu Yol) vardır.</span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Ancak
cahilce istek ve etkilenimlerin temelinin ne olduğu sorulmaz. Bu
sorunun aslında yanlış olduğu da öne sürülür, çünkü samsara’nın döngüsel
varlık özelliği başlangıçsızdır: İlk dönem Budizmi yalnız tin’in
şimdiki halinin analizi ile ilgilenmiş ve bilincin (vijnana) temellerini
ya da kaynağını sorgulamayı düşünmemiştir. </span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Mahayana
(büyük vasıta) Budizminde durum çok değişir. Budizmin Mahayana okulları
(örn. Yogacara ya da Vijnaptimatra) bilincin ve samsara varoluşunun
köklerini bulmayı da denemişlerdir. Yogacara’cılar ünlü bir prensip
ortaya atarak, samsara’nın her üç aleminin bilinç (vijnana, citta) ve
onun halleri (Vijnapti, caita) olduğunu söylemişlerdir. Eğer samsara
bilinçten başka bir şey değilse, bu demektir ki, bilincin kökleri aynı
zamanda samsara’nın kökleridir. Yogacara’cılar, tüm samsara
tecrübelerinin temeli olarak bir “alaya vijnana” (birikmiş bilinç)
seçeneği ileri sürdüler. Şu da vurgulanmalı ki, klasik Yogacara’da bu
birikmiş bilinç, tecrübe edilen alemin c oluştuğu cevher ya da madde
olarak anlaşılmaz. Yogacara’cılar sıksık “akarsu”yu alaya vijnana’yı
tasvir için örnek verirler: o saf bir süreksiz, hatta anlık tabiatler
ardıllığıdır. “alaya vijnana”nın Tibetçesi “sems khun gzhi”dir; “anlamı
herşeyin kökü olan bilinç”tir. Alaya vijnana kavramı samsara’nın
doğasını açıklamakta yeterlidir, ama son kurtuluşun, Nirvana ve
Aydınlanma’nın, daha doğrusu Budalığın yüce mevkiine varmak için Uyanış’ın (bodhi) doğasını açıklamakta çok yetersiz kalır. </span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Bu
eksiklik “Tathagatagarbha” doktrini ile düzeltilir ve bu yazı için onun
incelenmesi zaruridir. Thatagata (Böyle Gelen) Buda için en sık
kullanılan sıfatlardandır. Sanskritçe olan “garbha”nın çift anlamı
vardır. İlk anlamı, embriyo, cenin’dir. İkinci anlamı cenin’i kapsayan,
yani rahim’dir. İlk anlamıyla Tathagatagarbha Budalığın rüşeym ya da
cenin halidir; bu yalnız bizim (ve herhangi bir duyusal varlığın da)
kendi asli tabiatımızda içkin değildir; bu tabiatı yapar
da (her varlık bir potansiyel Buda’dır, müstakbel Buda). ikinci
anlamında Tathagatagarbha Bir Zihin’dir; Mutlak Zihin (eka Citta), tüm
varlığı kucaklar; hem samsara hem nirvana’nın cevheridir. Bu Mutlak
Zihin’in dört soylu özelliği vardır ve bunlar samsara’nın özelliklerine
aykırıdır: </span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Samsara
süreksiz (anitya), acı dolu (duhkha), töz’den yoksun (anatma) ve kirli
(asubha) iken, Tathagatagarbha sürekli (nitya), mutluluk dolu (sukha),
töz ya da Öz (atma) sahibi, ve saftır (subha). Bu Mutlak Buda - Zihni
aynı zamanda her bilinç halinin de tabiatıdır; örneğin suyun her
dalganın tabiatı olması gibi. </span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Burada,
Aydınlanma / Uyanış sorunu çözülür: Bu bizim kendi iç tabiatımızın
gerçeklenmesidir, ve o da Buda tabiatıdır. Ama samsara’nın sonsuz acılar
ve kederler zinciri yeni bir anlam kazanır. Eğer her varlığın tabiatı
(Budist terminolojide her “dharma”nın tabiatı) mutlak mükemmel, ışıklı
ve aydınlanmış ise nasıl oluyor da samsara (koşullu ve nisbi bile olsa)
varoluyor? Samsara döngüsünün ve onun kötülüklerinin nedeni nedir?
Kısaca konuşursak, Budist Mahayana düşünürleri burada teodise’ye
(kötülük problemi) yakalanırlar.</span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Kötülüğün
(ve samsara’nın) temeli üzerine en detaylı ve açık araştırmaya
“Mahayana sraddotpada sastra”da (Çince “Da sheng qi xin lun” –
“Mahayana’da İnancın Uyanışı”) rastlıyoruz. Bu metin bugün yalnız
Çincede bulunmakta olup, yanlış olarak 1. y.y. Hint yazarı Asvaghosa’ya
nisbet edilir. Aslında Çin’de 6. y.y.da yazılmıştır. Budist geleneğe
uygun olarak 550’de ünlü Hintli Budist rahip ve çevirmen Paramatha
(499-569) tarafından Çinceye tercüme edilmiştir. Ancak, eserin Paramatha
ya da onun Çinli talebelerinden biri tarafından Çince olarak yazıldığı
konusunda kuvvetli şüpheler vardır, çünkü metin suni olarak Hint teorik
metinlerini taklit eder. Bu şüphelere ek bir nokta da, bu eserden hiçbir
Hintçe Budist metninde alıntı yapılmamış olmasıdır; eserin Tibetçe bir
tercümesi de yoktur. 7. y.y.ın ünlü Çinli gezgin ermişi Xuanzang,
rastladığı Hintli alimlerin böyle önemli bir metinden habersiz
olmalarına o kadar şaşırmıştı ki, oturup metni Çinceden Sanskritçeye
tercüme etti.</span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">“Mahayana’da
İnancın Uyanışı” (kısaca: Uyanış) Doğu Asya’da (Çin, Japonya, Kore ve
Vietnam) Budist geleneğin en önemli metinlerinden biri haline geldi;
Uzakdoğu’nun Budist okullarının (örn. Tiantai, Huayan ve Chan / Zen) ve
onların doktrinlerinin oluşumunda çok güçlü bir etki yaptı. </span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Teorik
açıdan eser Tathagatagarbha teorisinin en yüksek noktasını ve Yogacara
doktrinleriyle (en önemlisi “alaya vijnana” ya da “birikmiş zihin”) bir
sentezini ifade eder. Böylece “Uyanış” her iki doktrininin de güçlü
yanlarını alır: Samsara’nın kökenleriyle ilgili Yogacara doktrini ve
Aydınlanma ve Buda -Tabiatı üzerine Thatagatagarbha öğretileri. </span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Burada,
bu doktrin sentezi ve içeriğini incelemeye çalışacağız. Şunu vurgulamak
önemlidir: “Uyanış” tek gerçekliğin ilksel varlığını ilan eder
(“tathata” ya da “Böylelik”, ve bu Bir Zihin’dir – ekacitta, yi xin). Bu
Mutlak, bizim aşkın gerçeklik düşüncelerimizden ari, ama kendi içinde
boş değildir. Sayısız iyi özelliğin doluluk ve taşkınlığıdır. Yine de,
yalnız bu Böylelik samsara’nın ve bütün onun acılarının, aynı zamanda
nirvana’nın ve onun mutluluğunun da kaynağıdır. “Uyanış” der ki:</span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">“Başlangıçtan
beri, Böylelik kendi tabiatı içinde tüm iyi özelliklerle donanmıştır;
yani büyük bir bilgeliğin ışığı ile, tüm evreni aydınlatma yetisi ile,
kendi tabiatını tam kavrayış ve saf zihin ile; sonsuzlukla, mutlulukla,
Özle, ve saflıkla, yenileyen tazelikle, değişmezlikle ve özgürlükle. O
tüm bu kamil özelliklerle donanmıştır, ki bunlar Ganj nehrindeki kum
tanelerinden çoktu. Öte yandan bunlar, Böylelik’in özünden bağımsız,
ayrıya da farklı değildirler; bunlar Budalığın mantık -üstü
arazlarıdırlar. O tüm bunlarla donanmış olduğundan, ve hiçbirşeyden
yoksun olmadığından ona Tathagata -garba (Gizli olan), ve aynı zamanda
Tathagata Darmakaya’sı denir.”</span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Eser ila eder ki, Mutlak Zihin, (Böylelik)iki yüze sahiptir: Aydınlanmış yüz, Aydınlanmamış yüz.</span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Asli
Aydınlanma (Asli Uyanış, ben jue, kelime anlamıyla “kök uyanış”)
Zihin’in bir tözüdür ve o kavramsal farklılaştırıcı düşünmeden
arınmıştır. Sanki herşeyi kaplayan sonsuz boş uzay gibidir; ve O “ansız
Biri”, Buda’nın mutlak vücududur (dharmakaya, fa shen).</span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Aydınlık
-olmama (bu jue) da asli Aydınlanma’dan kökenini alır; ikincil ve
tözsel almayan tabiattır. Yine de, onun empirik (deneysel, tecrübi)
varlığı, yaşayan varlıklar (insanlar) için, zihni meditasyon
pratikleriyle kendi tözsel aydınlık tabiatlarını tanımaya götürmesi
açısından gereklilik oluşturur. Bu tür, yani empirik (deneysel) olarak
Budist Yoga’nın meditatif pratikleriyle kazanılmış Aydınlanma’ya
“başlangıcı olan Aydınlanma” (shi jue) denir. </span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Asli
Aydınlanma, içkindir, ama aydınlık -olmama arızidir. İkincisi bu aynı
asli aydınlanmanın vaki olmamış (gerçekleşmemiş) halidir. Yani, insan
aslen aydınlanmış ve kurtulmuştur, ama yine de acı çeker, çünkü
aydınlanmış ve kurtulmuş olduğunu farketmez ve kör ve inançsız bir adam
gibi devam eder, aydınlanma ve kurtuluşu başka yerlerde arar. Temel şu
ki, eğer insan aslen aydınlanmış ve kurtulmuş olmasaydı, onun sonradan
da aydınlanma ve kurtuluşu erişme ümidi yoktu.</span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Sonradan
kazanılan Aydınlanma da, tam ve mükemmel haliyle asli Aydınlanma’nın öz
ve cevher olarak aynısıdır. Budalığa erişecek Boddhisatva pratiklerinin
(bhavana) form ve türleri ile aşamaları detaylı olarak Uyanış metninde açıklanır. </span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Aydınlanmamış yüz, tabiatını, birliği yani Böyleliğin Gerçek Tabiatını anlamamak
ve ondan görünüşte bağımsızlık şeklinde ortaya koyar. Bu bilgisizlik
farklılaştırıcı düşüncelere neden olur; sonra da özne -nesne ikiliğine
yol açar, tutkular ve arzular gelir, ve son olarak samsara varoluşunun
her acısı ortaya çıkar. Yine de, bu bilgisiz düşüncelerin kendi başına
bir varlığı yoktur. Bu nedenle “onlar gerçek Aydınlanmadan bağımsız
değillerdir”. Ve hem Uyanış şarihleri, hem de bu eserin doktrinine
felsefi bağlılık taşıyan Budist düşünürler Mutlak’ın bu yüzünü resmetmek
için asli Aydınlanmayı temsil eden beyaz bir dairenin içine siyah bir
nokta koyarlar (Zongmi (780-841) de ünlü “Chan Önsözü”nda böyle
yapmıştır). </span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Metin,
ayrıca Aydınlanma ve Aydınlanmama ilişkileri problemi ile uğraşır. İki
tür ilişki inceler: kendini bilmek, kendini bilmemek. Her olayın temelde
kendi Böyleliğinden farklı bir aslı yoktur; tıpkı her tür çömlek ve
seramik parçasının aslında kilden, yani aynı tabiattan oluşu gibi. Bu
nedenle büyüye benzer görüntüler bile (maya, huan) kökeninde ve aslen
Mutlak Zihin’in ve O’nun Böyleliğinin içkin tabiatını taşırlar. Burada
Uyanış yazarı temel bir dini eser olan “Bilinmeyen Sutra”ya atıf yapar:</span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">“...
tüm duygulu varlıklar içsel olarak sonsuzluğu çeker ve nirvanaya
girerler. Aydınlanma hali, pratikle kazanılan ya da yaratılan bir şey
değildir. Sonuçta o kazanılmazdır (çünkü baştan verilmiştir).”</span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Kendini
bilmemek arızi bir tabiattır; farklı çömleklerin farklı şekilleri
olması gibi. Bu nedenle, deneysel olarak, samsara’nın hayalleri vardır.
Böyleliğin Gerçeği ile samsara’nın hayali fenomenleri arasındaki
farklar, duygulu varlıkların ve onların Gerçek’in doğası hakkındaki
etkin bilgisizliklerinin kirli bilinci ile uyum halindedir. </span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Ve,
denebilir ki, duygulu varlıkların bu bilgisiz bilinçleri kendi nisbi
tözsel -olmayan varlıklarını Bir Zihin’in aydınlanmamış yüzüne
borçludurlar; o da, dönerek, duygulu varlıkların aslen varolmayan sapmış
bilinçleri sayesinde varolur (svabhava, zi xing). </span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Şimdi, Bir Zihin’in aydınlanmamış yüzünün işlevi sonucu ortaya çıkan samsara tezahürünün oluşum yolunu inceleyelim.</span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Uyanış, samsara’nın ortaya çıkışı için üç aşama tanımlar:</span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">1)</span><span style="font: 7pt 'Times New Roman';"> </span></span><span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Zihin’in
aydınlanmamış yüzünün varlığı onda kargaşaya neden olur, ve bu kargaşa
bilgisizlik eylemidir. Bu eylemin sonucu acıdır (tam keder, ya da kaygı;
duhkha)</span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">2)</span><span style="font: 7pt 'Times New Roman';"> </span></span><span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Kargaşa, Böyleliğin birliğini yokeder. Sonuçta deneysel olarak algılayan özne varlığa çıkar.</span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">3)</span><span style="font: 7pt 'Times New Roman';"> </span></span><span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Deneysel
nesneler dünyası, algılayan özne nedeniyle kendi hayali varlığına
erişir. Nesneler varlıklarına ancak özne ile ilişkileri bağlamında
sahiptirler. Algılayan özneler olmasa, algılanan nesneler de olmaz. Özne
ve nesneler asli bir tabiatten yoksundurlar. Varlıkları ancak
Böyleliğin tözsel olmayan aydınlanmamış yüzüne nisbetle -izafeten’dir;
ve onun yanlış tabiatınca koşullandırılır. Böylelik haliyle Zihin,
gerçek tabiatı gereği sakin ve özne -nesne ikiliğinin ötesindedir. </span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Üçüncü aşamada zihin nesnelerin karakterleri tarafından koşullanır. Bu aşamada aşağıdaki altı görünüşü üretir:</span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">1)</span><span style="font: 7pt 'Times New Roman';"> </span></span><span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Nesneler dünyasının yanlış algılanmasına bağlı olarak özne sevme -sevmeme ayrımı yapan aklı kazanır.</span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">2)</span><span style="font: 7pt 'Times New Roman';"> </span></span><span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Sonra bilinç nesneler dünyası ile bağlantılı zevk ve acının farkına varır. Bu farkındalık durdurulamaz, süreklilik kazanır.</span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">3)</span><span style="font: 7pt 'Times New Roman';"> </span></span><span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Bilinç sapmış fikirlerini nesneler dünyasına giydirir ve sevdiği şeylere tutkun olur.</span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">4)</span><span style="font: 7pt 'Times New Roman';"> </span></span><span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Ayırımlar
ve zihni yapılanma (vikalpa, fen bie) aşaması. Nesneler bağlanan bilinç
bir kelime ve kavramlar bağlı bir analitik yetenek geliştirir, ki
bunlar da aslında anlamdan yoksundurlar. Kelimeler ve kavramlar sapmış
bilinçte gerçeğin yerine geçerler.</span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">5)</span><span style="font: 7pt 'Times New Roman';"> </span></span><span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Zihinde
yaratılan bu kelime -kavram simgelerine bağlılık her tür kötü karma’ya
yolaçar (ye); bilinç bir doğum -ölüm çemberinin tutsağı olur. </span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">6)</span><span style="font: 7pt 'Times New Roman';"> </span></span><span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Bilinç
karmanın meyvalarından acı çeker ve artık özgür değildir. Böylece,
bilincin her tür kirli hali bilgisizlikten doğar, ve bilgisizlik kendi
hayali varlığını aydınlanmamış yüzden alır; bu ise Böylelik’in nisbi,
geçici yüzüdür.</span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Samsara’nın
ortaya çıkışı sürecinin başlamasını tarif eden Uyanış, “vasana”
kelimesini kullanır (xun xi); bu bir Yogacara terminolojisidir. Buradaki
anlamı “birşeyin içine sızabilen etki ya da eylem” demektir.
Samsara’nın başlangıcı konusunda söylenebilir ki, kaynağını Böylelik’in
Aydınlanmışlığından alan aydınlanmamışlık, bilgisizlik doğurur, ve bu
ise kirli halin ana sebebidir ve sonuncusu Böyleliğin tözü içine sızar.
Ve bu sızma (vasana) sapmış bilincin ortaya çıkışının nedenidir.
Böylelik’in temel prensibi , henüz “başlangıcı olan Aydınlanma”da
gerçekleşmemiş iken, sapmış bilinç, duyular ve aklın kuruntusu olan
nesnelere dayanmaya devam eder. Bu nesneler, dönerek, sapmış bilince
sızarlar ve “sapmış aklın kendi fikirlerine bağlanmasına, çeşitli karma
üretmesine ve her tür ruhsal ve fizik acı çekmesine neden olurlar. Bu
sürece ancak Aydınlanma ile bir son verilebilir; o da psiko -pratik
zihin eğitiminin bir sonucudur; temelde asli Aydınlanma ile aynı şeydir,
Gerçek’in tabiatının böyle olduğu gibi.</span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Uyanış,
kurtulmuş aydınlanmış aklı nasıl tanımlar? Burada metin Budist
metinlerde çok popüler misaller olan “dalgalar ve su”yu kullanır.
Aşağıda metinden iki önemli alıntı vardır:</span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">1)</span><span style="font: 7pt 'Times New Roman';"> </span></span><span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Her
zihin ve bilinç durumu (laksana) (aydınlanmamışlığın etkisi altında)
bilgisizliğin sonucudur. Bilgisizlik ise Aydınlanmadan ayrı varolamaz;
bu nedenle varlığı yok da edilemez (çünki kimse olmayan birşeyi yok
edemez), ve yine onun “yokluğu da yokedilemez” (bu durumda olduğu gibi
kalır). Bu denizin suyu ile (aydınlanma) dalgalar (zihin durumları)
arasındaki ilişki gibidir; suyu rüzgar (bilgisizlik) karıştırır;
dalgalar (zihin durumları) oluşur. Su ve rüzgar ayrılamaz, ama su özünde
hareketli değildir, ve eğer rüzgar durursa dalgalanma da durur. Ama
suyun su hali değişmez. Aynı şekilde, insanın Zihni, aslen arınmış
olarak, bilgisizlik rüzgarınca karıştırılır. Hem Zihin, hem bilgisizlik
özel formlara sahip değildir; birbirinden ayrılamaz. Ama zihin aslen
hareketli değildir, ve bilgisizlik biterse, o zaman (sapmış eylemlerin)
ardıllığı da biter. Ve bilgeliğin asli tabiatı (Zihin’in tözü, suyun su
özelliği gibi) yokolmadan kalır. </span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">2)</span><span style="font: 7pt 'Times New Roman';"> </span></span><span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Soru: Eğer zihin sona ererse, onunu ardıllığı ne olur? Eğer zihnin ardıllığı yok ise, onun nihai duruşu nasıl açıklanır?</span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">3)</span><span style="font: 7pt 'Times New Roman';"> </span></span><span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Cevap: “Durma” diye adlandırdığımız şey, (sapmış) zihnin
işaretlerinin sonlanışıdır; onun tözünün sonlanışı değildir. Yine
rüzgar örneğinde olduğu gibi, suyun yüzeyini takiple, o kendi hareket
işaretlerini bırakır. Eğer su yok olsaydı, rüzgarın işaretleri de
giderilecek ve rüzgar (hareketini üzerine resmedeceği) bir dayanağa
sahip olmayacaktı. Ama su yok olmadığından, rüzgarın işaretleri devam
edebilir. Ne zamanki rüzgar biter, onun hareketinin işaretleri de biter.
Bu suyun bitişi demek değildir. Yani ancak bilgisizliktir ki, onun
etkisiyle Zihnin tözünde hareketlenme olur. Eğer Zihnin tözü bitecek
olaydı, herşey son bulur ve buna kimse engel olamazdı. Ama töz
bitmemekte, zihin devam etmektedir. Ancak ahmaklık bitmekte, ve zihnin
(ahmaklığının) işaretleri bitmektedir. Zihnin Bilgeliği (töz) bitmez. </span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Bu
nedenle, denir ki, Aydınlanma bilgisizlik rüzgarlarının denizin yüzünde
üflemesini durdurur. Deniz, (Mutlak Zihin’in öz tabiatının bir
tasviridir) değişmez, tabiatı aynı kalır, Tek Zihin’in derinliklerinden
köken almış olan bilgisizlik rüzgarınca (avidya, bu jue) oluşturulan,
yalnızca arızi ve temelde gerçek olmayan dalgalar (samsara’nın döngüsel
varoluşu), sona ererler. Bunun anlamı, Aydınlanmış zihin için nesnelerin
tüm varlık kategorilerinin ortadan kalkması demektir. Ve bu kamil
Aydınlanmış Zihin için artık aydınlanmamış yüzün siyah noktası artık
yoktur. Bu bir “düzeltme”dir; ya da Böylelik’in “katarsisi” (= içini
dökmesi, ç.n.). Aslında baştan beri olduğu halini alır: Dual (iki)
olmayan, ışık saçan, mutlak Tek Zihin; O’nda Dharmakaya olan Buda’nın
sayısız iyi ve mükemmel sıfatları vardır. Bu Uyanış’ta şöyle sunulur:</span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Gerçekte,
maddi nesneler yoktur, çünkü tüm nesneler zihinden köken alırlar. Ve
maddi nesneler varolmadıklarından “boş uzay” uğraşı gerektirmez. Tüm
nesneler zihinden gelirler; hayaller ortaya çıktığında (gerçek
zannedilen nesneler) belirirler. Zihin sapkın eylemlerinden kurtulunca tüm
(gerçek sanılan) nesneler kendiliklerinden kaybolur. (Gerçek olan) Tek
ve Gerçek Zihin’dir, heryerdedir. Bu Tathagata’nın büyük ve geniş
bilgeliğinin son anlamıdır. </span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Uyanış’ın,
samsara’nın kötülüklerinin kökeni ve onlardan kurtuluşla ilgili en
önemli öğretilerinin incelenmesinden sonra, konuya Mahayanacı ve
Kabbalacı yaklaşım tarzlarını analiz ve kıyas edebiliriz:</span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Uyanış’ın
kötülük problemine yaklaşımında, Luria Kabbalası’nda sözedilen
yaklaşımlarla karşılaştırılabilir bir seri özellik buluyoruz.</span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">1)</span><span style="font: 7pt 'Times New Roman';"> </span></span><span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Her
iki öğreti de kötülüğün köklerinin Mutlak’ın kendinde olduğunu
savlarlar. Luria Kabbalası’na göre bu kökler “din”in (Sert Hükm)
potansiyel güçleridirler; aşırı büyüme ve Rahmet’in güçlerinden
ayrılışlarını “gellipoth” ya da “kabuklar” olarak bulurlar. Bu nedenle,
varlığın karanlık yüzü de gizli olarak Mutlak'ta içkindir. Uyanış’a
göre, kötülüğün ve samsara döngüsel varoluşunun tüm acılarıyla birlikte
temeli Mutlak’ın aydınlanmamış yüzünden çıkar (Işıklı Tek Zihin olarak
Böylelik); O’nun ikincil ve arızi bir tabiatı daha vardır, ama yine de
duygulu varlıkların deneysel bilincinin tüm bu kirliliklerinden sorumlu
değildir. </span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">2)</span><span style="font: 7pt 'Times New Roman';"> </span></span><span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Yaradış
süreci, kötülüğün köklerinin somutlaştırılması ya da tezahürü olarak
görülür. Luria Kabbalası’nda, Mutlak’ın Asli Sonsuz Işığının (“Or En
Sof”) yaradış eyleminin ilk aşaması kendine çekiliştir (zimzum); yani
kendini sınırlama. Ve her sınırlama “din” güçlerinin (ki onlar kötülüğün
de kökenidirler) açığa çıkışı olarak görülebilir. Bu nedenle, kötünün
tezahürü (açığa çıkarılması) bu anlamda yaradışın ana karakteristiğidir.
Uyanış’ta samsara’nın çıkışının ilk noktası Mutlak’ın aydınlanmamış
yüzünden köken alır. Bu bilgisizlik kendini ayırımcı düşünce ile açığa
vurur, ve o yanlış olarak kendini Böylelik’in tözünden farklılaştırır.
Bu sürecin devamında bir özne -nesne karşıtlığı ve çeşitli tutkulara
giden bir zihni yapılanma ya da serap ortaya çıkar. </span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">3)</span><span style="font: 7pt 'Times New Roman';"> </span></span><span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Yaradış
süreci yalnız kötülüğün tezahürü süreci değildir. Mutlak böylece
kötünün potansiyel köklerinden kurtulur; bu anlamda Mutlak’ın “katartik”
(içini dökme) eylemi olarak anlaşılır. Luria Kabbalası’nda bu İlahi
katarsis (içini dökme) süreci “tikkun” (varlığın ihyası) ile sonuçlanır.
Bazı Luriacı Kabbala nüshalarına göre, kötülük güçleri ya da
“gelippoth”, Işık güçlerinden tamamen yoksun, ve bir “artık ürün” olarak
Tanrısallık Tözü’nden temizlenmelidir; bazı diğerlerine göre, onlar
Tenzih’in güçlerine dönüştürülerek İlahi Işıklar Aleminde sürdürülmeye
değer hale getirilmelidir. Uyanış’ta, samsara’nın varlıkları, kendi asli
Buda varlıklarının etkisiyle Aydınlanma’ya varırlar; bu da Mutlak
içindeki aydınlanmamış kara noktanın kesin giderilmesi ve O'nun tam
Aydınlanması ile sonuçlanır. Metin açık olarak, samsara’nın ortaya
çıkışı ve deneysel varlığının “katartik karakterinden” sözetmez; ama bu
kolayca varsayılabilir; çünkü Asli Aydınlanma'dan hareketlenen, asli
olmayan aydınlanmamışlıktan geçen ve deneysel Aydınlanma’ya vararak tam
;Aydınlanmayla sonuçlanan sürecin yapısı, bilgisizlik gölgesinin nihai
olarak giderilmesidir.</span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Yine
de, bu iki mistik teozofi arasında, kötünün tabiatını anlama ve onu
giderme yolları ile ilgili çok önemli ve teolojik olarak temel ayrımlar
vardır. Öte yandan onlar, Ahd-i Atik dünya görüşünden temellenen Luria
Kabbalası’nın ile geleneksel Hint düşünce tarzıyla yakın ilişkili
Mahayana Budizmi’nin temel kendine özgülükleri ve soteriolojik (inayet
felsefesi) yaklaşımlarının anlaşılması açısından da önemlidirler.</span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Herşeyden
önce şu vurgulanmalı ki, Luria Kabbalası’nda dünya sürecinin sonu
“tikkun”, yani temiz yaradılışın kendi kamil ve kirlenmemiş haline geri
dönüşü, ve hatta İlahi Bereket içinde kayboluşudur. Uyanış’ta
Aydınlanma, tüm özne -nesne ilişkilerinin ve bu çetrefilli dünyanın sona
eriş hali dir: Zihin kendi içkin tabiatına geri döner, ve bilgisizlik
rüzgarının oluşturduğu dalgalar (dünya) görünmez olur, ortaya Sonsuzluk
Denizi’nin sakin yüzeyi ya da Zihin’in gerçek ve sakin kendi -tabiatı
çıkar. Bu nedenle yaradılmışlara Luria Kabbalası’nın yaklaşımı
(Mutlak’ın derinliklerinden gelen çetrefilli dünya) ontolojik olarak
iyimser, ama Uyanış’ınkisi kötümserdir.</span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">İkincisi,
yaradış sürecinin evrimi iki sistemde farklıdır: Bir Zihin’in /
Böyleliğin fenomenler dünyasında kendini açışının muharrik gücü
sapkınlıktır; ve ancak tam Aydınlanma ile bu sapmanın etkileri
(Böylelik’in aydınlanmamış yüzünün etkisi ve evren - Samsara'nın üç
alemi) ortadan kalkar. Öte yanda Luria Kabbalası'nın buna denk düşen
tutumu daha karmaşıktır. Burada, potansiyel kötü'nün gölgesi yaradış
sürecine başından itibaren katılır, ama bu yaradılış aynı zamanda İlahi
Açılış’ın olumlu değerde bir eylemidir. Hatta Moshe Hayyim Luzzato der
ki, Mutlak En Sof Kendi mutlak ilmini ve kudretini de terketmek
zorundaydı ki, bu mekan ve zamana bağlı dünya oluşabilsin. Mutlak
tabiatı gereği değişmezdir (Aristo’nun söylediği gibi); bu nedenle ,
dinamik bir yaradılış haline erişmek için Mutlak, mutlak olmaktan
vazgeçmiştir.</span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Yukarıdaki
farklılıkları özetlersek, Gazzeli Nathan’ın metaforları olan düşünceli
ve düşüncesiz Işıklar’ı kullanmak daha iyi olur. Düşünceli Işıklar,
yaratmak isteyen Tanrısal İradeyi , düşüncesiz ışıklar, O’nun ilksel
sükunetinde saklı ve gizli olarak kalma isteğini simgelerler; yaradılış
kötülük güçlerinin tezahürü ve hatta Mutlak’a başkaldırmasıdır. Luria
Kabbalası ve Uyanış’ta bu problemi karşılaştırmaya devamla, birincisi
daha çok düşünceli Işıklar yönünde tutum alırken, ikincisi düşüncesiz
Işıklar yönünde tutum almaktadır. </span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Ve
son olarak, bu iki sistem fikirlerini açıklamak için hayli farklı bir
dil kullanmaktadırlar: Luriacı ve Sabbati düşünürlerininki gnostik,
mitsel -şiirsel bir dil olup, hayli açıktır, Uyanış’ınki ise felsefi ve
spekülatiftir; bu metni Budist skolastisizm içinde ki geleneksel
metinlere sokar. Dahası, şunu da not etmeli ki, Kabbalacı mistisizmin
geniş kültürlerarası araştırmalar çerçevesinde incelenmesi problemi çok
önemli olup, bu metin belki de bu yolda atılmış ilk adımdır. Ama eski
bir Çin atasözü der ki: “Onbin millik yola bir adımla başlanır.” Ve eğer
bu adım burada atılabilmişse, yazar kendini görevini yerine getirmiş
sayabilir.</span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Kaynak:</span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><a href="http://etor._best.tripod.com/kabbud.txt"><span style="font-size: small;">http://etor._best.tripod.com/kabbud.txt</span></a></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">Dipnotlar:</span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"><span style="font-size: small;">=================</span></span></div>
<div>
<br clear="all" />
<span style="font-size: small;">
</span>
<hr align="left" size="1" width="33%" />
<span style="font-size: small;">
</span>
<br />
<div id="ftn1">
<div class="MsoFootnoteText">
<a href="http://us.f309.mail.yahoo.com/ym/Compose?YY=30776&inc=50&order=up&sort=date&pos=0&view=a&head=b&box=Inbox#_ftnref1" name="_ftn1" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';">[1]</span></span></a><span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"> ) Benzer düşünsel öğelere İslam’da pekçok düşünürde, örneğin İkbal’de rastlanır. (ç.n.)</span></div>
<div class="MsoFootnoteText">
<br /></div>
</div>
<div id="ftn2">
<div class="MsoFootnoteText">
<a href="http://us.f309.mail.yahoo.com/ym/Compose?YY=30776&inc=50&order=up&sort=date&pos=0&view=a&head=b&box=Inbox#_ftnref2" name="_ftn2" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';">[2]</span></span></a><span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"> ) İslam geleneğindeki “Ben bir gizli hazineydim …” sözünün aynı –ç.n.</span></div>
<div class="MsoFootnoteText">
<br /></div>
</div>
<div id="ftn3">
<div class="MsoFootnoteText">
<a href="http://us.f309.mail.yahoo.com/ym/Compose?YY=30776&inc=50&order=up&sort=date&pos=0&view=a&head=b&box=Inbox#_ftnref3" name="_ftn3" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';">[3]</span></span></a><span lang="TR" style="font-family: 'Times New Roman TUR';"> ) İbranice kelimenin buradaki anlamı, aşağı, Arapçadaki “deyn”, “dun” karşılığı</span></div>
</div>
</div>
</div>
altay ünaltayhttp://www.blogger.com/profile/01074664679964606101noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3211112078332654001.post-8778651691316796582013-01-24T16:14:00.003+02:002013-01-24T16:14:53.843+02:00<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="http://huvallahu.com/App_Uploads/Images/94915588.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="http://huvallahu.com/App_Uploads/Images/94915588.jpg" height="200" width="196" /></a></div>
<div align="center">
<span style="background-color: white;"><span style="font-size: x-large;">VAHDET-İ VÜCUD'UN BİR ANALİZİ </span></span></div>
<div align="center">
<span style="background-color: white;"><span style="font-size: x-large;"><br /></span><span style="font-size: medium;">BİR DOĞU FELSEFELERİ META-FELSEFESİNE DOĞRU</span></span></div>
<span style="background-color: white;">
</span><div align="center">
<span style="background-color: white;"><span style="font-size: medium;">Toshihiko Izutsu</span> <br /><span style="font-size: xx-small;">Çeviren<em> </em></span><br /><b><span style="font-size: x-small;">Dr. Ramazan Ertürk</span></b></span></div>
<span style="background-color: white;">
</span><br />
<span style="background-color: white;">
</span><span style="background-color: white;">'Varoluşun Birliği' şeklinde tercüme edilebilecek olan <i>Vahdet-i Vücûd</i>
12. ve 13. yüzyıllar İspanya'sının önde gelen Arap Mistik filozofu
İbn-i Arabi'ye (M.1165-1240) kadar gerilere giden metafizik bir
kavramdır. Fakat benim -en azından bu bölümde- ilgilendiğim kısım, bu
kavramın İran'da Moğol istilasından sonraki dönemden başlayarak 16. ve
17. yüzyıllara kadarki dönemde geçirdiği felsefi gelişim ve ilerlemedir.
16. ve 17. yüzyıllar, genellikle Molla Sadra olarak bilinen Sadreddin-i
Şirazi'nin (M.1571-1610), tamamen bu kavram temeline dayanarak
İran-İslam felsefesinin büyük ve mükemmel bir sentezine ulaştığı
dönemdir.</span><br />
<a name='more'></a><br />
<br />
<span style="background-color: white;">
</span><span style="background-color: white;">Benim, İran İslam tarihinin sunduğu pek çok ilginç problem arasından
bu özel problemin bu özel yönü ile ilgilenmemin nedeni, benim kendi
felsefi tavır-alışım olmayıp, tam aksine, şöyle bir kanaate sahip
olmamdır: <i>Vahdet-i vücûd </i>kavramı, yapısal bakımdan analiz edilip
uygun bir şekilde incelendiğinde, genel anlamda Doğu felsefesinin
tarihsel açıdan büyük şekil ve türlerinin çoğunun belirleyici
niteliklerini sergileyen en temel düşünce tarzlarından birini açıklığa
kavuşturabileceğimiz teorik çerçeveyi sağlayacak bir kavramdır. Böyle
bir teorik çerçeveyi temin etmek suretiyle biz, Doğu ve Batı'nın manevi
ve entelektüel mirası üzerinde temellendirilecek olan yeni bir dünya
felsefesinin arzulanan gelişmesine, Doğu'nun felsefi zihniyeti açısından
olumlu bir katkı
sağlamış olacağız.</span><br />
<br />
<span style="background-color: white;">
</span><span style="background-color: white;">İnsanlık tarihinin kritik bir anında yaşayan kişiler olarak bizler,
doğal olarak, pek çok şeye acilen ihtiyaç duymaktayız. Bu şeylerden
birisi, çeşitli dünya milletleri arasında, daha iyi bir karşılıklı
anlayışın olmasıdır; bundan zaman zaman Doğu ile Batı arasında daha iyi
bir anlayışın teşvik edilip geliştirilmesi işi olarak da söz edilir.
Doğu ile Batı arasında karşılıklı anlayışın olması, birbirinden farklı
bir kaç düzeyde anlaşılabilir. Ben burada onlardan sadece birisi ile
ilgileniyorum: Felsefi düşünce düzeyi.</span><br />
<br />
<span style="background-color: white;">
</span><span style="background-color: white;">Doğu ile Batı arasında daha iyi bir karşılıklı anlayışın
oluşturulması gayesiyle, geçmişte, felsefi düşünce düzeyinde,
'karşılaştırmalı felsefe' adı altında bazı girişim ve çabaların
gerçekleştirildiği inkar olunamaz. Ancak, karşılaştırmalı felsefenin, bu
güne kadar, filozofların entelektüel aktivitesinin daha ziyade
kıyısında köşesinde kaldığı da aynı şekilde inkar olunamaz. Her şeyden
önce, çoğu durumda karşılaştırılacak terimlerin seçimi keyfi olmuş ve
bunun sonucu olarak da yapılan çalışma sistematik olmayan bir yapıya
bürünmüştür. Kısacası, karşılaştırmalı felsefe, bana göre, pek başarılı
olmamış ve ciddi anlamda dikkatler, layıkıyla hak
ettiği şekilde ona yöneltilmemiştir. Ben, bu başarısızlığın ana
sebebinin, onun metodoloji konusundaki fakirliğinde yattığını
düşünüyorum.</span><br />
<br />
<span style="background-color: white;">
</span><span style="background-color: white;">Karşılaştırmalı felsefenin gerçek anlam ve önemini yerli yerine
koyabilmek ve özellikle de Doğu ile Batı arasında gerçek ve derin bir
felsefi anlayışın oluşmasını teşvik edip geliştirmek için, öncelikle
onun, daha sistematik bir şekilde geliştirilerek, 'felsefeler
meta-felsefesi' diyebileceğimiz bir hale getirilmesi gerekmektedir.
'Meta-felsefe' terimiyle ben, farklı düzeylerde bir çok alt-yapıları
içeren kuşatıcı bir yapısal çerçeveyi kastediyorum; öyle ki, bu
alt-yapılardan her biri, hem Doğu ve hem de Batı'nın büyük felsefe
geleneklerinde bulunan temel kavramlardan analitik bir şekilde alınarak
ortaya konan şu veya bu büyüklükte bir felsefi kavramlar ağından meydana
gelecektir. Böyle bir meta-felsefeye ulaşma sürecinde atılacak ilk
pratik adım, en azından benim durumunda, her felsefi
sistemin anahtar kavramlarının yapısını, dikkatli bir semantik analize
tabi tutmak olacaktır. Böyle bir analizin sonucunda, muhtemelen, oldukça
karmaşık ve geniş fakat aynı zamanda esnek ve iyi organize olmuş bir
kavramsal sisteme ulaşılacaktır. Böylece, hem bu kavramsal sistem
içerisinde her bireysel sistem kendi yerini alacak ve hem de bu sistem
sayesinde Doğu ve Batı'nın büyük felsefe okulları arasındaki farklı ve
ortak noktalar sistematik bir şekilde açıklığa kavuşturulacaktır.</span><br />
<br />
<span style="background-color: white;">
</span><span style="background-color: white;">Ben, Doğu felsefelerinin anahtar kavramlarını analiz etme işiyle,
böyle bir nihai amacı göz önünde bulundurarak meşgul oluyorum. Bu geniş
perspektif içerisinde, <i>vahdet-i vücûd</i> kavramı, sadece, dar bir
şekilde sınırlandırılmış kısmi bir alanı temsil etmektedir. Fakat o öyle
bir mahiyet arz etmektedir ki, eğer onun temel yapısını aydınlığa
kavuşturma konusunda başarılı olursak, bu kavram bize, kendisiyle Doğu
felsefelerinin büyük çoğunluğunun -en azından en temel yönlerinden biri
bakımından- belli bir yapısal birlik düzeyine kavuşturulacakları temel
bir kavramsal model temin edecektir.</span><br />
<br />
<span style="background-color: white;">
</span><span style="background-color: white;">Benim bu tavrım, doğal olarak, 'varlığın birliği' anlayışını sadece
İslam'a veya İran'a ait bir şey olarak düşünmediğime işaret edecektir.
Bunun yerine, ben burada, bu kavram ve onun içerdiği felsefi imkanları,
Veda düşüncesi, Budizm, Taoizm ve Konfüçyüsçülük gibi farklı tarihsel
köklere (geriye) giden pek çok Doğu felsefesinde ortak olan temel bir
yapının temsilcisi olan bir anlayış olarak görmekte ve onun bu şekliyle
ilgilenmekteyim. Bu perspektifte <i>vahdet-i vücud </i>felsefesinin
yapısının, Doğu'nun farklı kültürel geleneklerine mensup olan önemli
düşünürler tarafından birbirinden farklı şekillerde geliştirilmiş olan
tipik bir felsefi düşünce tarzını -belki de '<i>arketip </i>olan bir düşünce tarzını' da diyebiliriz- temsil ettiği görülecektir.</span><br />
<br />
<span style="background-color: white;">
</span><span style="background-color: white;"><i>Vahdet-i vücûd</i>'un yapısal analizinin anlaşılması konusu ile
ilgili olarak daha hemen başlangıçta altını çizerek belirtmeliyim ki,
'yapı' kelimesini sadece şekli anlamda alıp öyle anlama eğilimine sahip
kişilerle aynı görüşü paylaşıyor değilim. Çünkü 'salt bir şekil' ya da
'dışa ait şekilsel bir sistem' şeklinde anlaşılan bir yapının, benim
amaçladığım türden bir meta-felsefe kurma hedefi açısından hemen hemen
hiç bir değeri yoktur. Tabii ki 'yapı' kelimesini 'bir şekil ya da
sistem' anlamında ben de alıp kullanmaktayım. Benim özel amacım
açısından, 'yapı' kelimesi, iç açılımları olan bir sistemi ifade
etmektedir; veya, buradaki düşünceyi daha somut terimlerle ifade edecek
olursak, 'yapı' kelimesi, yaklaşık olarak iyi organize ve
koordine edilmiş bir kısım felsefi anahtar kavramlardan meydana gelmiş
olan üst düzeyden bir dilsel ya da kavramsal sistem olarak
anlaşılacaktır. Fakat burada önemli olan şudur: Sözü edilen bu sistem,
kendisini belilli bir şekil veya görünüm içinde sergileyen ve bu görünüm
arkasında yatan derûni ruh ya da orijinal felsefi vizyonun harici şekli
olarak kavranmalıdır. Metodolojik açıdan bizim için önemli olan şey,
öncelikle, sisteme içeriden can veren ve onu bilgilendien ruhu ya da
bütün sistemin merkezi vizyonunu kavramak, daha sonra da sistemi bu
merkezi vizyonun organik gelişimi olarak tasvir etmektir.</span><br />
<br />
<span style="background-color: white;">
</span><span style="background-color: white;">Şimdi <em>vahdet-i vücûd</em>'a böyle bir bakış açısından yaklaşarak,
belli bir gerçeklik görüşü temeli üzerine inşa edilmiş harika bir
metafizik sistemi bulacağız. <em>Vahdet-i vücûd</em> ya da 'varoluşun
birliği' teriminin kendisinin de açıkça işaret ettiği gibi, bu temel
görüş, 'varoluş' etrafında odaklanır. Diğer bir deyişle, <em>vahdet-i vücûd</em>
felsefesi, orijinal bir metafizik görüşün teorik ya da rasyonel olarak
yeniden kurulmasından başka bir şey değildir; öyle ki, bu orijinal görüş
de varoluşun gerçekliğinin bir sezilmesi olarak anlaşılır. </span><br />
<span style="background-color: white;">
</span><span style="background-color: white;">Bunu söyledikten sonra, hemen, dikkatinizi çok önemli bir gerçeğe
çekmek istiyorum; yani şuna: Bu özel bağlamda varoluş, hepimizin doğal
olarak sağ-duyumuzla anladığımız türden varoluş değildir. Bunun yerine,
o, kendisini sadece aşkın bir bilince açan varoluştur. Bu varoluş,
kişinin, bilginin ampirik boyutunu aşarak ampirik-ötesi bilinç boyutuna
ulaştığı zaman sezdiği varoluştur.</span><br />
<br />
<span style="background-color: white;">
</span><span style="background-color: white;">Bu bağlamda, varoluş probleminin, İslam felsefesi tarihinin ta
başından beri, İslam'ın Yunan felsefe geleneğinden devraldığı metafizik
problem olduğunu hatırlayabiliriz. Ancak, İslam felsefesinin Kindi,
Farabi, İbn-i Sina ve İbn-i Rüşd gibi isimlerce temsil edildiği ilk
dönemlerde <em>vücûd</em> ya da <em>varoluş</em>'un -ki bu terim,
burada, 'var olma aktı' anlamını taşımaktadır- sadece dolaylı ve ârızî
olarak felsefî ilginin objesi olduğunu hatırlamak da önemlidir. Buradaki
'dolaylı ve ârızî olarak obje olma' ile kastedilen şudur: Çok eskiden
beri gelen Aristotelesci metafizik geleneği izlenerek, düşünürlerce
birincil olarak ilgi duyulan şey, <em>'vücûd</em>'dan ziyade '<em>mevcûd</em>' -yani, var olma aktının kendisi yerine, var olan somut şey ya da varlık-idi. <em>Vücûd</em>
problemi
ise temelde 'varlıklar'ın -yani, var olan gerçek şeylerin- iç yapı ya
da oluşumunun bir parçası olarak gündeme gelir ve bu şekilde
tartışılırdı.</span><br />
<br />
<span style="background-color: white;">
</span><span style="background-color: white;">Birinci derece vurgunun şiddetli ve kesin bir şekilde '<em>varlık</em>'tan '<em>varoluş</em>'a
geçmesinin, ancak, İslam felsefesinin İbn-i Arabi'nin şahsında derin
bir mistik tecrübe ocağından geçmesinden sonra olması oldukça anlamlı ve
önemlidir. Her ne kadar gerçekte hâlâ Aristotelesci felsefenin
yörüngesi içerisinde kalıyor olsa da, İbn-i Sina bu bakımdan tam dönüm
noktasında yer almaktadır. Onun Aristotelesci felsefe dairesinde kalıyor
olmasının nedeni, ontolojisinde, <em>vücûd </em>(<em>actus essendi</em>) problemi ile temelde, <em>mevcûd</em>u (<em>ens</em>) oluşturan bir faktör olarak ilgileniyor olmasıdır. Fakat, emin olarak en azından şunu diyebiliriz: İbn-i Sina '<em>varoluş</em>'un, '<em>mahiyet</em>'in bir 'araz'ı ya da sıfatı olduğunu açıkça belirtmek suretiyle, <em>vahdet-i vücûd</em>
kavramının daha
sonraki felsefi gelişmesine kesin bir ivme kazandırmıştır. Ancak, o bu
ifadeye bir başka ifade daha ilave etmiştir; bu ilave ifade şudur:
'Varoluş' denilen bu araz sıradan bir araz olmayıp, çok özel türden bir
arazdır. İşte bu nokta, <em>vahdet-i vücûd</em>un analizine kaçınılmaz bir başlangıç olarak açıklığa kavuşturmamız gereken son derece önemli bir husustur.</span><br />
<br />
<span style="background-color: white;">
</span><span style="background-color: white;">Ampirik tecrübe düzeyinde biz kendimizi daima sonsuz sayıda şeylerle
-yani, çeşitli sıfat ve arazlarla vasıflanan cevherlerle- çevrelenmiş
buluruz. Biz, bir şeyi sıfatlarından, ona sıfatlarınınkinden farklı bir
ontolojik statü vermek suretiyle ayırırız. Zira günlük ampirik tecrübe
düzeyinde biz, doğal olarak, özü itibariyle şeyin varoluşunun
sıfatlarının varoluşundan önce geldiğini düşünme eğilimi taşırız. Yani,
var olmak için sıfatlar şeye bağlıdırlar fakat şey onlara bağımlı
değildir. Örneğin şöyle deriz: 'Çiçek beyazdır.' Buradaki 'beyaz'
sıfatının gerçeklik kazanmasının, şeyin -yani, çiçeğin- var olması ile
ancak mümkün olduğu, oysa çiçek beyazlığını kaybedip rengini değiştirse
bile çiçeğin
varoluşunun kendisinin bundan hiç etkilenmeyeceği açık gibi görünüyor.
Ancak, bu gözlem, bir sıfat olarak varoluşun kendisine
uygulanamamaktadır. Biz, örneğin, 'çiçek varlıktır' dediğimizde, sıfatın
gerçekleşmesi çiçeğin daha önce gerçekleşmesini gerektirmemektedir. Tam
tersine, bu özel durumda çiçeği varlık alanına çıkaran şey, buradaki
sıfattır. Bir araz olarak '<em>varoluş</em>'un çok özel bir mahiyet arz
ettiği ile ilgili İbn-i Sina'nın vurguladığı husus özetle budur. O,
varoluşun bir 'araz' olduğunu fakat sıradan bir araz olmadığını, onun
diğer arazlardan tamamen farklı bir şekilde hareket ettiğini
söylemektedir.</span><br />
<br />
<span style="background-color: white;">
</span><span style="background-color: white;">İmdi, <em>vahdet-i vücûd</em> okuluna mensup kişilerin anlayışına
göre bir araz olarak varoluşun bu sıra dışı ve istisnai mahiyeti,
varoluşun gerçekte hiç bir şeyin arazı olmadığı basit gerçeğinden
kaynaklanmaktadır. Fakat buradaki problem, aslında bir araz olmayan
varoluşa gramer ve mantık bakımından bir araz olarak muamele edilmesi ve
bir yüklem olarak işlev gördürülmesinden kaynaklanmaktadır. Böylece
biz, sanki iki önerme semantik bakımından birbirleriyle aynı imiş gibi,
tıpkı 'çiçek beyazdır' dediğimiz gibi -aynı şekilde- 'çiçek varlıktır'
deriz.</span><br />
<br />
<span style="background-color: white;">
</span><span style="background-color: white;">Fakat, <em>vahdet-i vücûd</em>
mensuplarına göre, aslında bu iki önerme arasında semantik davranış
bakımından, -yani onların her birinin atıfta bulunduğu gerçekliğin dış
yapısı bakımından- temel bir farklılık vardır. 'Çiçek beyazdır'
şeklindeki önermelerin durumunda, gramer ile dış gerçeklik arasında
yapısal bir karşılıklılık (<em>correspondence, mütekabiliyet</em>)
vardır. Diğer bir deyişle, buradaki önermenin gramatik ve mantıksal
formu, önermenin atıfta bulunmayı amaçladığı dış gerçekliğin yapısını
taklik eder ve onu yeniden üretir. Fakat, 'çiçek varlıktır' şeklindeki
varoluşsal önermelerde, gramatik form ile dış gerçeklik arasında apaçık
bir farklılık ya da
uyuşmazlık vardır. Gramer ya da mantık açısından buradaki 'çiçek'
öznedir ve dolayısıyla kendi başına var olabilen bir cevhere işaret
eder; yüklem olan 'varlık' ise bu cevheri belli bir tarzda niteleyip
belirleyen bir sıfata işaret eder. Ancak, <em>vahdet-i vücûd</em> okulu
mensuplarına göre 'çiçek' aslında özne değildir. Onlara göre, gerçek ve
nihai özne, 'varoluş'tur; 'çiçek' veya bu anlamda başka her hangi bir
şey ise, ezeli-ebedi ve nihai özne olan 'varoluş'u çeşitli şekillerde
belirleyen sıfatlar ya da niteliklerdir. Örneğin, 'çiçek' gramer
açısından bir isimdir fakat metafizik açıdan bir sıfattır. (Sözde)
şeylerin tamamı, 'varoluş' adı verilen yegane gerçekliği niteliyip
değiştiren sıfatlardır ya da sıfat mahiyetinde şeylerdir.</span><br />
<br />
<span style="background-color: white;">
</span><span style="background-color: white;">Kolayca anlaşılacağı gibi bu
durum, aynı problem konusunda Advaita Vedanta düşüncesi tarafından
benimsenen duruma tamı tamına tekabül etmektedir. Veda düşüncesinde de <em>Brahman</em> kelimesi ile kendisine işaret edilen <em>Mutlak</em>,
her şeyi kuşatan, zamansal ve uzaysal olmayan, mutlak sûrette vasıfsız
ve sınırsız olan 'varoluş' ya da 'saf varlık' olarak anlaşılır. (Sözde)
'şeyler'in tamamı ise bu Mutlak Belirsiz'in çok sayıdaki belirlenimleri
ve belirginleşmeleri olarak kabul edilirler. Yani, burada da tüm
mahiyetler, 'varoluş'un sıfatları konumundadırlar.</span><br />
<br />
<span style="background-color: white;">
</span><span style="background-color: white;">Böylece, 'çiçek vardır' önermesiyle işaret edilen dış gerçekliğin
yapısının, bu cümlenin gramatik formunun ileri sürdüğü yapıdan tamamen
farklı olduğu ortaya çıkmaktadır. Kelimenin tam anlamıyla varlık olan
şey, çiçek değil, Mutlak Belirsiz olan varoluştur. Bir-çiçek-oluş, bu
Mutlak Belirsiz'in sadece özel bir öz-belirleniminden ibarettir. O,
varoluşun sözde-dış ve duyulur dünya boyutunda kendisini açığa vurduğu
belirli bir fenomensel formdan ibarettir. Diğer bir deyişle, burada
'çiçek', 'varoluş'u niteleyen ve onu belir bir fenomensel form şeklinde
belirleyen bir arazdır. Kendi içinde ele alındığında varoluş- yani, saf
halinde varoluş- sıfatsızdır. O, mutlak surette basit bir birlik ya da
bir mutlak belirsizlik ve ayrımsızlıktır. Dolayısıyla,
çeşitli şeyler arasında bulunan ve duyulur tecrübe boyutunda idrak
edilebilir olan tüm farklılıkların gerçek olmadığı hükmüne varılacaktır.
Şankara'nın temsil ettiği Advaita Vedanta düşüncesinin şu ifadeleri
işte bu anlamı taşımaktadır. Tüm fenomensel şeyler, birer illüzyondan
başka bir şey değillerdir; onların hepsi, altta yatan <em>Brahman</em> saf birliğine atfedilen (<em>adhyasa</em>) gerçek-dışı formlardır.</span><br />
<br />
<span style="background-color: white;">
</span><span style="background-color: white;">Duyulur dünyanın kendi
başına var olabiliyor gibi görünen şeylerinin doğası hakkında hem Taoizm
ve hem de Mahayana Budizmi tam olarak aynı görüşe sahiptirler. Her iki
düşüncenin de temel niteliği, baştan sona cevhercilik karşıtı olmaktır.
Bu düşünceler, İslam metafizik geleneğinde <em>mahiyetin asıl olması </em>(<em>asâletü'l-mahiyet</em>)
tezi -yani, bizim dış dünyada gözlemlediğimiz çeşitli mahiyetlerin
temel bir gerçekliğe sahip oldukları tezi- olarak bilinen görüşün
kesinlikle karşısındadırlar. Böylece, bir örnek verecek olursak,
Mahayana Budizmi'nde en temel felsefi metin kitaplarından biri olarak
kabul edilen <em>Ta Ch'eng Ch'i Hsin Lun</em>'ın (Mahayana'da İnancın
Uyanması) yazarı şöyle der. "Henüz aydınlanmamış tüm insanlar,
yanılan zihinleri ile her dakika şeyler arasında ayrım yapar (yani,
Gerçekliğin orijinal mutlak birliğini, kendi başına var olabilen
çeşitli şeylere ayrıştırır, böler) ve böylece <em>Mutlak Gerçeklik</em>'ten
uzaklaşır, ona yabancılaşır." Be şekilde zihnin ayrıştırıp belirleme
eylemi ile tespit edilen fenomensel varlıklara, oldukça anlamlı bir
şekilde, <em>jan fa (bozulmuş, kirli şeyler</em>) denilmektedir; yani,
fenomensel şeyler burada, ontolojik bakımdan, yegane Gerçekliğin
saflığını 'bozup kirleten' unsurlar olarak değerlendirilirler. Yina aynı
kitapta, bu konuyla ilgili şu açık ifadeyi buluruz: "Zihin-Doğa (yani, <em>Mutlak Gerçeklik</em>)
olarak bilinen şey, tüm fenomensel belirlenimlerin ötesindedir. Tüm
şeylerin bağımsız varlıklar
olarak birbirinden ayırt edilmesi, sadece illüzyonlar vasıtasıyla
olmaktadır. Biz, zihnimizin illüzyon üreten hareketlerinden bir kez
kurtulduk mu, o zaman artık sözde-objektif dünyanın herhangi bir görünmü
olmayacaktır."</span><br />
<br />
<span style="background-color: white;">
</span><span style="background-color: white;">Fakat bu ifadenin, yani, fenomenler dünyasının varlıklarının hepsinin
gerçek olmayan görünümlerden ibaret oldukları ifadesinin, kısmi bir
doğrultmaya ihtiyacı vardır. Çünkü Veda düşüncesi, Budizm ve İslam
düşüncesi gibi sistemlerin hepsinde, yukarıda zikredilen atıfların
meydana gelmesine sadece insan zihninin özü itibariyle sınırlı olan
izafi epistemolojik yapısı değil, aynı zamanda, <em>Mutlak Gerçekliğin </em>kendi yapısı da sebep olmaktadır. Şimdi bu önemli noktaya geri döneceğim.</span><br />
<br />
<span style="background-color: white;">
</span><span style="background-color: white;">Öye görünüyor ki, <em>vahdet-i vücûd</em> türü felsefenin temel bakış açısı hakkında yaptığım bu kısa açıklama, <em>Gerçeklik</em>
konusunda birbirinin tamamen zıddı olan -yani, şimdilik kabaca
'cevhercilik' ve 'varoluşçuluk' karşıtlığı şeklinde işaret
edebileceğimiz bir zıtlık arz eden- iki metafizik görüşün varlığının
farkına varmamıza neden olmuştur. </span><br />
<br />
<span style="background-color: white;">
</span><span style="background-color: white;">Bu görüşlerden ilki, yani cevhercilik, bizim günlük sad-duyu varlık
anlayışımızın felsefi olarak geliştirilmiş şeklinden ibarettir. Gerçekte
biz, dünya ile olan günlük karşılaşmalarımız düzeyinde, çevremizde her
yerde şeyleri -yani, var olan cevher ya da mahiyetleri- görürüz. Bu
perspektiften bakıldığında, var olan şeyler mahiyetlerdir. Bizim burada
gördüğümüz her şey, 'var olan bir şey'dir- yani, '<em>mevcûd</em>' veya '<em>ens</em>'dir. Saf <em>varoluş aktivitesi (actus essendi)</em> olan <em>varoluş</em>un (<em>vücûd</em>)
kendisi, saf halinde doğrudan doğruya hiç bir yerde görülemez. O daima
sayısız mahiyetlerin arkasında gizli kalmaktadır. Bu anlayışta, var olan
şeyler, mahiyetlerdir; varoluş ise mahiyetlerin bir sıfat ya da
niteliğinden ibarettir.</span><br />
<br />
<span style="background-color: white;">
</span><span style="background-color: white;">'Egzistansiyalizm' kelimesi
ile işaret etmeyi amaçladığımız anlayışta ise, tam tersine, mahiyet ile
varoluş arasındaki bu ilişkinin tamamen ters dönmüş şeklini buluruz.
Burada, varoluş asıl ya da temeldir; aslında o, yegane Gerçekliktir ve
mahiyetler onun sıfatları konumundadırlar. Burada mahiyetler, biricik
Gerçekliği niteleyen sıfatlar olarak değerlendirilmektedirler.</span><br />
<br />
<span style="background-color: white;">
</span><span style="background-color: white;">Bu özel bağlamda anlaşıldıkları üzere 'cevhercilik' ve
'varoluşçuluk'un, insan tecrübesinin bir tek (ve aynı) düzeyinde
birbirine zıt olan anlayışlar olmadıklarını belirtmek önemlidir. Zira,
yukarıda da söylediğim gibi, herkesin paylaştığı sıradan ontolojik
tecrübenin doğal bir felsefi gelişiminden ibaret olan 'cevhercilik'ten
farklı olarak, bu bağlamda 'varoluşçuluk', bir 'transandantal
varoluşçuluğu' ifade eder. Bunun anlamı ise şudur: Bu varoluşçuluk,
yoğun bir meditasyonun derinliklerinde kendisini transandantal bir
bilince açan Gerçekliğin coşkulu ve mistik bir sezgisi üzerine
temellenen ve ondan doğan bir metafizik sistemidir.</span><br />
<br />
<span style="background-color: white;">
</span><span style="background-color: white;">Bu bağlamda Budizm'de <em>Mutlak</em>'ı ifade eden ve Çince'ye <em>chén ju </em>şeklinde tercüme edilen (bu terimin Japonca'sı <em>shinnyo </em>şeklinde okunur) terimin Sanskritçe'sinin <em>tathatâ </em>olduğunu gözlemlemek ilginç olacaktır. <em>Tathatâ</em> terimi sözlük anlamı itibariyle 'şöyle-oluş' (<em>suchness</em>) manasını, <em>chén ju </em>terimi de yine sözlük anlamı itibariyle 'gerçekten şöyle' (<em>truely such</em>) manasını ifade eder. Yani, her iki durumda da <em>Mutlak</em>'a,
'gerçek hali üzere varlık' ya da 'doğal hali üzere varoluş' anlamını
ifade eden kelimelerle atıf yapılmaktadır. Fakat, 'doğal hali üzere
varoluş' ifadesi, şeylerin bizim ampirik tecrübe düzeyinde bildiğimiz
varoluşuna işaret etmemektedir. Burada 'varoluş', biz meditasyon
durumunda iken zihnimizin
transandantal fonksiyonunun harekete geçirilmesi aracılığıyla kendisini
açığa vuran varoluşun gerçekliğini ifade eder. Bu, normal uyanık
haldeyken yaşanan tecrübe esnasında her günkü sıradan bilincin ayırt
edici aktivitesi tarafından bozulup 'kirletilmezden' önceki varoluşun
gerçekliği anlamına gelir. İslam'da, zihnin bu transandantal
fonksiyonunun harekete geçirilmesi olayına bir kısım teknik terimlerle
işaret olunur. Bu terimlerden en önemlisi, sözlük manası itibariyle
'perdeyi açmak' ya da 'perdeyi kaldırmak' anlamına gelen <em>keşf </em>kelimesidir. Bu tecrübenin iç yapısı ise genellikle <em>fena</em> ve <em>bekâ </em>terimleri ile tasvir edilir.</span><br />
<br />
<span style="background-color: white;">
</span><span style="background-color: white;">Burada ben, problemin nasıl olup da böyle bir tecrübenin <em>vahdet-i vücûd </em>metafizik
sisteminin üzerine kurulduğu temeli temin edebildiği konusuyla ilgili
teorik yönünü oldukça kısa bir şekilde incelemekle yetineceğim.</span><br />
<br />
<span style="background-color: white;">
</span><span style="background-color: white;">Bu iki kelimeden birincisi olan <em>fenâ</em>, literal olarak, 'yok olma' ya da 'yok edilen şey' anlamına gelir; bu, bir bakıma, Budizm'deki <em>nirvana</em>
kavramına benzeyen bir şeydir. Bizi ilgilendiren özel bağlamda ise bu
terim, derin bir meditasyon durumunda zihnin şiddetli bir
yoğunlaşmasının sonucu olarak bireyin 'ben-bilinci'nin tamamen yok
olması anlamına gelir. Bu tecrübe, mistiğin ampirik bilincinin sert gibi
görünen kabuğu eriyip çözülür ve 'ben-cevheri' (yani, nefs, -çev.-)
altta yatan var oluşun birliği tarafından emilerek tamamen kendi
içerisine çekilir.</span><br />
<br />
<span style="background-color: white;">
</span><span style="background-color: white;">Sujeye ait olan bu yok oluşun metafizik anlam ve önemi şu gerçekte
yatmaktadır: O ana kadar sahte bir cevhersel ben şeklinde görünegelen
varoluş bu belirlenimini kaybeder ve kendi orijinal mutlak
belirsizliğine geri döner. Herhangi bir şeyin subjektif bir şekilde
gerçekleşebildiği tek yer insan zihni olduğu için, varoluşun saf
subjektifliği içindeki gerçekleşmesi de sadece ve sadece insanın kendi
yalancı subjektifliğinin tamamen çözüldüğünü tecrübe etmesi yoluyla
olur. Bu, Veda düşüncesinde insanın <em>Atman </em>ile <em>Brahman</em>'ın tamamen özdeş olduğunu fark etmesi şeklinde işaret edilen şeydir.</span><br />
<br />
<span style="background-color: white;">
</span><span style="background-color: white;">Bu noktada hatırlamalıyız ki, saf halinde bulunan metafizik
Gerçeklik, mutlak Belirsiz olandır ve böyle olması ile o, her türlü
objektifleştirmeye karşı koyar. Zira objeleştirme belirlenime işaret
eder. Varoluş, bir obje olarak kavrandığı an kendi olmaktan çıkar.
Orijinal belirsizliği içindeki varoluş, asla bir obje olarak kavranamaz.
O ancak, insanın kendisini gerçekleştirmesi şeklinde tüm bilginin
şujesi olarak fark edilebilir. Çünkü nihai Suje odur. Bu anda
belirtilmelidir ki, Budizm'de mutlak belirsizlik halindeki varoluşa
genellikle '<em>Zihin-Doğa</em>' ya da '<em>Zihin-Gerçeklik</em>' denilmesinin nedeni de budur.</span><br />
<br />
<span style="background-color: white;">
</span><span style="background-color: white;">İnsanın dar bir şekilde sınırlı olan 'ben-bilinci' böylece
'Mutlak-bilinç'in sınırsız alanı içine çekilerek onun tarafından emilir
ve orada eriyerek çözülmüş hale gelir. Ayrıca, bir 'ben-cevheri'
belirgin formu altında kristalleşip donuklaşan varoluş da böylece her
şeyi kuşatan orijinal belirsizliğine geri döner. Dahası, objeler
dünyasının tüm belirli formları da kendi orijinal varoluşsal
belirsizliklerine geri dönerler. Çünkü zihnin subjektif durumu ile dış
dünyanın objektif durumu arasında köklü bir fonksiyonel korelasyon
vardır. Bir sujenin -yani, şeyleri görüp anlayacak bir 'ben-cevheri'nin-
olmadığı yerde, artık bir obje olarak görülüp anlaşılacak herhangi bir
şey de yoktur. Pek çok Doğulu düşünürün kullandığı meşhur bir mecazın
ifade ettiği gibi:
Okyanusun üzerinde coşup köpüren tüm dalgalar sakinleşip durduğu zaman
ortada görünün tek şey, sonsuz sükûnet içindeki sınırsız okyanustur.</span><br />
<br />
<span style="background-color: white;">
</span><span style="background-color: white;">Metafizik açıdan bakıldığında bu, <em>Hiçlik </em>safhasıdır; çünkü burada ne suje ne de obje vardır. Fakat, '<em>Hiçlik</em>'
kelimesi saf ve mutlak belirsizlik halindeki varoluşa işaret ettiği
için, bu safhaya, biraz daha pozitif bir mahiyet arz eden başka bir isim
daha verilir; bu isim, '<em>birlik</em>'tir. Budistler bunu genellikle 'hiç bir eki ya da ek yeri bulunmayan bir tek parça' şeklinde tasvir ederler. Taoist filozof Chuang Tzu ise buna 'kaos' (<em>hun tun</em>)
adını verir. Ampirik dünyada fark edilebilir olan şeylerin tamamının
asılsız ve gerçek-dışı olarak ilan edilmesi, sadece ve sadece bu safhada
olmakta ya da bu safhanın bakış açısından yapılmaktadır. Müslüman
filozof Molla Sadra'nın sözde-ampirik şeyleri, kendi öz-cevherleri
bulunmayan 'salt
bağlantılar' (<em>ravâbıt-ı mahza</em>) olarak değerlendirmesi de yine
bu türden olan özel bir bakış açısından yapılmaktadır. Veda düşüncesinin
önde gelen filozofu Şankara bunları 'isim-ve-form' (<em>nâma-rûpa</em>) ve bilgisizlik (<em>avidyâ</em>) tarafından var kabul edilen çokluk olarak değerlendirir. Ancak, bir sonraki safhada bu gerçek-dışı ya da hayali oluş (<em>illusorines</em>) perdesi, ampirik dünyanın varlıkları üzerinden tekrar kaldırılır. Bu sonraki safha, <em>bekâ</em> tecrübesi safhasıdır.</span><br />
<span style="background-color: white;">
</span><span style="background-color: white;"><em>Bekâ</em>, 'arkaya kalmak, devam etmek' ya da 'canlı kalmak,
hayatını veya varlığını devam ettirmek' anlamlarına gelir. Teknik olarak
bu terim, daha önce <em>Hiçlik</em> içerisinde eriyip çözülmüş ve 'varoluş'un ayrımlaşmamış mutlak birliği içinde kaybolmuş olan tüm dünya varlıklarının, <em>Hiçlik</em>'in derinliklerinden çıkartılarak tekrar diriltilmesinin gerçekleştiği manevi ya da ruhani safhaya işaret eder. Fenomensel <em>kesret</em>
dünyasının tamamı, sonsuz sayıdaki çeşitli ve birbirinden farklı
formlarıyla, insanın gözü önünde kendini tekrar sergilemeye başlar.</span><br />
<span style="background-color: white;">
</span><span style="background-color: white;">Ancak, bu safhada gözlemlenen <em>kesret</em> dünyası ile <em>fena</em> safhasından geçmezden önce insana görünen aynı ampirik <em>kesret</em> dünyası arasında temel bir farklılık vardır. Çünkü <em>fena</em>
safhasında insan, nasıl olup da dünyadaki tüm şeylerin görünürdeki
ontolojik sağlamlık ve katılığını yitirerek çözülüp akıcı bir hal
aldığını ve nihayet 'varoluş'un orijinal ve mutlak ayrımsızlığında
kaybolduğunu gözlemler. Şimdi <em>bekâ </em>safhasında ise, aynı şeyler,
bu mutlak ayrımsızlık Toprağı'nın (veya Temeli'nin) kendisinden dışarı
çıkararak beliren ve normal insan tecrübesindeki gerçekliklerini tekrar
kazanan varlıklar olarak gözlemlenirler.</span><br />
<br />
<span style="background-color: white;">
</span><span style="background-color: white;">Böylece şeyler, birbirinden açık ve net bir şekilde ayırt edilebilen
farklı pek çok şey olarak tekrar tespit edilirler. Ancak, bu kez onlar,
kendi kendine varolmaktan yoksun ve soyutlanmış görünürler. Onlar
vardırlar, fakat kendi kendine var olan varlıklar olarak değil; bunun
yerine onlar, <em>Mutlak Belirsizlik</em>'in çok sayıdaki öz-belirlenimleri ve belirginleşmeleri (yani, <em>teşahhus </em>ve <em>taayyünâtı</em>, çev.-) olarak vardırlar. Bu bakımdan onlar, salt illüzyonlar olarak değerlendirilmezler. Çünkü onların her biri, içinde <em>Mutlak</em>'ın kendisini belirleyip göründüğü ve tecelli edip kendisini sergilediği belirli bir form olması hasebiyle, onlar <em>gerçek</em>tirler.
Fakat, eğer onlar çeşitli tecellilerinden ibaret oldukları orijinal
metafizik Temel'e atıf yapılmaksızın mütalaa edilirlerse , o zaman,
boşturlar ve gerçekliği olmayan birer illüzyondurlar. Onlar, kendi
kendine var olan ve kendi kendine yeten belli 'varlıklar' olarak mütalaa
edildikleri sürece, gerçekliği olmayan birer illüzyondurlar.</span><br />
<span style="background-color: white;">
</span><span style="background-color: white;"><em>Vahdet-i vücûd</em> okuluna mensup Müslüman filozoflar, fenomensel varlıkların ontolojik statüsüne atıf yapmak için genellikle <em>vücûd-u itibârî </em>(yani, varsayımsal ya da kurgusal varoluş) ve <em>vücûd-u mecâzî</em>
(yani, asli olmayıp sonradan atfedilen varoluş) gibi ifadeler
kullanırlar. Bu ve buna benzer diğer ifadelerin anlamı şundan ibarettir:
Ampirik dünyanın varlıkları, temelde yatan 'voruluşun birliği'nden ayrı
mütalaa edilecek olurlarsa, salt bir hiçtirler; fakat temelde yer alan
'varoluşun birliği' ile ilişki içerisinde mütalaa edilecek olurlarsa, o
zaman onlar gerçek varlıklardır. Molla Sadra'nın ampirik dünyanın
varlıklarına nasıl 'salt bağlantılar' -yani, salt ilişkiler- dediğini
yukarıda görmüştük. Fakat buradaki 'ilişki' (<em>izafiyet</em>)
kelimesi, her biri kendi başına var
olabilen varlıklar olarak anlaşılan iki terim arasında bulunan sıradan
bir ilişki anlamında alınmamalıdır. Zira bu özel bağlamda 'ilişki'
terimi, 'aydınlatıcı ilişki' (<em>illuminative relation, izafiyet-i işrakiyye</em>) anlamını ifade etmektedir. Yani, ampirik dünyanın varlıkları, sadece ve sadece, <em>Mutlak Gerçeklik</em>'in aydınlatıcı ya da tecelli ve tezahür fiili vasıtasıyla kısmi realiteler olarak varlık kazanırlar.</span><br />
<br />
<span style="background-color: white;">
</span><span style="background-color: white;">Bu İslami görüş, Şankara'nın ampirik dünyanın gerçek olup-olmadığı
konusundaki yaklaşımı ile tam bir uyum içerisindedir. Müslüman
düşünürler gibi Şankara da ampirik dünyanın nihai ve mutlak anlamda
gerçek olmadığını, sadece <em>izafi anlamda</em> gerçek olduğunu kabul
eder. Onun nihai anlamda gerçek olmamasının nedeni şudur: Brahman, nihai
ve mutlak hali üzere -ki bu mutlak, belirsizliktir- ampirik dünyada
tecrübe edilmez ve edilemez. Ancak, diğer yandan, ampirik dünya,
objektif bir gerçeklik temelinden tamamen yoksun da değildir. Şankara
şöyle bir argüman ileri sürer: Diyelim ki bir kişi, yerde uzanmakta
olan bir ip görür ve onun bir yılan olduğunu düşünür. Adamın gözüne
görünen yılanın gerçekliği yoktur (o, illüzyondan kaynaklanan bir
varlıktır); çünkü gerçekte o, bir ipten başka bir
şey değildir. Fakat söz konusu yılan, gerçekten var olan bir ipte
objektif bir temele sahiip olması hasebiyle salt bir hiçlik de
değildir. Bir bakıma buna benzer bir şekilde, ampirik dünyada gördüğümüz
şeylerin her birinin, Brahman'da objektif olan ontolojik bir temeli
vardır. Çünkü Şankara'ya göre bizim uyanık haldeki tecrübemizin her bir
safhası, Brahman'ın gerçek bir tecrübesidir. <em>Viveka-Cudamini</em>
deki meşhur bir pasajda o şöyle der: "Dünya, sürekli (yani, kopuk ya da
kesik olmayan) bir 'Brahman algıları dizisi'dir; dolayısıyla dünya, her
bakımdan Brahman'dan başka bir şey değildir." Yani, her ne zaman biz bu
dünyadaki bir şeyi algılasak, aslında biz Brahman'ın kendisini
algılıyoruz demektir; tabii ki bu onu mutlak haliyle algılama değil,
onun bir fenomensel tezahürünü algılamaktır. Bu
anlamda ampirik dünya bir illüzyon değildir; o, <em>vyavahârika</em>
-gerçekliğe- yani, ampirik tecrübe boyutuna mahsus olan izafi bir
gerçekliğe- sahiptir. Amipik dünya bu gerçekliği, Brahman'ın bir
öz-belirlenimi olma kapasitesinde elde eder. Bununla beraber, mutlak
olan bakış açısından -yani, Brahman'ın mutlak saf hali bakış açısından-
bakıldığında ampirik dünya özü itibariyle asılsızdır, bir yanılsamadır.</span><br />
<br />
<span style="background-color: white;">
</span><span style="background-color: white;">Şankara'nın yaklaşımında bu argümanın altında yatan teorik temel, <em>sat-karya-vada</em>
olarak bilinen tezdir -yani, 'sonuç, sebebin izafi ve şartlı bir
tecellisinden ibarettir; aralarında hiç bir gerçek ayrılık yoktur'
şeklindeki öğretidir. Bu görüşe göre ampirik dünya,
'dünya-olarak-Brahman'dan başka bir şey değildir.</span><br />
<span style="background-color: white;">
</span><span style="background-color: white;">Bu açıklama, <em>vahdet-i vücûd</em> okulu filozoflarının <em>hak </em>ile <em>halk</em> -yani, <em>Mutlak Gerçeklik</em>
ile yaratılmış olan alem- arasındaki ilişki konusundaki görüşlerine
tamı tamına uygulanabilir. Bir örnek verecek olursak, meşhur <em>İnsan-ı Kâmil</em>
kitabının yazarı olan Abdülkerim Cili'ye (M. 1365-1421) göre alemdeki
şeylere 'yaratıklar' ya da 'yaratılmış şeyler' demek, onları 'ödünç
alınmış' (<em>borrowed</em>) bir isim ile isimlendirmekten ibarettir.
Bu, alemde gözlemlenebilen çeşitli şey ve arazların 'ödünç alınan
şeyler' olduğunu söylemek değildir. Onlar, 'ödünç şeyler' değildirler;
bu şeyler, 'insan idrakinin ampirik tecrübe düzeyinde tecelli edip
kendisini sergileyen <em>Mutlak</em>'ın çeşitli fenomensel tezahürleri
olmaları' anlamında Tanrı'nın Kendisi'dirler. Ödünç olan şey, sadece ve sadece, 'yaratık-oluş'dur (<em>halkiyye, creatureliness</em>). Allah'ın sıfatları ampirik dünyada tezahür ettiği zaman, O bu ismi Kendi sıfatlarına 'ödünç verir.' Cili şöyle der: "Böylece, Mutlak ya da <em>Hak</em>, sanki bu alemin ilk maddesidir. Bu anlamda âlem 'buz'a, <em>Mutlak</em>
da buzun maddi temeli olan 'su'ya benzer. Suyun donmuş katı haline,
ödünç bir isimden ibaret olan 'buz' adı verilir; oysa onun gerçek ismi
'su'dur."</span><br />
<span style="background-color: white;">
</span><span style="background-color: white;">Bütün bunlar <em>vahdet-i vücûd </em>okulu filozoflarını, doğal
olarak, alemde görülen her şeyin istisnasız iki farklı yönünün ya da
vechesinin bulunduğu sonucuna götürmektedir. Bu yönler şunlardır:</span><br />
<span style="background-color: white;">
</span><span style="background-color: white;">1. İlahi Vechesi ya da o şeyin, <em>Mutlak Gerçeklik</em>'in kendisi olduğu veche;</span><br />
<span style="background-color: white;">
</span><span style="background-color: white;">2. Yaratık-oluş (<em>mahlûkiyyet</em>) vechesi ya da o şeyin, <em>Mutlak Gerçeklik</em>ten ayrı izafi bir şey olduğu veche.</span><br />
<span style="background-color: white;">
</span><span style="background-color: white;">Bu durum, açık ve sade bir dil ile şöyle tasvir edilebilir. Alemdeki
her bir şey, bir anlamda Tanrı, diğer bir anlamda ise yaratılmıştır (<em>mahluktur</em>). Yaratılmış olan bir şey, <em>yaratılmış olması bakımından</em>
Tanrı'dan ayırt edilebilir bir şeydir ve ayırt edilmelidir de. Fakat
yaratılmışlık, İlahi Mahiyet'in 'işraki bir izafeti' olması hasebiyle,
sonuçta İlahi Mahiyet'e indirgenebilecektir.</span>altay ünaltayhttp://www.blogger.com/profile/01074664679964606101noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3211112078332654001.post-2926857109162876232011-09-20T13:04:00.002+03:002011-09-20T15:13:49.683+03:00ZAMANI GELMİŞ BİR FİKİR: DOĞRUDAN DEMOKRASİ YA DA KİTLELERİN BİLGELİĞİ<div style="margin-bottom: 0cm;"><b></b></div><div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjzBqBcL-PkhfbMEtuTYxakEUrp_e6YWlksbCJTcNLes4dMq4Ena1o36Onv6vlmEfU8_00JxworUiaRhWpR3Q-lxpHqwcLykXWA5w6_EK66kjZtsJoYQhQv0ZFYRUhmwXA7cicmVDht-hE/s1600/Image35.JPG" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjzBqBcL-PkhfbMEtuTYxakEUrp_e6YWlksbCJTcNLes4dMq4Ena1o36Onv6vlmEfU8_00JxworUiaRhWpR3Q-lxpHqwcLykXWA5w6_EK66kjZtsJoYQhQv0ZFYRUhmwXA7cicmVDht-hE/s1600/Image35.JPG" /></a></div><div style="margin-bottom: 0cm;">“<i><span style="font-weight: normal;">Ümmetim yanlışta birleşmez.”</span></i></div><div style="font-weight: normal; margin-bottom: 0cm;">Hadis-i şerif</div><div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;"><b>Bölüm 1: Kitlelerin Bilgeliği</b></div><div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;">1906 sonbaharında birgün İngiliz bilimci Francis Galton Plymouth kasabasındaki bir hayvan panayırını ziyaret için yola çıktı. Sergi alanını gezerken bir ağırlık tahmin yarışmasına rastladı. Besili bir öküz ortaya konmuş; kalabalıktan bazıları da öküzün ağırlığı (daha doğrusu kesilip temizlendikten sonraki ağırlığı) üzerine bahis oynamak için sıraya girmişti. </div><a name='more'></a>Bahisçiler 6 peni ödeyerek bir bilet alıyor, üzerine adını, adresini ve tahminini yazıp veriyordu. En iyi tahminler ödüllendirilecekti. 800 kişi şansını denedi. Aralarında kasaplar, çiftçiler (ki bunlar sığırların ağırlık tahmininde uzman olmalıydı) yanısıra konudan hiç anlamayan insanlar da vardı. Bu durumun demokrasiye benzerliği Galton'ın ilgisini çekmişti. Bir kralcı ve aristokrat olan Galton'ın inancına göre bir toplum, ancak güç ve denetim seçkin ve iyi yetiştirilmiş elitler elinde olduğu sürece sağlık ve gücünü koruyabilirdi. Şöyle yazmıştı: “Ortalama bir seçmen, hakkında oy verdiği çoğu politik konu... hakkında ne kadar akıl yürütebiliyorsa, ortalama bir katılımcı da öküzün net ağırlığını tahminde o kadar başarılı olabilirdi.”<br />
<div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;">Galton ortalama seçmenin yeterli olmadığını kanıtlamak amacındaydı. Bu yarışma bunun için iyi bir model olabilirdi. Yarışmadan sonra Galton düzenleyicilerden biletleri ödünç aldı ve üzerlerinde istatistik bir araştırma yaptı. Yazıları okunamayan 13 tane bileti çıkardı, kalan 787 tanesini inceledi; buradaki tahminlerin aritmetik ortalamasını aldı. Bu ortalama, topluluğun ortak cevabı idi. Galton ortalamanın hedefin çok uzağında olacağını düşünmüştü. Sonuçta çok az sayıdaki zeki insanı bir miktar vasat ve çok sayıda aptal insanla biraraya getirdiğinizde aptalca bir cevap alırdınız. </div><div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;">Ama Galton yanılmıştı. Topluluk kesilip temizlenmiş öküzü 544 kg tahmin etmişti. Öküzün ağırlığı ise 544,5 kg idi! Bu mükemmel bir tahmindi. Galton daha sonra şu kadarını zorla itiraf etti: “Sonuç demokratik bir yargının güvenilirliğinin beklenenden çok olduğunu gösteriyor!” </div><div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;">Olayı kitabında nakleden “Kitlelerin Bilgeliği” kitabının yazarı James Surowiecki'ye göre doğru şartlar altında gruplar olağanüstü zekidir ve çoğu içlerindeki en akıllı insandan bile daha akıllı çıkar. Grupların akıllı olması için olağanüstü zeki insanlarca idare edilmeleri şart değildir. Bir grubun içindeki birçok insan özellikle iyi bilgilendirilmiş ve mantıklı olmasa dahi grup iyi bir karar alabilir. </div><div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;">Tarih boyunca bu fikre karşı çıkan birçok yazar ve ünlü insan olmuştur. Bunlardan biri olan Gustave Le Bon'un “Kitleler Psikolojisi” adlı tartışmalı eseri Türkçe olarak da yayınlandı ve ülkemizde de tartışıldı. Le Bon 19. y.y.da Batı demokrasisinin yükselişinden dehşete düşmüş ve sıradan insanların politik güç kullanmaları fikri onu çok rahatsız etmişti: “Kitlelerin Psikolojisini anlamak onları yönetmeyi bilmek değil; hiç olmazsa bütünüyle onlar tarafından yönetilmemek isteyen devlet adamlarının sermayesini oluşturur... Kitlelerde doğal zeka değil, aptallık birikimi hakim olur... Onlar asla yüksek zeka gerektiren eylemleri gerçekleştiremez.” İlginçtir ki, Le Bon için “kitle”, sadece linççi güruhlar ve isyancılar gibi toplumsal aşırılığın örneklerini içermiyordu; karar veren gruplar, parlamentolar, meclisler, jüriler, komiteler, heyetler de buna dahildi... </div><div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;">Bir öküzün ağırlığını tahmin etmek o kadar da zor bir iş olmayabilir. 1920'lerde sosyolog Hazel Knight'ın sınıftaki öğrencilerden sınıf sıcaklığını tahmin etmelerini istemesi ve grup tahmininin 22,4 derece çıkması da (sınıf sıcaklığı 22,2 derece idi!) zor olmayabilir. Neticede sınıf sıcaklıkları aşağı yukarı aynı kalır; bu da tahmini kolaylaştırır denebilir. Örnekleri uzatabiliriz: Finans profesörü Jack Treynor'un sınıfına 850 şeker içeren bir kavanoz getirip 56 öğrenciden kavanozda kaç şeker olduğunu tahminlerini istemesi (sınıf tahmini 871); sosyolog Kate Gordon'un 200 öğrenciden cisimleri ağırlıklarına göre sıralamasını istediğinde grup cevabının % 94 doğru olması; fizikçi Norman L. Johnson'un bir grup gönüllüyü bir labirente gönderip en kısa çıkış yolunu bulmasını istemesi ve grup ortalamasının 9 aşama olarak çıkması (teorik olarak doğru en kısa yol – gruptan kimse bu kadar kısa yoldan labirentten çıkamadı!) vs. Bunlar hep gözönünde olan şeylerdir. Peki ya bir gruptan kayıp bir denizaltıyı bulmaları istenirse?</div><div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;">1968 Mayıs'ta “Scorpion” adlı ABD denizaltısı Kuzey Atlantik'teki görevinden üssüne dönüş yolunda kayboldu. Donanma denizaltının son bildirdiği konumu biliyor idiyse de, Scorpion'a ne olduğu ve son haberleşmeden sonra ne kadar yol aldığı konusunda bir fikri yoktu. Dikkatler yirmi mil çapta bir çemberde yoğunlaştırıldı. </div><div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;">Arama grubunun başındaki donanma bilimcisi Dr. John Craven önce bir dizi senaryo üretti. Scorpion'un başına neler gelmiş olabileceğine dair alternatif senaryolar. Sonra matematikçilerin, denizaltı kurtarma uzmanlarının ve diğerlerinin de aralarında olduğu geniş bir alanda bilgi sahibi insanlardan bir ekip kurdu. Onlardan en iyi yanıt için birbirlerine danışmak yerine senaryoları inceleyip en iyi tahminlerini yapmalarını istedi. Olaya bir yarışma havası vermek için de en iyi tahmine bir şişe içki ödülü koydu. Craven'ın adamları böylece denizaltının neden arızalandığı, okyanusa gömülürken hızı, batış açısı vs. üzerine bahse girdiler.</div><div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;">Craven tüm tahminleri aldı ve Bayes teoremi denen bir analiz metoduyla tahminlerin bir ortalamasını buldu. Craven'ın bulduğu konum gruptan herhangi birinin seçtiği bir yer değildi. Dolayısıyla Craven'ın oluşturduğu toplu resim, grup üyelerinin hiçbirinin kafasındaki tekil resimlerin aynısı değildi. Uzun lafın kısası batık grubun tahmin ettiği mevkiin 200 m. ötesinde bulundu!</div><div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;">Surowiecki der ki: Bu hikayenin en hayret verici yanı, grubun bu vakadaki dayanak noktası olan delillerinin neredeyse hiçbir öneminin olmamasıydı. Gerçekten de çok ufak bilgi kırıntılarından ibarettiler. Denizaltının neden battığını, ne hızda seyrettiğini ya da hangi eğimle battığını gruptan hiçkimse bilmiyordu. Ama grup buna rağmen bir bütün olarak bunların hepsini bilmişti!</div><div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;">Şüphesiz bu örnek eleştirilebilir. En başta gelen eleştiri de sonucun şans olduğu ya da grubun zaten uzman kişilerden oluştuğu; bunun adi kalabalıklarla karıştırılmaması gerektiği, onların birşey bilemeyeceği vs. olabilir. Scorpion'un aramasına katılan grup bu konuda eğitim görmüş uzmanlardan oluşan, dolayısıyla konu hakkında fikri ve bilgisi olan kişilerdi. Onların uzmanca ve zekice yargısının grup sonucu olarak yansıması çok da şaşılacak birşey olmayabilirdi. Ama geneli itibariyle bir konuda hiçbir bilgisi ya da eğitimi olmayan insanlardan oluşan bir grup zor bir teknik problemi çözerse buna ne deriz?</div><div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;">28 Ocak 1986 sabahı saat 11:38'de uzay mekiği Challenger rampasından uzaya doğru yükseldi. Kalkıştan 74 saniye sonra infilak etti. Fırlatma TV'den yayınlanıyordu; bu nedenle kaza haberi hızla yayıldı. Patlamadan 8 dakika sonra haber New York borsasına ulaştı. </div><div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;">Dakikalar içinde yatırımcılar Challenger projesine katılan 4 büyük yüklenicinin hisselerini elden çıkarmaya başladılar. Mekiğin ana motorlarını yapan Rockwell International, yer desteğini yöneten Lockheed, geminin dış yakıt tankını üreten Martin Marietta ve iki yandaki katı yakıtlı füzeleri yapan Morton Thiokol'un hisseleri hızla düşüşe geçti. Hepsi de % 3-6 arası düşüşler yaşadı. </div><div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;">En büyük darbeyi Morton Thiokol yedi. Çok sayıda yatırımcı Thiokol hissesi satıyor ve kimse bunları almıyordu. Bu nedenle Morton T. hisseleri alışverişe kapatıldı. Gün sonunda diğer yüklenici hisseleri tekrar bir miktar yükselerek günü %3 zararla kapatırken Morton T. %12 değer kaybetmişti. Bunun anlamı borsanın neredeyse anında Morton Thiokol'ü Challenger faciasından sorumlu olarak mahkum etmesidir. </div><div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;">Felaket günü kamuoyunda Thiokol'ü suçlu gösteren yorumlar yoktu. Bir yorum olsa, o da görkemli şekilde patlayan ve olaya bir süper havai fişek gösterisi havası veren dış sıvı hidrojen tankını üreten Martin Marietta suçlanırdı. Ertesi gün New York Times'ta 2 dedikodudan bahsedilse de, bunlarda Morton T.'un adı geçmiyordu. N.Y. Times “kazanın nedenine dair hiçbir ipucu yok” diyordu. Patlamadan 6 ay sonra kazayı soruşturan Başkanlık Komisyonu, Thiokol tarafından üretilen yan roketlerdeki sızdırmaz contaların soğuk havada kırılgan hale gelerek ortadaki dev yakıt tankına doğru fışkıran bir ateş sızdırdığını ve bunun da dev tankı infilak ettirdiğini açıkladı. </div><div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;">Piyasa doğruyu nasıl bulmuştu? Konu hakkında araştırma yapan Finans profesörleri Michael T. Maloney ve J. Harold Mulherin, öncelikle şirketlerinin sorumlu olduğunu bilecek durumdaki Morton T. yöneticilerinin 28 Ocak'ta ellerindeki hisseleri boşaltıp boşaltmadığını görmek üzere “insider trading” kayıtlarına baktılar. Satmamışlardı. Bu konuda birşeyler bilebilecek diğer şirket yöneticileri de bunu yapmamışlardı. Morton T. içinden olup da hisse satışı yaparak zincirleme reaksiyon başlatmış olabilecek kimi “uyanıklar” da yoktu. Piyasa Morton T. hisselerini neden istememişti? Maloney ve Mulherin buna ikna edici bir cevap bulamadılar. </div><div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;">Piyasa o gün akıllıydı, çünkü bilge kitlelerin özelliği olan 4 koşulu yerine getiriyordu: Fikir çeşitliliği (bu bilinenlere aykırı da gelse, her kişi diğerlerinin bilmediği özel ve farklı bilgiye sahip olmalı), bağımsızlık (fikirler başkalarından etkilenmemeli), yokmerkezcilik (adem-i merkeziyet) ve kümeleme (bireysel kararları ortak yargıya dönüştüren mekanizmalar). </div><div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;">Surowiecki'ye göre, paradoksal olarak bir grubun akıllı olabilmesinin en iyi yolu içindeki her bireyin serbestçe düşünüp hareket etmesinden geçer. Elemanlarının birbiriyle konuşması, görüş ve bilgi alışverişinde bulunması grubun yararınadır; ancak iletişimin fazlası grubun bir bütün olarak zekasını azaltabilir; çünkü bileşik kaplar kanunu gibi herkesin fikri birbirine benzemeye başlar ve görüşler bir uçta toplanma eğilimi gösterir. </div><div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;">Piyasa mekanizması geleceğe ve bilinmeyene yönelik bilgi ve tahmin üretmekte kullanılabilir mi? 1988'de kurulan ve Iowa Üniversitesi İşletmecilik Okulu tarafından yürütülen IEM (Iowa Electronic Markets – Iowa e-Piyasaları), başkanlık, kongre, valilik ve yabancı ülke seçimleri gibi sonuçları kestirmek üzere tasarlanmış bir “fikir piyasası” sunmaktadır. Katılmak isteyen herkese açık olan bu elektronik piyasa, bir seçim sonucunu tahmine dayalı bir futures (gelecek) sözleşmesi alıp satmasını sağlar. Peki IEM ne kadar başarılıdır? 1988 ile 2000 yılları arasındaki 49 farklı seçim hakkında tahminler başkanlık seçimlerinde %1,37, diğer ABD seçimlerinde %3,43 ve yabancı seçimlerde %2,12 oranında hata ile sonuca yaklaşmışlardır. 1988 – 2000 yılları arasındaki ABD başkanlık seçimlerinde 596 farklı kamuoyu araştırması yayınlanmıştı. IEM sonuçları kamuoyu araştırmalarının %75'inden daha doğruydu. </div><div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;">Bu konuda özellikle ilginç olan IEM'in çok büyük olmamasıdır (ençok oyuncu sayısı 2007 itibariyle 800). Dahası buradaki örnekleme genel seçmen kitlesini de yansıtmaz. Oyuncuların çoğu erkek ve Iowa'lıdır. Peki IEM'in diğer kamuoyu yoklamalarından farkı nedir?</div><div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;">Kamuoyu yoklamaları basitçe deneğe “kime oy vereceksiniz” diye sorar. IEM'deki 800 oyuncu ise (kendilerinin kime oy vereceğinden bağımsız olarak) tektek kimin kazanacağı ile ilgili tahmin yürütürler. Bu tahminlerin arkasında (bazan alışılmadık ya da önemsenmeyen yollardan dahi olsa) çok ve çeşitli bir bilgi dağarcığı ve bu bilgileri işleyen birden çok ve çeşitli akıl yürütme yöntemleri vardır. Piyasa bütün bu zenginliği bünyesine katar ve işler. Yani bununla IEM, seçmeni kendinden daha iyi mi bilir demek istemiş oluyoruz?</div><div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;">IEM'in başarısı insanların Hollywood filmlerinin gişe hasılatı, ilk gece performansı ve Oscar ödülleri üzerine bahis oynamalarını sağlayan “<span lang="en-US">Hollywood</span> Stock Exchange” (HSX) gibi başka piyasaları esinledi. Mart 2000'de “Wall Street Journal” gazetesi Amerikan Sinema Akademisi (Oscar ödülü jürisi) üyelerinden birkısmını (356 kişi ya da tüm oy verenlerin %6'sı) isimlerini gizlemek vaadiyle ikna edip kime oy verdiklerini öğrendi ve bunu Oscar töreninden önceki Cuma günü yayınladı. Gazete 6 önemli Oscar kategorisinin 5'ini doğru bilmişti. HSX ise daha başarılı olarak 6'da 6 tutturdu! Buradan ne anlaşıldığı açıktır: HSX konu ile doğrudan ilişkili kişilerden (ya da tümüyle doğrudan ilişkili kişilerden) oluşmasa dahi, doğrudan ilişkili olanların (Wall Street J.'a) verdiğinden daha doğru bilgi sağlamıştı. Surowiecki şöyle der: (Herhangi bir konuda) “uzman peşinde koşmak hem bir hata hem de masraflı birşeydir. Aramayı bırakıp (içinde dahileri de barındıran) kitleye danışmalıyız... Yeterince çok sayıda ve birbirinden farklı insanı bir araya getirip onlardan genel ilgiye matuf kararlar almalarını isterseniz, o grubun kararları tek başına bir kişininkinden (o kişi ne kadar zeki ve bilgili olursa olsun) bilgelikçe daha üstün olacaktır. </div><div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;">Devlet yönetimi de bu konuya dahildir. </div><div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;"><b>Bölüm 2: Doğrudan Demokrasi </b> </div><div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;"><b>Doğrudan Demokrasi Uygulamaları</b></div><div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;">Halkın her konuda doğrudan oyuna başvurmak demek olan doğrudan demokrasi, doğası gereği küçük ölçeklerde İsviçre, Liechtenstein vb. küçük ve sakin Orta Avrupa ülkelerinde kanton ve kasabaların idaresinde uygulanagelmiştir. İsviçre'de geleneksel olarak kasaba pazarının kurulduğu gün (civar köylüler de merkeze indiğinden) meydanlarda halk meclisleri kurmak ve eldeki konuları gündeme getirip halkın oyuna başvurmak yerleşik bir uygulamadır. Bunu İsviçre federasyonu gibi görece büyük bir ülkenin yönetiminde uygulamak hernekadar birtakım zorluklar içerse ve bu yüzden İsviçre Federal Cumhuriyeti bir parlamentoya dayalı temsili demokrasi ile idare edilen bir ülke olsa da halkoyu geleneği unutulmamıştır. İsviçreliler yılda ortalama 10 referandum ile halkoyuna ençok başvurulan ülkelerden biridir. Bu gelenek, ne yazık ki ülkemizde talihsiz bir biçimde “cami minaresi oylaması” konusuyla kamuoyunca tanınmış olup sonuçta halkın en bilgece kararı verdiği tartışılabilir. Ama konu İsviçreli uzmanlardan ya da parlamenterlerden oluşan bir heyete götürülseydi sonuç daha iyi çıkar mıydı; bu da tartışmalı bir konudur. </div><div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;">ABD'de birçok yerel konu hemen hemen yılda 1 tekrarlanan federal ya da yerel seçimlere denk getirilerek halkın oyuna sunulur. Amerikalıların, bu ve başka nedenlerle gücünü kontrol edilebilir gördükleri eyalet yönetimleriyle genelde pek sorunları yoktur. Ama kanunlarını federal bir kongrenin yaptığı çok uzaktaki federal hükümeti genelde pek sevmezler ve işlerine karışmasından geleneksel olarak hoşlanmazlar. Amerika birçok şerrin yanısıra federal hükümeti yıkılması gereken bir diktatörlük olarak gören “Bilderberg avcısı” gazeteci Alex Jones gibi kimselerin de vatanıdır ve o kendi şehrinde Amerikalı askerleri operasyonda görmek fikrinden bir Iraklı kadar nefret etmektedir. </div><div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;"><b>Halkın Bilgeliği Adaletin Hizmetinde: Jüriler</b></div><div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;">Jüri sistemi, halkoyunun yönetim yerine bukez adalette hizmet ettiği bir mekanizma olarak Anglosakson geleneğinde yerini almıştır. Suçlu hakkında kararları halktan kişilerden oluşan jürinin verdiği bir mahkeme kararı herzaman en doğrusu olmayabilir. Sinema ve tiyatro dünyasının klasikleşmiş eseri “12 Öfkeli Adam” belki ortalama bir jürinin adalet aramaktaki titizliğini fazla abartır; ama jüri, karar hakkı atanmış uzmanlar (hakim, savcı) yerine halktan seçilmiş kişilerin elinde olan bir mahkemenin karar meşruiyetine tartışmasız bir katkı yapar. </div><div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;">Genel olarak ABD ve Anglosakson gelenekten çok fazla bahsettiğimin farkındayım. Ne var ki, gerek halkoyu, gerek jüri sistemi konusundaki yaygın uygulamalar (İsviçre hariç) Anglosakson geleneğe hastır ve halkın bilgeliği konusundaki modern sosyolojik araştırmaların da çoğu Amerika'da yapılmaktadır. </div><div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;">Peki halkın bilgeliği temsili bir demokraside de en uygun temsilcileri seçerek siyaset sahnesine aksetmiyor mu; ya da diğer tabirle “Temsili Demokrasi” ne kadar “temsili” ya da “demokrattır”?</div><div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;">“<b>Temsili Demokrasi” ne kadar “temsili” ya da “demokrattır”?</b></div><div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="font-weight: normal; margin-bottom: 0cm;">Temsili demokrasi bugün hemen hemen evrensel bir hükümet biçimi olmuş, dünyanın her ülkesinde, diktatörlükle yönetilenler (ya da yönetildiği iddia edilenler) de dahil, daimi bir meclis ya da parlamento diğer devlet organlarının yanında yerini almıştır. Başka bir konudaki tartışmaları bu yazıya taşımamak için şimdilik dikta – cumhuriyet (parlamenter rejim) tartışması yapılan ülkeleri bir tarafa bırakalım ve diyelim ki; temsili demokrasinin başat özelliği düzenli seçimler ve bu seçimlerin sonucunda gelen yönetim değişiklikleridir. Bu yönetim değişiklikleri, temsili demokrasinin pek sorunsuz da olmadığına işaret eder. Uyuyamayan kişinin yatakta sürekli sağına soluna dönüp pozisyon değiştirmesi gibi, temsili demokrasilerde de partilerin sürekli iktidar ve muhalefet arasında yer değiştirdiği görülür ve bu hal, başarılı birkaç örnek müstesna, sürer gider. Halk genelde bir önceki başarısızın elinden iktidarı alması için başa getirdiği yönetimlerden niçin ve yine hoşnut kalmaz? Sözün burasında bir Çin masalı anlatalım:</div><div style="font-weight: normal; margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;"><a href="http://www.blogger.com/post-create.g?blogID=3211112078332654001" name="lw_1316432597_2"></a><span style="font-weight: normal;">Eski Çin'de bir köyün</span> yakınında bir dağ varmış. Dağın içinde bir ejderha yaşarmış. Köylüler ejderhanın şerrinden korktuklarından her yıl düzenli olarak ona hediyeler gönderirlermiş. Arada bir köyden bir yiğit delikanlı çıkar; ejderhayı yok edeceğini söyleyerek kılıcını alır gidermiş. Ama nice yiğitler gitmiş; dönen olmamış.<br />
<br />
Gel zaman git zaman bütün yiğitlerden daha yiğit, namı bütün bölgeyi almış başka bir delikanlı çıkmış köyden. O da ejderhayı yok etmek niyetlisi imiş. Akrabaları, dostları onu bu işten vaz geçirmek için çok uğraşmışlar. Gidenlerin dönmediğini çok söylemişler; ama nafile.<br />
<br />
Genç yiğit azığını ve kılıcını alıp yola çıkmış. Dağa varmış; kısa bir araştırmadan sonra ejderhanın inini bulmuş ve kılıcını çekerek içeri girmiş. Bir müddet inde ilerledikten sonra karşısına korkunç ejderha çıkıvermiş. Genç soğukkanlılığını kaybetmemiş. Kılıcını olanca gücüyle ejderhaya indirmeye başlamış; ejderhanın hamlelerini de ustalıkla savuşturmuş. Bu vuruşma kısa bir süre sonra ejderhanın ölümü ile sona ermiş. Mağara gencin zafer çığlığı ile yankılanmış.<br />
<br />
Genç heyecan içinde ileri geçip mağarayı araştırmaya başlamış. Gözleri kamaştıran zengin bir hazine bulmuş; tabii etrafa saçılmış birçok kurbanın kemiğini de görmüş. Ancak bir şey dikkatini çekmiş. Bu kemiklerin arasında hiç insan kemiği yokmuş.<br />
<br />
Genç buna bir anlam verememiş; öyle ya bunca yiğit bunca yıldır bu dağa ejderha ile karşılaşmaya gelir ama hiçbiri dönmezmiş; ama ortadaki kemikler ancak hayvanlara ait olabilecek kadar büyükmüş. İşte ne olduysa o anda olmuş.<br />
<br />
Genç birden titremeğe başlamış. Kılıcı tutan eline baktığında dehşet içinde kaba tüylerin derisini kapladığını, tırnaklarının uzayıp sivrildiğini, dar gelen elbiselerinin parçalandığını görmüş. Bağırmak istemiş; ama ağzından korkunç bir homurtu çıkmış. Çünkü bir ejderhaya dönüşmüş. </div><div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;">Temsili demokrasilerin başlıca sorunu seçilen temsilcilerin politikanın girift çıkarlar – ilişkiler – güç odakları matrisinin kirletici ağı içinde ne için seçildiklerini ve kimi temsil ettiklerini unutup “yapılması gerekenden” “gereğini yapmaya” yönelmeleri, ya da bir önceki yerinden ettikleri ejderhaya benzemeleridir. </div><div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;">Batılı demokrasileri ve Türkiye'yi genel itibarıyla içine alan bu kısırdöngü giderek temsili demokrasilere yönelik olarak toplumlarda derin bir kuşku ve güven bunalımı oluşturmuştur. ABD'nin içinden birtürlü çıkamadığı iktisadi durgunluğun faturası sonuçta kamuoyu tarafından, halkı ve onların mortgage borçlarını unutup büyükleri kurtaran ABD federal yönetimine kesilmiş; büyük ümitlerle seçilen Başkan Obama'ya karşı “Bankaları kurtarma; halkı kurtar!” sloganıyla sokak yürüyüşleri yapılmıştır. Oysa serbest bırakılan 700 milyar Dolar tutarındaki federal yardım doğrudan bankalara gönderilmek (ve bununla bankaların, CEO'larının şişkin maaşları üstüne şişkin ikramiye ve primler ödemesine imkan tanımak) yerine mortgage borçlusu milyonlarca küçük mülk sahibinin hesaplarına yatırılsaydı, hem birçok aile yerinden yurdundan olmayacak, hem krizin başlıca suçlusu görülen gayrımenkul fiyatları düşmeyecek, hem de bu para sonuçta kurtarılmak istenen bankaların kasasına geri dönecekti. </div><div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;">Avrupa'da da toplumları pençesine alan iktisadi durgunluk pasif güvensizlik boyutunu geçip Yunanistan, İspanya, İtalya, İngiltere ve Almanya'da yeryer sokak gösterilerine dönüşürken söylem de giderek ciddileşmektedir (“bu meclistekilerin hakkı iptir” diye bağırıyor bir Yunanlı gösterici kameralara). Türkiye'de bugün nispeten istikrarlı bir büyüme ve yaygın teveccüh görmüş bir hükümet bulunmakla beraber, geçmişteki krizler ve sıkıntılar unutulmamıştır. Türkiye'de ayrıca sürece dışarıdan müdahale eden parlamento dışı güçler de olagelmiş; bunlar da meşruiyetlerini müphem bir “vatanı ve milleti korumak ve kollamak” kavramına dayandırmışlardır. Bu görevi milletin ne zaman ve hangi resmi belgeyle kendilerine verdiği ve açıkça onlardan ne istediği ise pek sorulamamıştır. Bu güçlerin parlamenter düzeni işlemeye bıraktığı sair zamanlarda ise orta-alt sınıfı rahatlatacak maaş zamları hiçbir hükümet tarafından üst sınıfları rahatlatan vergi afları kadar hoş karşılanmamış; sabit gelirliden alınan vergilerin küçük bir yüzdesinin dahi “Tobin vergisi” yoluyla borsada dönen sıcak paradan kesilmesi düşünülmemiş; verilen teşvik ve primlerin bir kesiri kadar olsun asgari ücrete destek primi verilmesi hatıra gelmemiştir. Acaba bu kararları alan parlamentolar halkın tamamını temsil etmiyor mu? </div><div style="font-weight: normal; margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="font-weight: normal; margin-bottom: 0cm;">Temsili demokrasilerin bir başka sorunu da seçilmişlerin seçenleri temsil derecesidir. Batı demokrasilerinde (Türkiye de dahil) mecliste kaç işçi kökenli, kaç memur kökenli, kaç esnaf kökenli, kaç çiftçi kökenli, kaç emekli kökenli milletvekili vardır? Hatta kaç işsiz kökenli milletvekili vardır; resmi rakamlarla Türk halkının %10'a yakını işsizdir, diğer Batı ülkelerinde de işsizlik hatırı sayılır rakamlar göstermektedir. O halde bu kitlenin de mecliste “temsili” gerekmez mi? Eğer meclisin “seçilmişliği” “seçkin” bir çevre olması anlamına geliyor ve bu anlamda her toplumsal kesimden temsilciye gerek görülmüyorsa; o halde kaç aydın, yazar, sanatçı, üniversite hocası, okul öğretmeni vardır (okul öğretmenlerine yetiştirmeleri için geleceğin kuşaklarını emanet ettiğimize göre onların çok güvenilir ve aydın kişiler olması gerektir; öyleyse devlet yönetiminde görev alabilmelidirler). Amerikan “demokrasisi” ile mizah yapmayı adet haline getirmiş ünlü Amerikalı yönetmen Michael Moore bir konuşmasında Sovyetler döneminde Moskova'daki Politbüro'da tekrar seçim oranının % 93; ABD kongresinde %97 olduğunu söyleyerek, “Politbüro'da Kongre'den çok değişim vardı” der. Araştırmacı- yazar Edip Yüksel ise Türkçede yayınlanmayan araştırması “Demokrasi'ye karşılık Lotokrasi”de temsilcilerin piyango usulü seçilmelerini önerir. İsminin aksine bu çok ciddi araştırmada, böylelikle meclis yolunun, pahalı seçim masraflarını asla kaldıramayacak ya da masraflarını ödetmek için lobilerle anlaşarak onların emrine girmeyecek toplumsal kesim ve sınıfların temsilcilerine de açılacağı tesbitini yapar. </div><div style="font-weight: normal; margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="font-weight: normal; margin-bottom: 0cm;">Amerikalı ünlü trend araştırmacısı Gerald Celente'nin tabiriyle “temsili demokrasi, ne temsili ne de demokrasidir”. Belki iyi parlamenter düzenler iyi monarşiler misali iyidir; ama bir sonraki hükümdarın ne yapacağına dair elde bir garanti yoktur. </div><div style="font-weight: normal; margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;">“<b>Online banka işlemi yapabiliyorsam, online oy da verebilirim”</b></div><div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="font-weight: normal; margin-bottom: 0cm;">Geçmişte doğrudan demokrasilerin önündeki tek engel kaçınılmaz olarak küçük ve yerel kalmalarıydı. Büyük bir ülkenin hükümeti diyar diyar gezerek her konuda halkın reyini soramazdı. Temsili demokrasi bir anlamda bu boşluğu doldurmak için doğdu ve geliştirildi. Oysa bugün bilgi ağları ve İnternet'in temelini oluşturmaya başladığı yeni toplum yapısı (çocuğunuzun mahalleden kaç, Facebook'tan kaç arkadaşı var? Ya da kaç mahalle arkadaşıyla sokak yerine Facebook'ta görüşüyor?) bu zaman ve mekan engelini aşmak için elimize yeni olanaklar sunuyor. Ekonomi uzun süredir bu ağlara taşındı bile: İnsanlar alışverişlerini sanal dükkanlardan yapıyor; ticaret yapıyorsa mal siparişlerini ve satışlarını İnternet aracılığıyla yapıyor; bankaların İnternet şubeleri cadde başı şubelerinden daha kalabalık vs. Modern bilgi toplumu giderek yerleşiyor. Ve siz de bu satırları büyük ihtimalle İnternet üzerinden okuyorsunuz. Ama devlet yönetimi için bilgi ağlarına mahkum olmak iyi bir tercih midir? Tehlike iki yönden gelir: Bilgi güvenliği ve sızıntısı sorunu ve bir merkezi otoritenin ağı denetleyip süreci kendi isteğine göre manipüle etmesi. </div><div style="font-weight: normal; margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="font-weight: normal; margin-bottom: 0cm;">Bilgi güvenliği sorununun ne olduğunu banka hesapları İnternet üzerinden boşaltılan ya da kredi kartına yapmadığı alışverişler nedeniyle yüklü miktarlarda borçlar gelen her kişi iyi anlayacaktır. Ancak bu tehlikeler toplumun genelini ne “ağda” (“online” yerine kullanıyorum; “çevrimiçi” berbat bir galat-ı meşhurdur, keşke yerleşmeseydi!) alışveriş yapmaktan ne de bankacılık işlemi yürütmekten alıkoyar. Sonuçta bu trafiğe çıkmak ve trafik kazası riskini üstlenmek gibidir; modern teknoloji bu tür ihtimalleri minimize etmiştir. Özellikle çağın “fetişi” para ve bu fetişin “mabedi” banka açısından ağda bankacılık uygulamaları nedeniyle üstlenilen riskler daha büyüktür; ama milyonlarca TL, Dolar ya da Avroluk e-banka soygunlarını pek sık duymuyoruz. Gerald Celente'nin dediği gibi “eğer ağda banka işlemi yapabiliyorsam; ağda oy da verebilirim.”</div><div style="font-weight: normal; margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;"><b>Bugün YSK güvenilirliği ya da yarın ağda YSK güvenilirliği</b></div><div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="font-weight: normal; margin-bottom: 0cm;">Bugün tüm temsili demokrasilerde oy sandıklarını toplayan, sayım sonuçlarını değerlendiren ve seçimin galibini açıklayan merkezi organlar vardır: Türkiye'de bu organın adı Yüksek Seçim Kurulu'dur. Seçimlerin selameti ve güvenliği kaçınılmaz olarak bu merkezi organların doğru çalışmasına ve seçim sonuçlarını dürüstçe açıklamasına bağlıdır. Hiçbir ülkede bu işlerin yanlış ya da hile karışmadan %100 doğruluk ve dürüstlükle yürütüldüğü kalıcı olarak garanti edilememekle birlikte bu, seçimler yapılmasına ve seçim sonuçlarına güvenilmesine engel olmamaktadır. Arada bir bir ülkede seçimi kaybeden muhalif partinin taraftarları, seçimlere hile karıştırıldığı gerekçesiyle sokağa dökülür; bu kişiler haklı ya da haksız olabilirler. Demokratik düzenin işlemesi sonuçta ilgili kurumların güvenilirliğine bağlıdır. </div><div style="font-weight: normal; margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="font-weight: normal; margin-bottom: 0cm;">Tıpkı bunun gibi yarının ağda oy verme ve halkoyu işlemleri de benzer bir kurumun güvenilirliğine bağlı olacak; bu işin ağda yapılıyor olması seçim kurumlarının güvenilirliği açısından bugün olmayan ek bir risk getirmeyecektir. Hile yapmak isteyen bir merkezi kurumun elinde bugün de olanaklar vardır, yarın da olacaktır. Belki bir başka risk yarının ağ teknolojisi sayesinde ortadan kaldırılabilir: Yanlış sayımlar. Bir seçim organizasyonunun büyüklük ve karmaşıklığı ve ne sayıda insanı bünyesinde istihdam ettiği gözönünde tutulursa insan faktöründen kaynaklanan sayım ve bilgi hataları yoktur denemez. Ama yarının ağ teknolojilerinde bu ihtimaller de minimize edilebilecektir.</div><div style="font-weight: normal; margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="font-weight: normal; margin-bottom: 0cm;">Yine de yarı makine yarı iktidar kurumu bir seçim ağları heyulasının hayatımıza hakim olması bize ürkütücü ve kolaylıkla istismara açık gelebilir. Bu mekanizmanın bizim irademizi yansıtmak yerine bize kendi gizli iradesini dayatmadığını nasıl bileceğiz? Sanırım bunun cevabıyla ilgili yukarıda ipuçlarımız var.</div><div style="font-weight: normal; margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="font-weight: normal; margin-bottom: 0cm;">Gerçeklere ilişkin sağlıklı modellemeler yapmak açısından çok başarılı olan yukarıda örneğini gördüğümüz IEM e-fikir piyasaları tipi bağımsız örgütlenmeler belki geleceğin e-demokrasisinde “denetleyici kuruluşlar” olarak yerlerini alacaklar. Hatta bu piyasalar gelişerek tüm seçmenleri içine alıp birer alternatif “seçim sistemi” haline dahi gelebilir ve birbirlerini sonuçların sağlıklılığı açısından denetleyebilirler. Ağ teknolojilerinin maliyetlerindeki muazzam düşüşler gözönüne alındığında yarın böyle sistemler kurmak ve işletmek için devasa yatırımlara gerek olmayacak, orta bütçeli dernekler ve vatandaşlık inisiyatifleri dahi bu sistemleri kurup işletebileceklerdir. </div><div style="font-weight: normal; margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="font-weight: normal; margin-bottom: 0cm;">Ufkumuzu makineler ve onları denetleyen makinelerle mi dolduracağız; Will Smith'in “Ben Robot” filminin bir başka versiyonu mu hayatımıza hakim olacak; oysa biz belki de doğaya aşık bir nesiliz, herşeyin doğal yollarla ve kendi olağan yavaşlığında aktığı bir dünya özlerken bu e-cehennemi neden kabul edelim ki diye düşünebiliriz. Eğer bunu felaket olarak görmeyi yeğliyorsak, ne yazık ki, Pandora'nın kutusu çoktan açıldı. Ticaret, sanayi, banka gibi kurumlar çoktan online oldular ve ışık hızında koşuyorlar. Onları denetleyecek ve ehlileştirecek yasal ve demokratik yapıların bu çağda artık at sırtında gitmesine razı olamayız. O zaman bu kurumlar demokratik toplum düzenini her taraftan aşındırır (eğer hal-i hazırda aşındırmadıysa!) ve onun yerine geçmeye hak iddia ederler. Düşman hangi silahlarla kuşandıysa biz de aynı silahlarla kuşanmalıyız. Tarih boyu dünyanın gerçekleri bunlar oldu; bugün de bunlarda bir değişiklik görmüyoruz. </div><div style="font-weight: normal; margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="font-weight: normal; margin-bottom: 0cm;">Son olarak e-demokrasimizin iyi işlemediğini; bariz hileler olduğunu, bağımsız ağların olanları bize haber vermesine rağmen merkezi otoritenin bunu umursamadığını varsayalım. Bu durumda ne olur? O zaman olayların kaderi tarih boyunca olduğu gibi diktaya karşı özgürlüklerini korumak için ayaklanan insanların özgürlükleri için savaşma ve ölme azmine bağlı olur. Belki bugün Arap baharının bize hatırlattığı budur. </div><div style="font-weight: normal; margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;"><b>Sonuç</b></div><div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="font-weight: normal; margin-bottom: 0cm;">21. yüzyılın insanlığa hediyesi doğrudan ve aracısız demokrasi olacaktır. Bu fikir başlangıçta çok hayali ve lüzumsuz karşılanacak; “yapılacak daha önemli işlerimiz olduğu” söylenecektir. Ama ilk temsili demokrasiler ve parlamentolar hanedanlıklara karşı yeryüzünde yükselirken de aynı hayalcilikle suçlandılar. 20. yüzyılın “temsili” denen seçkinci -aristokrat “demokrasilerinin” sebep olduğu biteviye bıkkınlık ve güven kaybı gözönüne alındığında parlamentolar ve meclislerin bugünkü seçkinci düzeni krallıklar çağının sonundaki aristokrat meclislerinin havasını çok andırmaya başlamıştır: Toplumdan giderek kopan ve kendi gerçeklikleri içinde eldekini korumaya çalışan güçlüler. Bunların içinde şüphesiz iyileri de vardır. Geçmişte de iyi krallıklar ve aristokratlar vardı. Ama bir sonraki hükümdarın ne yapacağının bir garantisi yoktu. </div><div style="font-weight: normal; margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="font-weight: normal; margin-bottom: 0cm;">Bugün aracısız demokrasi için gerekli teknik imkanlar eldedir; yarın daha da iyileri ortaya çıkacaktır. Parlamenter işlevlerin doğrudan halk tarafından yürütüldüğü, halk iradesine karşı gelen yöneticilerin derhal bir oylamayla görevden alındığı yarının doğrudan demokrasilerine geçen ülkelerde uzun zamandır unutulmuş, ama lafı hala bolca söylenegelen, kamu ahlakı ve toplumsal sorumluluk duygusu tekrar uyanacak, üyeleri, zümre ve kesimleri birbirine hasım haline gelmiş milletler tekrar ve yeni bir silkinişle birleşip hayat bulacaklardır. Çözüm için kitlelerin bilgeliğine başvurmanın gelenek haline gelmesi, akla gelmeyen yepyeni imkanların keşfi ve toplum hizmetine sunulması için yeni yollar açacaktır. Halklar barışın ve insan haysiyetine saygının değerini elitlerden çok daha iyi bildiklerinden barış, insan hakları ve küresel adalet gibi kavramlar çok daha sağlam temellere oturacak; bugünün boş retorikleri olmaktan çıkıp gerçekleşme yoluna gireceklerdir. </div><div style="font-weight: normal; margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="font-weight: normal; margin-bottom: 0cm;">Doğrudan demokrasiye giden yollar sıkıntısız ve kolay değildir. Hiçbir elit elindeki gücü gönül rahatlığıyla halka vermez. Bunun anlamı kimi ülkelerde kargaşa ve karışıklıklar, özellikle dünyanın güçlü ve merkezdeki ülkelerinde ise halkın dikkatini dağıtacak ve enerjisini tüketecek anlamsız ve uzun dış savaşlar olabilir. Belki 1789'un Moniteur Universel'inin şu anlamlı kelimeleri 21. yüzyılda birkez daha ve yeni anlamıyla yayılacaktır: “Milletler cesaretlerini birbirleri yerine başlarındaki zalimlere çevirsinler.”</div><div style="font-weight: normal; margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;"><b>Faydalanılan kaynaklar:</b></div><div style="font-weight: normal; margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><ol><li><div style="font-weight: normal; margin-bottom: 0cm;">Kitlelerin Bilgeliği, James Surowiecki, Varlık Yay. 2007, İstanbul</div></li>
<li><div style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-weight: normal;">Electronic Democracy (Ready or Not, Here It Comes), Tracy Westen, <a href="http://www.netcaucus.org/books/egov2001/pdf/edemoc.pdf">http://www.netcaucus.org/books/egov2001/pdf/edemoc.pdf</a></span></div></li>
<li><div style="font-weight: normal; margin-bottom: 0cm;">Le Moniteur Universel, <a href="http://www.archive.org/search.php?query=creator%3A%22Le%20Moniteur%20universel.%20[from%20old%20catalog]%22">http://www.archive.org/search.php?query=creator%3A%22Le%20Moniteur%20universel.%20[from%20old%20catalog]%22</a></div></li>
<li><div style="font-weight: normal; margin-bottom: 0cm;">Direct Democracy and Public Policymaking, UWE WAGSCHAL Political Science, University of Heidelberg, <a href="http://www.betterdemocracy.co.nz/files/Direct%20Democracy%20and%20Public%20Policymaking.pdf">http://www.betterdemocracy.co.nz/files/Direct%20Democracy%20and%20Public%20Policymaking.pdf</a></div></li>
<li><div style="font-weight: normal; margin-bottom: 0cm;">Some Thoughts About Referendums, Representative Democracy, and Separation of Powers, Simon Hugy, CIS, IPZ, Universitaet Zuerich</div></li>
<li><div style="font-weight: normal; margin-bottom: 0cm;">Welcome to MichaelMoore.com, <a href="http://www.michaelmoore.com/">http://www.michaelmoore.com</a></div></li>
<li><div style="font-weight: normal; margin-bottom: 0cm;">Alex Jones' Infowars: There's a war on for your mind!, <a href="http://www.infowars.com/">http://www.infowars.com/</a></div></li>
<li><div style="font-weight: normal; margin-bottom: 0cm;">Trends Research Institute, <a href="http://www.trendsresearch.com/">http://www.trendsresearch.com</a></div></li>
<li><div style="margin-bottom: 0cm;">„<span style="font-weight: normal;">Wir sind das Volk“: Direkte Demokratie - Verfahren, Verbreitung, Wirkung, Wilfried Marxer, <a href="http://http//www.liechtenstein-institut.li/Portals/11/pdf/lib/LIB_24.pdf">http://http://www.liechtenstein-institut.li/Portals/11/pdf/lib/LIB_24.pdf</a></span></div></li>
<li><div style="font-weight: normal; margin-bottom: 0cm;">Outcome, Process & Power in Direct Democracy, Bruno S. Frey, Marcel Kucher and Alois Stutzer, Institute for Empirical Research in Economics, University of Zurich, 1999</div></li>
<li><div style="font-weight: normal; margin-bottom: 0cm;">Deliberative Democracy, Direct Action, and Animal Advocacy, Stephen D’Arcy, Ass. Prof., Dept. of Philosophy, Huron University College, <a href="http://www.criticalanimalstudies.org/wp-content/uploads/2009/09/Deliberative-Democracy-Direct-Action-and-Animal-Advocacy.pdf">http://www.criticalanimalstudies.org/wp-content/uploads/2009/09/Deliberative-Democracy-Direct-Action-and-Animal-Advocacy.pdf</a></div></li>
<li><div style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-weight: normal;">Direct Democracy and Public Choice, Elizabeth Garrett,</span> <a href="http://www.law.nyu.edu/ecm_dlv/groups/public/@nyu_law_website__academics__colloquia__law_economics_and_politics/documents/documents/ecm_pro_059688.pdf">http://www.law.nyu.edu/ecm_dlv/groups/public/@nyu_law_website__academics__colloquia__law_economics_and_politics/documents/documents/ecm_pro_059688.pdf</a></div></li>
<li><div style="margin-bottom: 0cm;">Direct Democracy, The International IDEA Handbook, <a href="http://www.idea.int/publications/direct_democracy/upload/DDH_inlay_low.pdf">http://www.idea.int/publications/direct_democracy/upload/DDH_inlay_low.pdf</a></div></li>
<li><div style="margin-bottom: 0cm;">Limiting Government through Direct Democracy, The Case of State Tax and Expenditure Limitations, Michael J. New, Policy Analysis, No. 420, December 13, 2001, <a href="http://www.iandrinstitute.org/New%20IRI%20Website%20Info/I&R%20Research%20and%20History/I&R%20Studies/Cato%20-%20Policy%20Report%20on%20Tax%20Limitations%20IRI.pdf">http://www.iandrinstitute.org/New%20IRI%20Website%20Info/I&R%20Research%20and%20History/I&R%20Studies/Cato%20-%20Policy%20Report%20on%20Tax%20Limitations%20IRI.pdf</a></div></li>
<li><div style="margin-bottom: 0cm;">Direct Democracy Works, John G. Matsusaka, Journal of Economic Perspectives, Vol. 19, Nr. 2, Spring 2005, pp. 185–206</div></li>
<li><div style="margin-bottom: 0cm;">PUBLIC OPINION AND DIRECT DEMOCRACY, Russell J. Dalton, Wilhelm Bürklin, and Andrew Drummond, <a href="http://www.socsci.uci.edu/%7Erdalton/archive/jod01.pdf">http://www.socsci.uci.edu/~rdalton/archive/jod01.pdf</a></div></li>
</ol>altay ünaltayhttp://www.blogger.com/profile/01074664679964606101noreply@blogger.com6tag:blogger.com,1999:blog-3211112078332654001.post-84107445099771088922011-09-16T18:46:00.001+03:002011-09-18T23:18:15.142+03:00DÜNYA POLİTİKASINA YÖN VERENLER - ROBERT STRAUSZ HUPE<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><span style="font-size: small;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgjDJGfXHvzOuNQX2DvWG9zoD6UJ9Xm9uUtLmOhqvnREZrS1eW3Ig3Yz00_cTkrzdgLfP7HPCCYqmaEdKXE4Dt2MuHuxX7fIA0qBHkwXoFEKffk22KghiEuG8gzwQdRiwB9zdK51nqEzi4/s1600/Image34.JPG" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgjDJGfXHvzOuNQX2DvWG9zoD6UJ9Xm9uUtLmOhqvnREZrS1eW3Ig3Yz00_cTkrzdgLfP7HPCCYqmaEdKXE4Dt2MuHuxX7fIA0qBHkwXoFEKffk22KghiEuG8gzwQdRiwB9zdK51nqEzi4/s1600/Image34.JPG" /></a></span></div><span style="font-size: small;"><br />
</span><br />
<span style="font-size: small;"><i>‘<span style="font-family: Arial,sans-serif;">Amerikalıların misyonu milli devletleri gömmek, onların boşta kalmış halklarından daha büyük birlikler oluşturmak ve kendi kudretiyle bu yeni düzene karşı muhtemel sabotajcıları</span><span style="font-family: Arial,sans-serif;"> sindirmektir, çünkü bunların insanlığa çürüyen bir ideoloji ve şiddet dışında sunacakları bir şey yoktur. ‘ </span></i></span><br />
<span style="font-size: small;"><br />
</span><br />
<span style="font-size: small;"><b><span style="font-family: Arial,sans-serif;">S. HUPE</span></b></span> <br />
<div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><a name='more'></a></span></div><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"><b>Çocukluk-Gençlik: </b>1903’te Viyana’da doğdu. İlk-orta eğitimini Avusturya’da gördü. 1923’te ABD’ye geldi.</span><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> Yaklaşık yarım yüzyıl önce Dışpolitika Araştırma Enstitüsü’nü kurdu (Foreign Policy Research Institute - FPRI). Bu sürede kurumun önemli bir kolu olarak hizmet etti. Çalışma arkadaşları William Yandell Elliott, Henry Kissinger, Zbigniew Brzezinski ve diğerleri idi; hedef ABD Anayasası’nı yıkmaktı. Yarım yüzyıl, Amerika dahil tüm milli devletleri gömecek dünya imparatorluğunun savunucusu oldu. </span><br />
<span style="font-size: small;"><br />
</span><br />
<span style="font-size: small;"><br />
</span><br />
<div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"><b>Görevleri: </b>Yatırımcı bankacı (1927-37); 2. Dünya Savaşı’nda ABD devlet görevlisi olarak savaş sonrası ile ilgili planlama; Pennsylvania Üniversitesi’nde görev (1946-69); 1955’ten itibaren bu üniversitenin Dışpolitika Araştırma Enstitüsü’nde müdürlük; Başkan Nixon’a dışpolitika danışmanlığı; Seylan Büyükelçiliği (1970-72); Belçika büyükelçiliği (1972-74); İsveç Büyükelçiliği (1974-7); NATO’da Amerikan elçisi (1976-77); Türkiye büyükelçiliği (1981-89)</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><span style="font-size: small;"><b> </b></span><br />
<div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"><b>Faaliyetleri:</b> İlk dönem Nazi Almanyası’ndaki Rus göçmenler ve buradaki Wall Street yatırımları için arabuluculuk görevlerinden sonra Strausz Hupe, “Jeopolitik” (Geopolitics) adlı eserini yazdı; eser 1942’de yayınlandı. Bu kitapla Isaiah Bowman’dan kariyer sponsorluğu kazandı; bu kişi Strausz Hupe’yi gizli devlet görevlerine soktu; CIA direktörü Allen Dulles’ın çevresi ve İngiliz-Wall Street güç ekseni çevresiyle de tanıştırdı. </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Bowman Başkan Roosevelt’in savaş sonrası hedeflerine karşı bir jeopolitikçiydi; “The Inquiry” (Soruşturma) adlı bir haberalma servisinde yönetici olarak albay Edward House için çalışıyordu; bu kişi Woodrow Wilson yönetimi kontrolörüydü. Bowman, Walter Lippmann ve diğer sağ kanat, Wells’in Tek Dünya ütopyası destekçileri, İngiliz ütopist ihtilalci fikirlerini ABD politikası içine soktular. Bowman Dışilişkiler Konseyi’nde (Council on Foreign Relations - CFR) üst düzey organizatördü; Wilson’un başkanlığını kullanarak Anayasa’yı ve Amerikan bağımsızlığını baltalamaya çalıştı. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">FPRI ve “ORBİS”: Strausz Hupe FPRI’yi 1950’lerde kurdu; hemen en yakın çalışma arkadaşı William Yandell Elliott’u ve onun “yaratığı” Henry Kissinger’ı FPRI’nin yayın organı Orbis’in yayın kuruluna aldı. </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Bu jeopolitik üç aylık derginin ilk sayısında (1957) Strausz Hupe’nin makalesi “Yarın’ın Dengeleri” (The Balance of Tomorrow), gelecek 50 yıl içinde komünizmin çöküşünü tahmin etti; bundan sonra ABD öncülüğünde yeni bir global imparatorluk doğacak, sonuçta ABD çökecek ve dünya hakimiyeti başka, adı verilmeyen bir ülkeye kayacaktı.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Şöyle yazıyordu:</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;">“</span><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Gelecek Dünya düzeni Amerikan evrensel imparatorluğu mu olacak? ... Bu olsa olsa ... tarihi bir dönüşümün son aşamasını teşkil edecektir ... Amerikalıların misyonu milli devletleri gömmek, onların boşta kalmış halklarından daha büyük birlikler oluşturmak ve kendi kudretiyle bu yeni düzene karşı muhtemel sabotajcıları sindirmektir, çünkü bunların insanlığa çürüyen bir ideoloji ve şiddet dışında sunacakları bir şey yoktur. </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Çok mümkündür ki, bu misyonun tamamlanması Amerika’nın tüm gücünü bitirecek, ve sonra tarihi ağırlık merkezi başka bir millete kayacaktır. Ama bunun çok önemi yoktur... Çünkü gelecek elli yılda gelecek Amerika’nındır. Amerikan imparatorluğu ve insanlık hasımlar olmayacak, daha çok bu ikisi, barış ve mutluluk içindeki evrensel bir düzenin iki ayrı adı olacaktır. ‘Novus orbis terrarum.’ (Yeni dünya düzeni)”</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Bu stratejiyi pratiğe dökmek için Strausz Hupe 1969’da yeni bir kariyere başladı: Diplomatlık; ayrıca Nixon’un baş dışilişkiler danışmanı ve Kissinger’ın “alternatifi” idi. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Onun en dikkate değer zamanları Türkiye’de geçirdiği sekiz yıldır. Burada İngiliz Bernard Lewis’in planlarına uygun olarak, yeni bir “Osmanlı imparatorluğu” kurulması, buna paralel Sovyetler içinde ve etrafında Türki unsurların başkaldırması, aynı zamanda “Büyük İsrail”le Türk ittifakı ve bu şekilde İslam dünyasının parçalanması ve ateşe boğulması için uğraştı. Strausz Hupe FPRI’nin yeni direktörü olarak Daniel Pipes’ı kendi elleriyle göreve getirdi; bu kişi radikal bir sağ kanat Siyonist idi; İslam’a karşı sürekli nefret malzemesi üretiyor ve “ele avuca sığmaz müttefik İsrail” senaryosu ile ABD’yi yıkmayı hedefliyordu. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">FPRI, bu meyanda, darbecilerin “uygarlıklar çatışması” saldırı merkezi olarak ortaya çıktı. Şimdiki Orbis yayın kurulu üyeleri arasında Ronald Lauder (Ariel Sharon ve Benjamin Netanyahu’nun finansörü), Bernard Lewis, Samuel Huntington, Alexander Haig (1), neo konservatif (neocon) liderler Midge Dexter ve Martin Peretz, eski Başsavcı Richard Thornburgh, eski CIA direktörü James Woolsey ve Strausz Hupe’nin kendi vardır (Strausz Hupe yazı kaleme alınırken 98 yaşında ve faal hayattan çekilmiş idi).</span></div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><b><br />
</b></span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><b><span style="font-family: Arial,sans-serif;">Yayınlar:</span></b></span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">l Geopolitics: The Struggle for Space and Power, 1942 (Jeopolitik: Toprak ve Güç İçin Savaş) “Jeopolitik” kelimesini Amerikan lugatına getiren eser olarak bilinir.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Bu kitapta Strausz Hupe Nazizmin Amerikan milliyetçi ekonomi ve dış politikasının ürünü olduğunu şiddetle yalanlar.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">2. Dünya Savaşı’nın “yeniden toprak paylaşımı için” çıktığını yazar; Britanya İmparatorluğu “dünyada yayılmanın yollarını tıkamıştır.” Ama Naziler buna meydan okumaktadır. Ona göre, tüm iç sosyo-ekonomik sorunları çözmek için “toprak ve daha çok toprak fethine” girişmişlerdir.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Naziler bu jeopolitik doktrini nereden almışlardır? Strausz Hupe “toprak teorisini milli büyüklük için kaçınılmaz öncül” koyan ilk kişinin Almanya’da doğan Amerikalı iktisatçı Friedrich List olduğunu söyler. Ona göre List, “Henry Clay’in dostu ve Alexander Hamilton’un talebesi olarak hayat alanları (Lebensraum) teorisini ortaya atmıştır.” Burada Strausz Hupe Amerika’nın Hamilton’cu ve Lincoln’cu sistemini Hitlercilik ile birleştirir. İddiasına göre, List Almanya’nın “üretim ve ticaretini korumacı politikalar ve bir Denizcilik Yasası ile geliştireceğine” inanıyordu. Ama, ekonomik gelişme için Kuzey ve Baltık denizlerinden Karadeniz ve Adriyatik’e uzanan geniş ve kolay ulaşımlı bir bölgeye ihtiyacı vardı.”</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Kitapta Strausz Hupe, Nazi politik stratejisini daha da geriye Monroe doktrinine dayandırır. Ona göre olay bir “uygulamalı coğrafya” sorunu olup, “tarihsel koşullardan çıkarılmış bir hak” değildir. Aslında Başkan Monroe’nun Kongre’ye Doktrini sunuş mesajı Habsburg monarşisinin siyasal sistemine karşıt (Habsburglar Strausz Hupe’nin favorisidir) bir Amerikan sistemi şeklindedir; korumacı gümrük tarifeleri ve devletin yürüteceği ulaşım projeleri teklif eder; Strausz Hupe ise bunlara söver.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Öte yandan “Monroe Doktrini’nin ilk ve tek jepolitik prensipler uygulaması olarak (Hitler’in stratejisti Karl) Haushofer’e ilham verdiğini” yazar.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Haushofer’in kendi ise eserinin İngiliz emperyal stratejisti Halford Mackinder’dan mülhem olduğunu iddia eder. Strausz Hupe, Mackinder’ın “parlaklığını” övmekle birlikte, onun Haushofer’in kaynağı olduğunu reddeder. Ve Isaiah Bowman Strausz Hupe’yi kendi ABD hükümet jeopolitik yuvalanmasına dahil ettikten sonra Bowman ve arkadaşları yaşlı Mackinder’a Dışilişkiler dergisi “Foreign Affairs” in New York Konseyi için Temmuz 1943’te bir makale yazdırırlar. Konu Amerika’nın Sovyetler’le 2. Dünya Savaşı ittifakının koparmasıdır. Mackinder’ın makalesi bunun yerine bir İngiliz amerikan imparatorluğunun gereklerini soralar. </span> </div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><b><br />
</b></span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><b><span style="font-family: Arial,sans-serif;">Diğer eserler: </span></b></span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">l The Balance of Tomorrow (Yarının Dengeleri), 1945,</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">lThe Zone of Indifference (İlgisizlik Bölgesi), 1952,</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">l International Relations in the Age of the Conflict Between Democracy and Dictatorship (Demokrasi - Diktatörlük Çatışması Çağında Uluslar arası ilişkiler) (1954)</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">l Power and Community (İktidar ve Toplum, 1956)</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">l The Idea of Colonialism (Sömürgecilik Fikri, 1958)</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">l Protracted Conflict (Uzamış Çatışma, ortak yazar olarak, 1959)</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">l Forward Strategy for America (Amerika’nın İlerleyen Stratejisi,1961)</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">l Building the Atlantic World (Atlantik Dünyasını İnşa Etmek, 1963)</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">l In My Time: An Eclectic Autobiography (Benim Zamanım: Eklektik Bir Otobiyografi, 1965). Burada Strausz Hupe Napoleon Bonaparte’a hayatı boyu sürmüş tapmak derecesindeki hayranlığı üzerine uzun uzun söylev verir; Napoleon belki tek gerçek ve orijinal jeopolitikçidir; onun Avrasya “Kalbgahını” (Rusya) fetih arzusu Mackinder ve Haushofer’den öncedir. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Strausz Hupe örtük ifadelerle 1. Dünya Savaşı sonrası Almanyası’nda çeşitli faşist gruplarla yaşadığı maceralarını ve Almanya’da 1930’larda Wall Street ve İngiliz bankacılar için çalışmalarını anlatır. Ama bu kurumların hiçbirinin adını anmaz. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Ama otobiyografisinde bir kişiden, Gero von Schultze-Gaevernitz’ten bahseder; onun eski arkadaşıdır; 1. Dünya Savaşı’nın akabinde Münih’teki beraberliklerinin ilk günlerinden beri Gaevernitz ilk Nazi eylemcilerinden biridir; öte yandan onun aile bağları New York bankerlerine dek uzanır ki, bu kişiler Hitler’in yükselişini desteklemişlerdir. Almanya’yı 2. Dünya Savaşı yaklaşırken terkeder ve Allen Dulles’ın Nazi liderlerini teslim prosedüründe baş Alman danışman olur. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Burada da Gaevernitz’in çizgisi yine Strausz Hupe’ninkiyle kesişir; o da Dulles’la çalışmaya başlamıştır -Dulles’la işbirliği CIA’den önce de sonra da devam eder. Çeşitli siyasi projeler üzerine çalışırlar; bunların arasında Almanya’da savaş sonrası düzen, ve Özgür Küba Komitesi vardır, bu sonuncu darbeci gruba Lee Harvey Oswald üyedir (2). </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">1991’de Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle Strausz Hupe’nin 1957’deki makalesi, Orbis’in Aralık 1991-Ocak 1992 sayısında tekrar yayınlanır. 1957’deki eseri takdim eden Daniel Pipes, Strausz Hupe’nin komünizmin ölümünü önceden bildiğini ve binyılın sonuna yaklaşılırken ABD’nin yeni bir evrensel imparatorluk kuracağını ve kurmak zorunda OLDUĞUNU söylediğini bildirir. Pipes, yalnız bunun “Batı kültürü ve insanlığın” bekasını sağlayabileceğini de vurgular. Okuyucuya hatırlatmada bulunarak derginin adının (Orbis) “novus orbis terrarum”dan geldiğini söyler; bu strausz Hupe’nin makalesinin son cümlesidir; Latincedeki anlamı “yeni dünya düzeni”dir. n</span></div><span style="font-size: small;"><br />
</span><br />
<span style="font-size: small;">=================</span><br />
<div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">1 ) Eski NATO Müttefik Kuvvetler Komutanı ve Malta Şövalyesi; 1980’de Kenan Evren onun “askerce” sözüne güvenerek Yunanistan’ın NATO’ya dönmesine Türk vetosunu kaldırmış; bunun karşılığında bu askerce söz gereği Yunanistan’ın da Türkiye’nin AET’ye (o zamanki Avrupa Birliği) girmesine güçlük çıkarmamasının sağlanması beklenmişti. Ç.n.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">2 ) Başkan John F. Kennedy’yi öldürmekle suçlanmış ve mahkemeye götürülürken öldürülmüştür. Ç.n.</span></div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div>altay ünaltayhttp://www.blogger.com/profile/01074664679964606101noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3211112078332654001.post-73215795080574339872011-09-16T18:11:00.001+03:002011-09-18T23:19:32.314+03:00ŞEYTANİ RESİMLER<div class="separator" style="clear: both; font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; text-align: center;"><span style="font-size: small;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhj8W4mhbCNMYho3JWt5J91BIAkzS4-hxH-nJ83xTuTv7v6eetYcsuOILvOHeUdEr51wAdqa-geu4MteXL9Wb5-k88y5DCjldVuABeUgUdo52TpTgAeQ73ouKXv0K-DkXf8DeLlT3DiW8g/s1600/Image22.JPG" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhj8W4mhbCNMYho3JWt5J91BIAkzS4-hxH-nJ83xTuTv7v6eetYcsuOILvOHeUdEr51wAdqa-geu4MteXL9Wb5-k88y5DCjldVuABeUgUdo52TpTgAeQ73ouKXv0K-DkXf8DeLlT3DiW8g/s1600/Image22.JPG" /></a></span></div><div style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;"><span style="font-size: small;"><b><span lang="TR">Israel Şamir</span> </b></span></div><div class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px;"></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"><span lang="TR" style="font-size: small;">Batı, Beyrut ve başka şehirlerde elçiliklerinin yakıldığını görmekten memnun olmadı. "Şu Müslümanlar da bizim mizah anlayışımızı hiç anlamıyorlar; bizim özgürlük anlayışımızı da,” diye gürledi Batılı gazeteler. Diğerleri de Danimarka’nın densizliğini kınadı, ama buna reaksiyonu ölçüsüz buldu. Ama bu patlama kendiliğinden olmak dışında herşey idi. İyi bir Amerikalı araştırmacı gazeteci olan Christopher Bollyn Danimarka’nın “Şeytani resimlerini” ve bunların yayıncısı Flemming Rose’u araştırdı, ve ne buldu dersiniz: </span></div><a name='more'></a><div style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;"><span style="font-size: small;">Rose hiç de masum bir fikir özgürlüğü aşığı değildi; uçuk-kaçık İskandinavyalı bir karikatür kolleksiyoncusu olup, Peygamber resimlerini çıplak manastır rahibesi resimleri ile yanyana duvara asan biri de değildi. Rose Neo-con Siyonist kültün bir üyesiydi ve “şeyhi” Daniel Pipes’ı (*) da daha önce ziyaret etmişti. </span></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"><span lang="TR" style="font-size: small;">Buraya kadar fena değil. Ancak bu habis Rose döküntüsünü “4 ay önce” yayınlamıştı, ve bu, medyanın da dediği gibi, uzun bir süre idi. O sıra Müslümanlar onun yaptığını farketmediler bile; zaten çoğu “Jyllands Pest”i (**) okumuyordu ki. Yaramaz çocuğun yaptıkları can sıkmayınca daha da azıtması gibi, yedi ülkedeki tam 11 gazete birden bu resimleri yayınlayıverdi. Bu tam bir gösteriydi: Birçok ülkedeki birçok gazete ardında, birçok şirket ve birlik ardında biz yine alışıldık düşmanı gördük. Aslında bize birşeyi anlatmak için yeterince ikna edici bir şovdu bu: Tek bir irade ve tek bir güç dünya medya imparatorluğunu yönetir.</span></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"><span lang="TR" style="font-size: small;">İşi Kim Organize Etti?</span></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"><span lang="TR" style="font-size: small;">Düşman kim? Kim bu çapta medya kontrolü sağlayabilir? Sandya Jain önemli bir Hintli gazeteci ve Hint milliyetçisi olarak şunları yazıyordu: “Karikatürler politize Hıristiyanlığın dinsel hoşgörüsüzlüğünün kasdi bir eylemidir; işin içinde Avrupa ve Amerika’nın sosyal, politik ve ekonomik elitleri vardır.” Hıristiyanlık birçok başka gözlemci tarafından da suçlandı. Ama emin olun ki, Müslümanları inciten bu kişiler Hıristiyanları incitmek istediklerinde asla iki kez düşünmezler. “Amen” posterlerindeki haçın gamalı haça dönüştüğü şu filmi, ya da bir bardak idrar içindeki çarmıha gerili İsa’yı hatırlayın (bu resim Talmud’dan mı alınmıştı?). Bunlar bir Brooklyn (Yahudilerin yoğun olduğu bir New York semti) müzesinden manzaralar. Aslında Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında dini bir çekemezlik yok. Ahmed Amr haklı olarak der ki:</span></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"><span lang="TR" style="font-size: small;">“İslam ve Hz. Muhammed’in Avrupalı ‘ifade özgürlüğü müdafileri’ tarafından çizilen aşağılayıcı tabloları aslında Müslümanları dezavantajlı hale düşürüyor. Onlar asla İsa Mesih’i aşağılayarak öç alamazlar, çünkü ona Hz. Muhammed kadar saygı duyar ve Allah’ın elçisi kabul ederler. Hz. İsa ya da Hz. Meryem’le alay etmek enaz Hz. Muhammed’le alay etmek kadar “küfr”dür. Hiçbir gerçek Müslüman Mesih’in anasını küçük düşürmeyi düşünemez, çünkü onlar da onun bakire ve mucizevi gebeliğine inanırlar. İslam geleneğinde Hz. Meryem Cennet’e girecek ilk kadındır. Ve Müslümanlar Kuran gibi İncil ve Tevrat’a da iman ederler. Öyleyse Hıristiyanları bırakıp başka yana bakalım.</span></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"><span lang="TR" style="font-size: small;"> Batı medyası aslında Yahudiseverlerin yurdudur. Belki bunu Şaron’un hastalığı ile ilgili abartılı haber ve resimlerde farketmişsinizdir; ya da abartılan Yahudi ölümleri ve es geçilen Filistinli ölümlerinde; ya da “Soykırım” meselesinde, ya da Yahudilere diğer gerçek ve hayali tüm saldırılarda. Yahudilerin Müslüman karşıtı duygular yaymakta özel çıkarı vardır, çünkü bu onların Filistinlileri ezme ve İran’ı halletme planlarına uyar (İranlılar da bunu hemen anlamış ve tepki olarak soykırım karikatürleri yayınlamışlardır. Her ikisi de eşit derecede tatsız; göze göz, dişe diş). Ve şimdi görünüşte “Siyonist olmayan Dünya Yahudi Kongresi (World Jewish Congress) İran’a karşı kampanyasını başlattı,” diye bildirmiş İsrail gazetesi Haaretz okurlarına. AIPAC (American Israelite Public Affairs Committee) “Şimdi İran’ı Durdurma Zamanı” adında bir konferans planlıyormuş. Kurt Nimmo karikatürleri “Müslümanları kızdırıp parlatmak ve böylece Avrupa ve Amerika’da Strauss’çu (***) neo-con’larca sahneye konan ‘Uygarlıklar Çatışması”na taraftar toplamak için kasıtlı provokasyon” olarak niteliyor. Hem Uygarlıklar Çatışması, hem de “Şeytani Resimler” olayı Beynelmilel Yahudiliğin Ortadoğu stratejileriyle tam uyum içindedir. </span></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"></div><div style="border: medium none; font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; padding: 0cm 0cm 1pt;"><div align="justify" class="MsoNormal" style="border: medium none; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; padding: 0cm; text-indent: 30px;"><span lang="TR" style="font-size: small;"> Bebek Hz. İsa ve Hz. Meryem, Osmanlı minyatürü, Topkapı Sarayı Müzesi, İstanbul</span></div></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"><span lang="TR" style="font-size: small;">Bu Şeytani Resimler olayındaki Yahudi parmağına açık bir delil birçok gazete manşetinde çıktı: Dünyanın heryerinde Müslüman halklar rahatsız olmuşken medya “Filistinlilerin Avrupalılara saldırıları”ndan bahsediyordu; tıpkı 2001’de “Filistinliler İkiz Kulelerin çöküşünü alkışladılar” dediği gibi; halbuki küstahlık ve paranın gücünü simgeleyen bu kulelerin çöküşüne tek sevinen Filistinliler değildi. İsrail gazetesi Haaretz geçenlerde dedi ki: “Müslüman basın Şaron ve hahamları rezilane resmediyor; şimdi kendisi yaptıklarını tatsınlar.” Karikatürlerin ardında Yahudiseverlerin olduğuna başka bir delil. </span></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"><span lang="TR" style="font-size: small;">Ama meslekdaşlar bu işin ardındaki büyük planı göremediler. Karikatürler Müslümanlarla bir savaş tablosuna uyarken, aslında onlar dünya çapında yürütülen bir “özgürlük saldırısına” tam uyuyorlar. ABD’den Rusya’ya, İngiltere’den İtalya’ya efendiler kanunlarının örgülerini sıkılaştırarak özgürlüğü ortadan kaldırıyorlar. 1968’de “savunmanın savunusu”, “yasaklamak yasaktır” gibi şeylerden bahsediyorduk; ama şimdi birsürü yasakla karşıkarşıyayız. Artık sigara içip içmemeyi, ya da emniyet kemeri bağlamayı ya da rahat oturmayı seçme hakkımız yok. Bu küçük küçük yasaklar bizim “Büyük Birader”e (George Orwell’ın “1984” romanına gönderme) boyun eğişimizin işaretleri aslında. Ve sakın bana bunun kendi iyiliğim için olduğunu söylemeyin; çünki size kendi sağlığım için çok daha önemli 100 şey sayarım. Örneğin şu borçlar kaldırılsın bir. Eğer yüksek faizli riskli bir krediyi kabulde özgürsem, emniyet kemeri takıp takmamakta da özgür olmalıyım. </span></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"><span lang="TR" style="font-size: small;"> Özgürlüklerimiz ciddi şekilde aşınıyor. Kağıt üstünde var onlar, ama onları kullanamayız. Hayatlarımızın mahvedilmemesini isteyemeyiz. Birçok öğretmen ve üniversite profesörü kendilerini işsiz buluyorlar, çünkü “yasak kelimeyi” söylemişlerdir. “Demokratik” Almanya’da bir Komünist asla öğretmenlik yapamaz. Dahası sandıkta istediğimizi seçemeyiz: Avusturyalılar Jörg Haider’i seçtiklerinde vazgeçtiklerini söyleyinceye dek dayak yediler. Şimdi Filistin Hamas’ı seçti ve onlara kendi vergi gelirlerinin bloke edildiği ve bu suçlarından tövbe edene dek bunun verilmeyeceği söylendi (yeri gelmişken: İncil her yedi yılda bir borç affı öngörür, oysa talmud alacaklının borçluyu bağlayıp, borcunu affa rağmen ödemek istediğini söyleyinceye dek dövmesine cevaz verir). Her seferinde, ister ABD’deki uzak Montana halkı için silahlar ya da Dublin, İrlanda’daki bir meyhanede sigaralar olsun, bir emniyet kemeri ya da hepimiz için eşit-özgür oy olsun, kitlesel medyanın devasa fikir yapma makinası hep yasakları destekledi. Bazan, örneğin Şeytani Resimlerde olduğu gibi, provokasyona engel olmadı, ama buna karşı konuşmamıza engel oldu. </span></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"><span lang="TR" style="font-size: small;">Medya makinesinin Yahudi amaçlarına bağlılığından onun petrol şeyhlerince yönetilmediğini anlamak kolay, ama varsayalım ki (sonra, neden böyle varsaydık, konuşacağız) Yahudiler ve onların Yahudisever destekçileri kendi medya imparatorluklarını başka amaçla kurmuş olsunlar. Eğer siz de (birçok iyi insan gibi) Yahudileri beraat ettirmek istiyorsanız, Yahudilerin medyayı antisemitizmle savaş için elde tuttuklarını , oysa şeytan parababalarının (orj: Mammonitler) aynı mekanizmayı kendi küresel diktatörlükleri için kullandıklarını varsayabilirsiniz. Yahudileri “Hobbitt’ler” (****) görüp “Efendilerin Yüzüğünü” koruduklarını, ama bunların parababalarınca onlardan alındığını düşünebilirsiniz. Öte yandan Parababaları antisemitizm masalını uydurup soykırım yaparak Yahudileri kendi yanlarında diğer insanlara karşı savaştırmış olabilirler. Onlar Yahudileri doktrine ederek normal insanların onları “yiyeceğine” ve yalnızca Parababaları iktidarının onları koruyacağına inandırmış olabilirler. Ama “Üçüncü Güvercin”de yazdığım gibi, ortada antisemitizm diye birşey yok; cadıların ve Noel Baba’nın da olmadığı gibi. </span></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"><span lang="TR" style="font-size: small;">Medya makinesi müttefik kaydetmekte eşsizdir; aynı şekilde korku provoke edilerek kendi halinde Yahudiler de gönüllü kaydedilir. Medya “homofobi”yi icat etti, böylece homoseksüeller normal insanlardan korkacak ve Büyük Birader’in korumasına sığınacaklardı. "Maçoluk” ve “dövülen kadınlar” efsanesini icat ettiler, böylece kadınlar erkeklerinden korkacak ve hükmedenlerin sığınma evlerine sığınacaklardı. Sonra “ırkçılık” icat ettiler, ki her etnik azınlık Büyük Birader’in koruması altına sığınsın. “Tecavüze uğramış çocuklar”ı icat ettiler; artık anneler aile babalarından korkuyordu. Bir sürü masal. Bir “homofobi” yok; kimse kimsenin yatağında ne yaptığıyla ilgilenmiyor, işi ortalığa dökmedikçe. Erkekler doğal olarak kadın ve çocuklarını korurlar. Beyazlar siyahların neşesini ve müziklerini severler, tabii bütün gece çalıp söylemedikleri sürece. Size söylüyorum: Hepimiz azınlığız, ve hep bir arada biz insanlarız. Büyük Birader olmadan da kendi aramızda geçinip gidebiliriz. </span></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"><span lang="TR" style="font-size: small;"> Dışarıda korkacak birşey yok. Gençliğimde, Amerikalılar domino teorisi ile korkutuluyorlardı. Vietnam ve Kamboçya’ya komünistler hakim olduktan sonra Kaliforniya’ya dek geleceklerdi; inanmayan beklesin de görsündü. Hiçbirşey olmadı. Komünizm korkusu trilyonlarca Dolar milli servet tüketti ve belki ilginç bir sosyal denemeyi yerlebir etti. Galip fare yenilmiş aslan için hükmünü verdi: Polonya ve Baltık ülkelerinin inisiyatifiyle Avrupa Parlamenter Asamblesi Konseyi (PACE) "komünizmin terör ve suçlarını” mahkum etti. Şimdi aynı mekanizma İslam için kuruluyor. İslam kışkırtıldı ve tepkisi azgelişmişliğine delil olarak sunuldu. Büyük korku makinesi Ortadoğu’da da, küçük Yahudi çıkarlarının kıyısında da durmayacaktır, daha başka amacı var: Bir tank ceviz kıracağı olarak da kullanılabilir, ama başka amaçla yapılmıştır. Birleşik ve mükemmel Yahudi medya makinesinin Soykırım masallarıyla uğraşmaktan öte işleri vardır. Onun asıl işi bizi “Yeni Dünya”ya (*****) taşımaktır; yeni ruhsuz bir totaliterliğe. Bu uğurda küçük adımlar büyük amaca giden yolda aşamalardır. </span></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"><span lang="TR" style="font-size: small;">Son aylarda bir seri, ama görünüşte birbiriyle ilgisiz olay oldu. İngiltere Başbakanı Tony Blair, toplumunu tam kontrole doğru önemli bir adım attı. İngiltere yeni bir bilgisayar sistemi kurdu. Bu sistem vasıta trafiği hakkında bilgi topluyor ve depoluyor. Gizli video kameralara bağlı olarak, Büyük Birader’e sizi evden işe, işten eşe-dosta, oradan eve gidene dek izleme imkanı veriyor. Tasarı itirazsız geçti. Sonra sıra İnrternet Terörü Yasası’na geldi. Yasa polise “terörü destekleyen” web sitelerini kapama hakkı veriyordu. Lordlar Kamarası tasarıyı reddetti. Geçen ay aynı meclis bir terör eylemlerini “övme” yasasını da reddetmişti. Hükümetin, bir “terörist yayının” “bilerek” ya da “bilmeyerek” dağıtılması ile ilgili getirdiği yasa teklifi de tadilata uğradı. Ve en iyisi, inatçı Lordlar bir “dini nefret” yasasını da reddettiler; yasa tamamen Yahudileri eleştirmeyi yasaklamaya yönelikti. </span></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"><span lang="TR" style="font-size: small;">Ve sonra “Adüvv” (orj.: Adversary = Şeytan) Şeytani Resimleri yayınlattı. Müslümanları tahmin edilir ve zaten beklenen tepkisi parlamenterleri hemen bir seri “anti-nefret” yasası çıkarmaya sevketti. Şüphesiz bu yasalar birkaç milyar Müslüman ve Hıristiyanın derdine derman olmayacak. Parababalarının sevilen maskotu Yahudiler daha iyi korunduklarını düşünecek (ve saldırıya daha açık olacak), ama daha da önemlisi, fikir özgürlüğü daha büyük bir yara alacak. </span></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"><span lang="TR" style="font-size: small;">Bu büyük özgürlük Batı'nın Sovyet Doğu’ya tek üstün tarafıydı. Sovyet rejiminin pek de hoş olmayan yönlerinden biri Ceza Kanunu’nun 58. maddesi olan meşum “Anti-Sovyet propaganda” yasası idi. Stalin’in eski günlerinde, cumhuriyet düşmanlarına sevgi duyduğunu açıklayan kişi ceza görürdü; en civcivli dönemde bir şaka-espri dahi içeri atılmaya yeterdi. Yasa Brejnev döneminde toplumsal muhafazakarlığı sağlamak için kullanıldı . Sovyetlerin son günlerinde 58. maddenin Demokles kılıcı Gorbaçev’e Sovyetleri yıkan reformları itirazsız yürütme imkanı verdi. Sovyet döneminin tüm toplumsal birikimleri yok edildi; Rus sanayi ve petrolü birkaç Yahudi parababasına teslim edildi; Rus devletinin anahtarları CIA’ye teslim edildi ve ülke çatışan devletçiklere parçalandı. Bu Gorbaçov-Yeltsin dönüşümünün olması ancak 58. Madde sayesinde mümkün oldu. Şimdi o geri geliyor. </span></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"><span lang="TR" style="font-size: small;"> Birkaçyıl önce bombalı Yahudi karşıtı pankartlar belirdi Moskova’da Eğer orada bir geçen pankartı indirmek isterse patlıyordu. Hükümet hemen bir “anti-nefret” yasası çıkardı ve bak sen! Tüm pankartlar ortadan yokoldu. Bir ay önce bir Moskova sinagogunda yine şaibeli olaylar oldu ve hükümet hemen bir “anti aşırılıkçılık” yasasını parlamentoya sevketti. </span></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"><span lang="TR" style="font-size: small;"> Böylece, aşırılık, terör ve nefrete karşı savaş örtüsü altında kalan özgürlükler de gitgide gezegenimizi terkediyor. "Kennedy’nin Huntington’u” Eugene Rostow 1960’lı yıllarda komünizm ve kapitalizmin birleşeceğini öngörmüştü; böylece her ikisinin de iyi yönleri alınacak, devam edecekti. Birleşme şimdi gerçekten oldu. Bir zamanlar Kızıl Doğu’da tam sosyal güvenlik vardı, kişisel özgürlükler pahasına da olsa. Batı ise özgürdü, ama eşitlik ve sosyal güvenlik pahasına. Şimdi birleştiler: Ruslar parasız eğitim ve sağlık sistemini kaybettiler ve köprü altında özgürce uyuma hakkı kazandılar. Batı ise kendi Gulag (Guantanamo, çev.) hapishanelerine siyasi mahkumlarına sahip oldu. Batı ve Doğu 58. maddeyi, anti-nefret, antiterör, anti-aşırılıkçılık isimleri altında tekrar yürürlüğe soktu. </span></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"><span lang="TR" style="font-size: small;">Dünya hakimiyeti master planı yavaş yavaş hayata geçiyor. İlk aşamada eski elitlerle kilisenin gücü kırıldı. Parababaları eliti demokrasi ve özgürlükleri eski düzene karşı silah olarak kullandı, ve biz solcular ve Liberaller bunu sevdik. Lordlar kamarasındaki hayır oyu (gerçi yasa değişerek geçti ise de) gösteriyor ki, seki sistemin tüm hatalarına karşın kimi pozitif yönleri vardır. Ama bu dönem kapandı. Şimdi düşman demokrasi ve özgürlüğe karşı savaşıyor, korku ve (karşı-)ırkçılığı safında kullanıyor. </span></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"><span lang="TR" style="font-size: small;"> Düşmanın hem sağ hem de sola sızma avantajı vardır; hem büyük hem muhalif medyaya sızıp dünya çapında iş bitirebilir. İngiltere’de yenilirse Fransa’da saldırır, Gazze’de provokasyon çıkarır. Tepkinizden kin ve korku üretebilir. Bu mekanizma çalışır oldukça korku ve savaş bitmeyecek, çünkü makinenin ürünleri bunlar. Öte yandan bu, neden güçlü parababalarının –hepsi Yahudi değil- bu makineyi kullandığını ve desteklediğini de açıklar. Bu makine korku üretir, ve bunu kendi diktatörlükleri için kullanmalarını sağlar. Ama eğer çocuklarımızın bir köleler ve efendiler dünyasında yaşamasını istemiyorsak bu mücadeleyi kazanmalıyız. Belki Müslüman hassasiyetleri ya da Yahudi önyargıları sizi ilgilendirmez – ama özgürlüğümüz tehdit altında. Küresel planda düşünmeliyiz, çünkü düşman küresel planda davranıyor. </span></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"><span lang="TR" style="font-size: small;">Ve nefret ve çatışmayı, düşmanın bu iki ana silahını yoketmeliyiz. </span></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"><span lang="TR" style="font-size: small;">Notlar: </span></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"><span lang="TR" style="font-size: small;">(*): Daniel Pipes: Meşum neocon fikir babası. Ortadoğu barışının İsrail’in bölgeye hakimiyetinden geçeceğini iddia ediyor. “Parlak fikirleri” nedeniyle Başkan Bush tarafından önemli bir barış enstitüsünün başına getirildi. </span></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"><span lang="TR" style="font-size: small;"> (**):Jyllands “Pest”. Gazetenin asıl adı “Jyllands Posten”. “Pest” veba demektir; I. Shamir kelime oyunu yapıyor. </span> </div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"><span lang="TR" style="font-size: small;">(***): Leo Strauss: Neo-con’ların filozofu. Almanya’da eğitim gördü. Yahudi olmasına rağmen saygın Nazi çevrelerinde bulundu. Daha sonra Amerika'ya yerleşerek çok tartışmalı eserlerini kaleme aldı. Çoklarınca Amerika’ya uyarlanmış bir faşizmi savunmakla eleştirildi. </span></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"><span lang="TR" style="font-size: small;">(****) Hobbitt’ler ve Efendilerin Yüzüğü: I. Shamir, “Yüzüklerin Efendisi” filmine gönderme yapıyor. </span></div><div style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div>altay ünaltayhttp://www.blogger.com/profile/01074664679964606101noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3211112078332654001.post-11091050090657266312011-09-16T18:09:00.000+03:002011-09-16T18:09:25.667+03:00Lasse Wilhelmson - söyleşi<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgYs9wzjyPQ3xBVg8fycsteNClpCcD8s032b3JTKRtWLhHLV0OJnhY3jbKqZdVNJNBoyojp2NxbARNVl6IcSVnplWdhjJQiKf9KZ2T9LOn7rlWLCzkqe_NXXFs0DMv63I4_tpzBJFmb2m8/s1600/Image33.JPG" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgYs9wzjyPQ3xBVg8fycsteNClpCcD8s032b3JTKRtWLhHLV0OJnhY3jbKqZdVNJNBoyojp2NxbARNVl6IcSVnplWdhjJQiKf9KZ2T9LOn7rlWLCzkqe_NXXFs0DMv63I4_tpzBJFmb2m8/s1600/Image33.JPG" /></a></div><div class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-autospace: none;"> <span lang="SV" style="font-family: Helvetica;">Lasse Wilhelmson 1941 İsveç doğumlu. Wilhelmson’un ailesinin birkısmı 1880’de Çar’ın pogromlarından (Rusya’da Yahudi takip ve katliamları, ç.n.) kaçarak İsveç’e gelmiş. Ailenin birkısmı daha sonra 1960’larda Amerika ve Filistin’e yerleşmiş. Birçok yayınının yanı sıra "İsrail Demokrasiye Giden Yolu Seçmelidir” makalesi 2003’te, “Alışıldık Sömürgecilik ve Irkayrımından da Beter” 2004’te, “İsveç’te Filistin'le Dayanışma” 2006 da Paletsine Chronicle adlı dergide ve “Politik Bir Silah Olarak Antisemitizm” 2005’te MarWen Media’da yayınlandı. Bugün o kendisini Yahudi kökenden gelme bir İsveçli kabul etmekte ve tüm ailesi İsveçlileşmiş bulunmaktadır.</span></div><div class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-autospace: none;"> <span lang="SV" style="font-family: Helvetica;"> (in iso-8859-1) </span></div><div class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-autospace: none;"> <span lang="SV" style="font-family: Helvetica;"> </span></div><div class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6px; margin-top: 6px;"> <b><span lang="SV">Aşağıda kendisiyle İsrail’in Lübnan savaşı ile ilgili yapılan söyleşi yeralmaktadır. </span></b></div><div class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6px; margin-top: 6px;"> <span lang="SV"> </span></div><div class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6px; margin-top: 6px;"> <b><span lang="SV">Soru: İsrail’in Lübnan savaşındaki amaçları neydi? Sizce İsrail ne yapmak istedi?</span></b></div><div class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6px; margin-top: 6px;"> <span lang="SV"> </span></div><a name='more'></a><br />
<div class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6px; margin-top: 6px;"> <span lang="SV">Lasse Wilhelmson: 1982 savaşından sonra Lübnan'ın ilk işgali Hizbullah’ı doğurdu. Daha sonra 2000’de işgalciler Hizbullah’ça kovuldu. Hizbullah sabırla popüler bir siyasi, dini ve sosyal hareket yarattı; Lübnan vatanının etkin bir gerilla direnişi ile savunulmasını da buna ekledi. Kendilerinin gerçek vatansever ve antiemperyalist olduklarını ispatladılar. Askeri ya da siyasi cepheden Hizbullah'ın karşısına çıkamayan İsrail, bunun yerine Lübnan’ın fizik altyapısını tahrip ve sivil halkı terörize etti. Lübnan örneğiyle İsrail Ortadoğu’daki başka ülkelere, eğer “güçlü olan haklıdır”ı kabul etmezlerse başlarına neler geleceğini göstermek istiyor. </span></div><div class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6px; margin-top: 6px;"> <span lang="SV"> </span></div><div class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6px; margin-top: 6px;"> <span lang="SV">Bu zihniyet, Zeev Jabotinsky’nin temsil ettiği kesin uzlaşmaz tavrın bir devamı olup, Jabotinsky bunu , 1937’de yazdığı klasik eseri “The Iron Wall” (Demir Duvar)’da işlemiştir. Bu döneminin en parlak politik belgelerinden biridir, ve İsrail devletinin bugünkü politikalarının acımasızlığının temelinde yatan ırkçı mantığı kavramak isteyen herkes okumalıdır. </span></div><div class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6px; margin-top: 6px;"> <span lang="SV"> </span></div><div class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6px; margin-top: 6px;"> <span lang="SV">İsrail’in bugün gerçekleştirmeye çalıştığı uzun vadeli hedefler 1982’de Kudüs’te “Siyonizmin Ortadoğu Politikası” adıyla formüle edildi. Bunu 1996’daki Neocon belgesi “A Clean Break” (Kesin Kopuş) izledi ve o zamanki İsrail başbakanı Benyamin Netenyahu'ya sunuldu. Buradaki amaç İsrail’i en azından Şeria nehrine dek genişletmektir. Araçlar, yaratılacak hertürlü kaosla bölgedeki komşu devletleri parçalamaktır. Ama asıl ütopya, yani Batılı kolonyalizm – emperyalizm için bir model devlet olmak fikri Siyonizmin kurucusu Theodor Herzl tarafından 1896’da yazdığı “Yahudi Devleti” adlı kitabında formüle edilmiştir. </span></div><div class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6px; margin-top: 6px;"> <span lang="SV"> </span></div><div class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6px; margin-top: 6px;"> <span lang="SV">Siyonizm ve Anglo-Amerikan emperyalizminin bu bileşimi Neocon dış politika projesi PNAC’da (Project for a New American Century – Yeni Amerikan yüzyılı Projesi) görülür. Be belge 2000’de Bush yönetimi liderlerine sunuldu. 11 Eylül 2001’deki terör saldırılarından sonra bu Bush yönetiminin yeni emperyalist doktrini oldu: “Önleyici Savaş ile Terörizmle Mücadele”, ki bu uluslar arası hukuka aykırıdır. </span></div><div class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6px; margin-top: 6px;"> <span lang="SV"> </span></div><div class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6px; margin-top: 6px;"> <span lang="SV">Benim çıkardığım sonuç, ne Hizbullah, ne de Hamas'ın İsrail ya da Amerika’nın asıl hedefleri olmadığıdır. Onların sözde terör örgütlerine karşı mücadelesi sadece bir bahanedir. Asıl amaç Lübnan'ı yok etmek ve mümkün olduğunca Filistinliyi Akdeniz'le Şeria nehri arasındaki alandan kovmaktır. Şimdiye dek hayli başarılı oldular. </span></div><div class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6px; margin-top: 6px;"> <span lang="SV"> </span></div><div class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6px; margin-top: 6px;"> <b><span lang="SV">Soru: İsrail Suriye ve İran'a saldırabilir mi? O zaman ne olur?</span></b></div><div class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6px; margin-top: 6px;"> <span lang="SV"> </span></div><div class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6px; margin-top: 6px;"> <span lang="SV">LW: İsrail, Yahudi lobisi ve ABD’li Neocon'ların gündeminde İran’a bir saldırı hep baş sırada yeraldı. Aslında Bush yönetimi geçen yaz İsrail’e, onları durdurmaya niyeti olmadığını bildirerek, yeşil ışık yakmıştı. Unutmamalıyız ki, İsrail Irak'ı daha önce de 1981’de bombalamıştı. İsrail şüphesiz bu işi kendi için Amerika'nın yapmasını ister, NATO ver AB işbirliğiyle. Suriye’nin şu sıralar çok tutulan bir siyasi ya da askeri gücü yok, ve geleneksel savunmacı tavrı ile İsrail'e kolay yem olur. Dahası şimdi ortada Lübnan gibi bir uyarıcı örnek de var, ve daha önce de Mısır vardı. Anlaşılan Suriye şimdilik pasif konumda kalacak ve İsrail’de şimdilik onu rahatsız etmeyecektir. </span></div><div class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6px; margin-top: 6px;"> <span lang="SV"> </span></div><div class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6px; margin-top: 6px;"> <span lang="SV">Ancak İran’a bir saldırı ciddi siyasi bedeller de getirir ve bunu kimin ne oranda ödeyeceği Batılı emperyalistler içinde çekişme konusu. Bugün İran “ete saplanan diken” ve muhakkak çıkarılmalı. Birçokları 3. Dünya savaşı’nın başladığını iddia ediyor. Bunun kesin teyidi ise İran’a saldırı olacaktır. Eğer Hizbullah'ın siyasi ve askeri başarıları, Hamas’ın siyasi başarısı, Irak ve Afganistan'daki direniş Beyaz Saray’daki Neocon hakimiyetini zayıflatmaz ve Batılı emperyalistler arasında artan anlaşmazlıklara sebep olmazlarsa, bu olacaktır. Öte yandan, bir kaplan yaralandığında çok tehlikeli olur. Bu emperyalist kağıttan kaplan için de geçerli. İran’a saldırı bahanesi için yeni bir 11 Eylül tezgahlanırsa şaşırmayacağım. Böyle bir saldırı ise tüm bölgede devrimci bir durum doğurabilir – Hizbullah’ın tarihe geçen örneğinde olduğu gibi.</span></div><div class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6px; margin-top: 6px;"> <span lang="SV"> </span></div><div class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6px; margin-top: 6px;"> <b><span lang="SV">S: İsrail'in Lübnan’daki kitle kıyımları İsrail karşıtı duyguların yükselmesine sebep oldu. Eğer İsrail kendi ve vatandaşlarının güvenliğini artırmak istiyorsa neden düşmanlarını çoğaltıyor?</span></b></div><div class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6px; margin-top: 6px;"> <span lang="SV"> </span></div><div class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6px; margin-top: 6px;"> <span lang="SV">LW: İsrail’in cürümleri bu ırk ayrımcı devlet ve onun Yahudi vatandaşlarına desteği giderek azaltıyorsa buna şaşmamalı. Ama bu sömürgecilik artığı ergeç ortadan kalkacaktır; daha önce Güney Afrika rejiminde olduğu gibi. İsrail’in Yahudilerinin Güney Afrikalı “Afrikaner”lerden (G. Afrika’nın Felemenk asıllı beyaz toplumu, ç.n.) öğrenecekleri çok şey var: Artık kendilerini üstün ırka dahil görmemeliler. Ama yine de tercih kendilerinin ve bu komşularıyla barış içinde yaşamaları için tek şans. Ne acıdır ki, üstün ırk hayallerinden gözleri dönmüş bir halde, kendi faydalarının da nerede olduğunu anlayamıyorlar. </span></div><div class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6px; margin-top: 6px;"> <span lang="SV"> </span></div><div class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6px; margin-top: 6px;"> <b><span lang="SV">S: Tüm bu gelişmeler Siyonist olmakla “basit bir Yahudi olmak” arasındaki çizgiyi giderek belirsizleştiriyor. Bu hali İsrail’in geleceği için tehlikeli görüyor musunuz? İsrail toplumunda da bu olaylardan rahatsız birçok kesim var. Bunlar bu ülkeyi ne zaman daha ilimli ve uzlaşmacı bir yola sokacaklar?</span></b></div><div class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6px; margin-top: 6px;"> <span lang="SV"> </span></div><div class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6px; margin-top: 6px;"> <span lang="SV">LW: Siyonizm bugün, birçok Yahudi topluluğunca Yahudiliğin hakim anlayışı kabul edilmekte; onlar Siyonizmi Yahudiliğin dirilişi görmekteler. İsrail’de din ve politika iç içe geçmiştir. Siyonizmin Yahudiliği yutmasına karşı aktif olarak direnen Yahudi örgütü Neturei Katra’dır. Mutaassıp Yahudi olan bu kişiler gösterilerde İsrail bayraklarını yakıyorlar. Ama siyaseten etkileri marjinal kalmakta. İsrail içi ve dışında Yahudiler Yahudi devleti ve Siyonist emellerle yollarını ayırmadıkça, bu pislikten onlar da sorumludur, ve bu onların felaketi olacak. İsrail “Solu” hareketi ve “barış hareketi” de Siyonizmin etkisindedir. Onlar da Yahudi devletlerinde, etrafı duvarlarla çevrili uydurma devletlerindeki Filistinlilerle barış içinde yaşamak istiyorlar; asıl Filistin’in onda birini onlara vererek! (ünlem çevirenin). Ve böylelikle çalınan %90 toprak için uluslararası tanınma istiyorlar. Bu asla barışa giden yol olamaz. Bence bugünün İsrail’i anayasadan ve sabit sınırlardan yoksun, gayrimeşru bir varlıktır. </span></div><div class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6px; margin-top: 6px;"> <span lang="SV"> </span></div><div class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6px; margin-top: 6px;"> <b><span lang="SV">S: Bazılarına diyor ki, Nazi rejiminin yıllar önce Yahudilere yaptıklarını şimdi İsrail Filistinlilere yapıyor. Bu karşılaştırma sizi üzüyor mu?</span></b></div><div class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6px; margin-top: 6px;"> <span lang="SV"> </span></div><div class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6px; margin-top: 6px;"> <span lang="SV">LW: İdeolojik olarak Nazizm, Faşizm ve Siyonizm arasında büyük benzerlikler vardır. Bundan 2004’teki makalem “Siyonizm Sömürgecilik ve Irk Ayrımından Daha Fazlasıdır” (Zionism – More Than Traditional Colonialism and Apartheid)’da bahsettim. Ve gerçekten de Varşova Gettosu Direnişi ile Gazze bölgesindeki Filistin direnişi arasında paralellikler kurabilirsiniz; bu bir insanlık acısı ve aynı zamanda tarih komedisi! (ünlem çevirenin). İsrail'i bu yolla eleştirmek belki en doğrusu, çünkü etnik temizlikte Güney Afrika'nın eski ırk ayrımcı rejimini belki ve insanların hayati koşullarını yok etmekte Nazi Almanya’sına yaklaştı. Bu karşılaştırmalar İsrail aleyhine sonuç verir. Bu beni çok üzüyor; İsrail’in kıyımlarından çeken herkes için üzülüyorum. </span></div><div class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6px; margin-top: 6px;"> <span lang="SV"> </span></div><div class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6px; margin-top: 6px;"> <b><span lang="SV">S: Kalıcı bir barış için ne yapmalı? İsrail ne yapmalı? Amerika ne yapmalı? İslam-Arap dünyası ne yapmalı? Ve arabuluculuk rolüne soyunmak isteyen Türkiye ne yapmalıdır?</span></b></div><div class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6px; margin-top: 6px;"> <span lang="SV"> </span></div><div class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6px; margin-top: 6px;"> <span lang="SV">LW: İsrail, tüm vatandaşlarının etnik köken ya da kimliklerine bakılmaksızın eşit haklar taşıdığı bir devlete dönüştürülmeli ve Filistinli göçmenlerin eve dönüşlerine izin verilmelidir. Bu tüm Ortadoğu’daki barışın ve berkli daha da fazlasının anahtarıdır. İsrail’deki barış dostları Filistinlilerle birlikte bunun için savaşmalıdır; aynı ANC’nin (African National Congress, Afrika Milli Kongresi, ezilen siyahların örgütü, ç.n.) Güney Afrika’da yaptığı gibi. ABD’ye gelince İsrail’den çok kendi halkına yarayacak politikalar kabul etmeli ve dünyayı emperyalist savaşlarıyla terörize etmekten vazgeçmelidir. Arap-İslam dünyasına gelince Hizbullah’ın övünülecek örneğini çok geç olmadan izlemelidirler. </span></div><div class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6px; margin-top: 6px;"> <span lang="SV"> </span></div><div class="MsoNormal" style="margin-bottom: 6px; margin-top: 6px;"> <span lang="SV">Türkiye NATO’yu terk etmeli ve paktlar dışı tarafsız bir politika takip etmelidir; bunu İsveç de eskiden yapıyordu. Eskiden biz (İsveç, ç.n.) Batı dünyası ile (sözde) Üçüncü Dünya arasında önemli bir köprüydük. İsveç’in bu uluslar arası rolü, ne yazık ki, Başbakan Olof Palme’nin katlinden sonra yavaş yavaş yerini ABD’nin fino köpeği olma politikasına bıraktı. Palme’ninkine benzer bir siyaset şüphesiz Türkiye'nin aracılık rolüne çok şey katacaktır. Bu bence emperyalist AB’ye girmeden daha öncelikli olmalıdır; çünkü öbür türlü Türkiye giderek İslam aleminden tecrit olacaktır. Oysa ancak bu yolla geniş ve popüler bir birlik oluşturulabilir</span><span lang="TR" style="font-family: Times New Roman TUR;">. </span> </div>altay ünaltayhttp://www.blogger.com/profile/01074664679964606101noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3211112078332654001.post-81105850171207345842011-09-16T18:02:00.002+03:002011-09-18T23:21:58.084+03:00EY OSMANLI GERİ GEL!<div class="separator" style="clear: both; font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; text-align: center;"><span style="font-size: small;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhj8W4mhbCNMYho3JWt5J91BIAkzS4-hxH-nJ83xTuTv7v6eetYcsuOILvOHeUdEr51wAdqa-geu4MteXL9Wb5-k88y5DCjldVuABeUgUdo52TpTgAeQ73ouKXv0K-DkXf8DeLlT3DiW8g/s1600/Image22.JPG" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhj8W4mhbCNMYho3JWt5J91BIAkzS4-hxH-nJ83xTuTv7v6eetYcsuOILvOHeUdEr51wAdqa-geu4MteXL9Wb5-k88y5DCjldVuABeUgUdo52TpTgAeQ73ouKXv0K-DkXf8DeLlT3DiW8g/s1600/Image22.JPG" /></a></span></div><div style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;"><span style="font-size: small;"><b><span lang="TR">Israel Shamir</span></b></span><span lang="TR" style="font-size: small;"> </span></div><div style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;"><span lang="TR" style="font-size: small;">Kermil Dağı'nda, köyden az büyük Zichron Yaakov adında bir sevimli kasaba vardır. Şimdi şarapları ve Fransız restoranlarıyla tanınan bu yer 1. Dünya Savaşı'nda İngiliz yanlısı bir Siyonist casus şebekesi olan NILI'nin ini idi. Şebeke üyeleri öndegelen Siyonist göçmenler ve Osmanlı vatandaşı olan bu kişiler Mısır'daki İngiliz ordusu ile ilişki kurup onlara Türk kuvvetlerinin konum ve harekat bilgilerini sızdırarak sonuçta imparatorluğun yenilgisini hazırladılar.</span></div><a name='more'></a><div style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;"><span style="font-size: small;">İlişkili oldukları kişilerden biri Haim Weizman'dı. O, isteksiz İngilizlerden zorla Balfour Deklarasyonu'nu koparacak ve Yahudi Devleti'nin ilk cumhurbaşkanı olacaktı. Bugüne dek NILI İsrail'de saygıyla anıldı. Okul çocukları onun müzesine götürülerek onlara Yahudilerin ancak Yahudilere sadık olacağı öğretildi; eğer bu sadak için gerekiyorsa herhangi bir güce ihanet edilebilirdi. </span></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"><span lang="TR" style="font-size: small;">Onların ülkeleri Osmanlıya ihanet için iyi bir nedeni vardı; çünkü eğer imparatorluk yaşasaydı, ne Yahudi Devleti denen canavar, ne tecrit duvarı ardına sürülen milyonlarca toprağın yerlisi, ne aynı derecede ezilmiş ve gecekondulara doldurulmuş göçmen işçiler ve karşılarında malikaneler içinde birkaç zengin Yahudi olmayacaktı. aynı şekilde çaresiz bir Irak'a ABD saldırısı ve sonuçta yüzbinlerce ölü ve acı hiç olmayacaktı, çünkü Irak o güçlü imparatorluğun parçası olacaktı. </span></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"><span lang="TR" style="font-size: small;"> İmparatorluğun yıkılışından sade Ortadoğu çekmedi. NATO uçakları asla Belgrad'ı da bombalayamazdı, eğer imparatorluk bizimle olaydı. Hatta ilk ayrılan eyalet Yunanistan'ın şimdi Euro tarafından ekonomisi mahvedilmiş ve zengin Kuzeylilerin otelcisi haline getirilmezdi. Onun da, Rumların, İskenderiye'den İstanbul'a dek imparatorluğun kalburüstü ahalisi olduğu günleri özlemek için iyi bir nedeni var. </span></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"><span lang="TR" style="font-size: small;"> İmparatorluk kurucu unsur olan Türklere Avrupa hayrandı ve onlardan korkuyordu, oysa şimdi onlar da Frankfurt ve Londra'nın çöpçü-bulaşıkçıları için işlerinde istenmeyen rakipler. </span></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"><span lang="TR" style="font-size: small;">Şimdi kimi Türk liderler AB'ye girmek hülyalarıyla kendilerini avuturken, belki de artık imparatorluğu geri getirmeyi düşünmeye başlamamızın tam sırası. Aslında imparatorluk çok büyük ve etkisiz olduğundan yıkılmadı: En görkemli zamanlarında bile Brezilya ya da Rusya'dan küçüktü. O yıkıldı, çünkü toy yerel elitler zehirli ulusçuluk meyvasından yediler; bunu onlara Batılı lafazanlık üstadları sunmuştu. </span></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"><span lang="TR" style="font-size: small;"> Avrupa'nın icadı olan ulusçuluk, muhtemelen Ortaçağ'ın kara veba salgınından daha çok insan öldürdü. Dahası, o imparatorluğa makul bir seçenek de sunamadı. Oysa orada düzinelerle kavim, kabile barış içinde birlikte yaşıyordu. Kopan ülkelerin hiçbiri başarılı bir devlet kuramadı. Ve Batılı yırtıcılar, giderek daha ve daha da küçük gruplar arasına kavga ekmeye devam ettiler, şimdi Türkiye ve Irak'taki Kürt hadiselerinde görüldüğü gibi. Nasır ve Baas Pan-Arabizmi, Bin Ladin İslamcılığı, Ziya Gökalp ve Halide Edip Pantürkizminin hepsi de Batı'nın ilerleyişini durduracak güvenilir bir ideoloji oluşturmakta aynı başarısızlığa uğradılar. </span></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"><span lang="TR" style="font-size: small;">Belki Batılı kardeşlerin kitabından kendimize bir yaprak ödünç almalıyız. AB ile Avrupa, bin yıl önce çökmüş Şarlman imparatorluğunu yeniden kurdu; bizim İmparatorluğumuz ise hala insanların zihninde, görkemli saraylarda, kalelerde, camilerde ve kiliselerde dipdiri. Tekrar kurulan imparatorluğumuz tüm Bizans sonrası kazanımları kucaklamalı: Türkiye'nin, Ortadoğu'nun, Balkanların, Rusya, Ukrayna ve Orta Asya Türki cumhuriyetlerinin birlikte parlak bir geleceği var. </span></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"><span lang="TR" style="font-size: small;"> Bizans'ın iki parlak varisi Rusya ve Osmanlı İmparatorlukları, yüzlerce yıl birbiriyle savaştılar. ama aynı şey, Batı Roma'nın varisleri Fransızlar ve Almanlar için de doğru. Eğer Batının ezeli düşmanları birleşiyorsa bu niye Doğu'da da olmasın? </span></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"><span lang="TR" style="font-size: small;">Bu yaz Rusya ve Ukrayna'yı gezdiğimde, Ruslar ve Türkler (ya da Rus tabiriyle Tatarlar arasında çok benzerlik gördüm. "Bir Rusu hamamda keseleyin, altından Türk çıkar," Churchill'in purosundan derin bir duman çekerken söylediği söz. "Tersi de doğru," der büyük Rus tarihçisi ve Rus Doğuculuğunun babası Leon Gumilev. Gerçekten Rusya Müslüman Türkler ve Ortodoks Slavların ortak ülkesi olarak doğdu. Gumilev Batılı "Tatar (Türk) boyunduruğu" efsanesini yıktı ve Moskova devletini Cengiz evladı Altınordu'nun varisi ilan etti. "Rusya cesur Türklerle birliği sayesinde yenilmezdir," diyen Gumilev, Batı'yı Rus kimliğine en büyük tehdit gördü. </span></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"><span lang="TR" style="font-size: small;">Milli Bolşevik lider ve ünlü yazar Edward Limonov geçenlerde yazdığı yazıda Rusya için "Alman kaplamalı Türkiye" dedi. Ruslar halen "şarovari"yi (şalvar) çok sever, ki aynısı Anadolu köylüsü ve eski Osmanlının giyimidir. Aynı Türkler gibi çömelir, bağdaş kurarlar der Limonov. Rusların Türklere bu yakınlık hissi Avrupa'nın Türk kuşkusundan çok farklıdır. Sinemada da bunun etkisi görülür: Yeni Rus süper prodüksiyonu "Türk Gambiti" Plevne'deki Rus-Türk savaşını, Hollywood'un (Amerikan düşmanlarına, ç.n.) takındığı ırkçı tavırdan çok farklı sergiler ve Gazi Osman Paşa'yı bir kahraman olarak gösterir. </span></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"><span lang="TR" style="font-size: small;"> Türk-Slav beraberliği çok gerilere gider. Ukrayna'nın kuzeyinde eski Rus prensliklerinin başkentleri Novgorod, Çernigov ve Kiev'i ziyaret ettim. Bu şehirlerin Rus beyleri Türk prensesleriyle, steplerin kızlarıyla evlenmişler ve Türk savaşçıları, onların saray heyetlerinin hep bir parçası olmuş. 12. y.y.dan kalma bir Rus destanında Novgorod Prensi İgor Türk steplerine akın yapar, ama yenilgiye uğrar. Onu esir eden Konçak Han, onu kızıyla evlendirir ve Novgorod'a dönerler. Rus soylularının önemli bölümü hala Türk adları taşır, "Lolita"nın yazarı Nabokov ya da 2. Nikola zamanının en zengin prensi Yussupov gibi. </span></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"><span lang="TR" style="font-size: small;">Son çıkan kitabı "Avrasya Senfonisi"nde St. Petersburg'lu yazar van Zaichik küremizin bu bölümü için farklı bir kurgusal tarih yazar: Eğer Türk Altınordu İmparatorluğu'nun hakanı bilge Sertak Han (Aziz Aleksandr Nevski onun arkadaşıdır) kendisine düzenlenen suikastten kurtulsa ve Ruslarla Türkler müreffeh bir devlette birlikte yaşamaya devam etselerdi ne olurdu? Van Zaichik devam eden imparatorluğa "Ordus" (orj: Hordus) der. "Ordus", "Ordu" ve "Rus" kelimelerinin bir bileşenidir. Avrasya'nın çok daha geniş bölgelerine yayılmıştır. Hordus'ta modernlik gelenek ve dinle buluşur; aile kurumu ayaktadır; tektük zengin kapitalistler varsa da sınırsız servet birikimi hoşgörülmez. </span></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"><span lang="TR" style="font-size: small;"> "İşbirliği (imece) yapıyor, bencilliğimize engel oluyoruz", Ordus'un sloganıdır; bu Doğu'nun modelidir. Camiler ve kiliseler çok sayıdadır; vatandaşlar ise birlik içinde yaşar. Bu farklı dünya seçeneği Ruslar için o kadar çekici olmuştur ki, caddelerde, tamponlarında "Xochu v Hordus" ("Ordus'ta yaşamak istiyorum") yazan kaç araba gördüm. Bu arada Ordus'un bir de Kudüs "vilayet"i (orijinal kelime, ç.n.) vardır. Hitler Almanyası'ndan kaçan birçok Yahudi buraya sığınır (evet bu farklı dünyada da Hitler Almanyası vardır), ama burada yerli halkla eşit vatandaşlar olarak yaşarlar. </span></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"><span lang="TR" style="font-size: small;">Yeni ve parlak Rus tarihçisi Fomenko "heretik" bir tarih seçeneği sunar : Onun dünyasında bir büyük devlet ya da "İmparatorluk" hep vardır ve Boğaz kıyısındaki şehir onun doğal başkentidir. Geçmişte böyle olsun ya da olmasın, gelecekte böyledir. </span></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"><span lang="TR" style="font-size: small;"> Avrasya'da hakimiyet kavgaları vermek yerine Türkler, Slavlar, Araplar (ve küçük komşuları) güçlerini birleştirebilir, Konstantiniye'yi (İstanbul bu ismin farklı okunuşudur) ortak başkent ve imparatorluk hükümeti payitahtı yapabilir. Konstantiniye bizim Brüksel, New York ve Pekin'e cevabımız olabilir. Yüzyıllar sürmüş hakimiyet kavgaları Avrasya'da nice savaşlar çıkarmış iken, birlik tüm istekleri tatmin edebilir: Ruslar da Türkleri oradan çıkarmadan İstanbul'u başkent edinebilirler; Türkler ise Kırım ya da Taşkent'le komşu olur, Yakutistan'ın uzak elmas madenleri ve Pravoslav Türklerinin diyarları, tek bir Rusla savaşmadan elde edilir. Ortadoğu birkez daha, hep ait olduğu Avrasya'ya dahil edilir; Washington'dan, Londra'dan, Brüksel'den gelecek emirlere boyun eğmez. Çok uzak bir yer olmaktan çıkan Türkiye Bağdat'la Kiev'den, Belgrat ve Kahire'den, Vladivostok ve Ankara'dan gelenlerin buluşma yeri olur. </span></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"><span lang="TR" style="font-size: small;">Bir kez daha çift başlı kartalı Doğu uygarlığımızın, Ortodoks ve Müslümanların birliğinin sembolü olarak yükseltelim, hükümdarımıza iki ünvanı, İslam halifesi ve Ortodoksların imparatoru sıfatını verelim, küçük milliyetçilikleri geçmişe gömelim ve tarihte yepyeni bir çağ başlatalım. Bu Doğu Milletler Topluluğu (Commonwealth), Doğu Roma'nın, Bizans'ın Rus ve Osmanlı imparatorluklarının bu varisi devasa maddi ve manevi kaynaklara hakim olacak, bir süpergüç olacak, Birleşik Avrupa, ABD ve Çin'in karşısına çıkacaktır. </span></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"><span lang="TR" style="font-size: small;">Bu Milletler Topluluğu hem manevi hem maddi amaçlarla birleşecektir. Doğu ve Batı metafizik temellerde bölünmüştür. Batıda Mammon (Para Tanrısı) galip gelmiştir. Batı iştaha korkunç bir imanı, bireyci başarıya dizginlenemez hırsı, alabildiğince tüketme hak hatta görevini kabul etmiştir. Dayanışmaya, "insanın mutlak özgürlüğü" adı altında egoizmi tercih etmiştir. O kadını erkeğe benzetmeye çalışarak yoketmiş, erkeği kadınla rekabete sokup yoketmiştir. Tanrı'yı reddetmiştir, kiliseleri bomboştur, şehirleri iş merkezlerinin etrafına kuruludur; bizimkiler ise bilgi, sanat ve duanın etrafına kurulu. </span></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"><span lang="TR" style="font-size: small;">Doğu daha Hıristiyan kalmıştır; bence İslam Ortodoks Hıristiyanlıktan, Jean Calvin'in Kalvinist Protestanlığının olduğundan daha uzak değildir. Doğu Mammon'u reddeder, çünki biz Tanrı'ya inanırız; bizce manevi ihtiyaçlar maddeden önce gelir, hiçbirimiz Hz. İsa'yı reddetmeyiz. Kadınlara saygı gösteririz, çünkü Hz. Meryem'i reddetmeyiz. Doğu hala tabiatı sever, ahlaksız zenginliği kötüler, emeğe saygı duyar, uyumu başarının üstünde tutar. Adam gibi erkekleri ve hanım gibi kadınları severiz, çünkü gelenek ve aileye saygılıyız. </span></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"><span lang="TR" style="font-size: small;">Batı göçebe bir uygarlık düşler; burası aile ve topraktan kopuk atomize bireylerin bir açık toplumudur. Doğu illetler Topluluğu'nda biz başka yönde ilerleyeceğiz. Göçü zorlaştırıp sermaye hareketini teşvik edeceğiz. Özerklik taraftarıyız; çünkü özerk iradeler kendi yerel ihtiyaç ve isteklerini daha iyi bilirler. </span></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"><span lang="TR" style="font-size: small;">Batı özel mülkiyetin kutsallığını savundu. Biz de o küçük iken ona saygılıyız, ama aşırısını reddediyoruz. Biz süper zenginlere ağır vergi koyacağız, gerekirse malını millileştirecek, şirin bir Anadolu ya da Sibirya köyüne yeniden eğitime göndereceğiz. Milli kaynaklar özeleştirilmeyecek, yabancılara toprak satışı yasaklanacak, köylüler toprağından edilmeyecek. Kenti değil köyü teşvik edeceğiz. </span></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"><span lang="TR" style="font-size: small;">Batı özel hayatın her alanına müdahale ederken biz Doğu'nun kadim özgürlüklerini savunacağız. Komşularımıza çok iyi dost olacağız; ama bunu istemezlerse de yaman düşman olacağız. </span></div><div align="justify" class="MsoNormal" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 6px; margin-top: 6px; text-indent: 30px;"><span lang="TR" style="font-size: small;">Bu hayal, Avrupalı Kuzey Amerikalı ve Çinli süpergüçlerin vatanlarımızı sömürgeleştirmesine karşı tek çıkış yoludur. Yoksa sömürgeleşme devam eder. </span></div>altay ünaltayhttp://www.blogger.com/profile/01074664679964606101noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3211112078332654001.post-33909026769847878432011-09-16T17:52:00.002+03:002011-09-18T23:23:33.224+03:00Dünya Siyasetine Yön Verenler - Bernard LEWIS<div class="separator" style="clear: both; font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEimVQaeeDmP6jvBYwlviG_Oc9lBq8UcZmADR2bjJcZjsyvBTUhyphenhyphenLI4nEKFC42Gv91j0hLH3J-9T_xmMz1O7dpv_NY2-dLjSCMzs-THQUz1rgpBF7ZH1-i-aY5qbWwawIh11R3-VdprQx3k/s1600/Image32.JPG" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEimVQaeeDmP6jvBYwlviG_Oc9lBq8UcZmADR2bjJcZjsyvBTUhyphenhyphenLI4nEKFC42Gv91j0hLH3J-9T_xmMz1O7dpv_NY2-dLjSCMzs-THQUz1rgpBF7ZH1-i-aY5qbWwawIh11R3-VdprQx3k/s1600/Image32.JPG" /></a></div><div style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;"><b>Doğumu:</b> 1916, Londra <b>Eğitimi:</b> Şark ve Afrika Araştırmaları Okulu, <b>Londra</b> Üniversitesi'nden (School of Oriental and African Studies, London University) B.A. ve Ph.D. dereceleri</div><div style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;"><b>Kariyeri:</b> Londra Üniversitesi'nde İslam araştırmaları profesörü (1938-74), İngiliz Askeri İstihbaratı'nda görev (1940-45), Princeton Üniversitesi'nde İslam araştırmaları profesörü (1974-86), Princeton Üniversitesi'nde ordinaryüs profesör (1986 - bugün).</div><div style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;">İngiliz oligarşisinin öndegelen <b>oryantalisti</b>, "<i>kriz hilali</i>" ve "<i>uygarlıklar çatışması</i>" jeopolitik doktrinlerinin <b>babasıdır</b>; tezlerini Zbigniew Brzezinski ve Samuel P. Huntington <b>pazarlar</b>. <b></b></div><a name='more'></a><div style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;"><b>1974'te ABD'ye</b> geçtiğinden beri brzezinski ve Huntington'un fikir babaları olup, böylece ABD'yi Orta Asya'daki <b>İngiliz "Büyük Oyunu" </b>içine çekmiştir. <b>Richard Perle</b> ile bağları da 1970'lerde ABD'ye ilk ayak bastığı günlere dek geri gider; o sıra Washington'a, ABD senatörleri için siyasi danışmanlık göreviyle getirilmiş ve Perle'in evinde kalmıştır. Perle'in uzun süredir bir<b> İsrail ajanı</b> olduğu şüphesi bir yana, onun ismi de o dönem savunma bakanı Caspar Weinberger'e sunulan "X Komitesi" üyeleri listesinde yer almıştır. Bu komite 1985'te İsrail hesabına ABD'de casusluk yapan Jonathan Jay Pollard'ın üstleri idi. </div><div style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;">Hem Brzezinski'nin Carter dönemi "kriz hilali" politikası, ve daha sonra Huntington'un "uygarlıklar çatışması" dogması Lewis'in ürünü olup; uzun vadeli İngiliz "Büyük Oyunu"nun yeni parçalarıdır. <b>Carter</b> yönetiminin İran Körfezi, Afganistan ve SSCB güney sınırı politikasının tümü Lewis'ce planlandı. Carter yönetiminin İran şahının devrilmesine ve Ayetullah Humeyni'nin Tahran'da iktidarı almasına yardımı, o sıralar Ortadoğu'nun Balkanlaştırılması ile ilgili "Bernard Lewis" planının kilit unsurlarıydı. Aslında, son 25 yıldır Ortadoğu'ya ve Orta Asya'ya yönelik her felaketli Amerikan politikasının arkasında Lewis etkisini bulabiliriz. </div><div style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;">Lewis, eğitimini Londra Şark ve Afrika araştırmaları Okulu'nda gördü; burası daha önceleri <b>Koloni Bakanlığı</b> olarak bilinirdi. <b>İngiliz Doğu Hindistan Şirketi dosya arşivi</b> burada olup, burası gene İngiliz Dışişleri Bakanlığı ve İngiliz haberalma servisinin yarıresmi <b>eğitim</b> yeridir. 1938'de Ph.D. derecesini aldıktan kısa süre sonra Lewis fakültede hoca olmuş ve Londra Üniversitesi'nde 1974'te Princeton'a gidene dek devam etmiştir. </div><div style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;">1940-45'ten itibaren Lewis <b>İngiliz askeri İstihbaratında</b> görev almış, ayrıca İngiliz Dışişleri "<b>Arap Bürosu</b>"nda da rotasyon yapmıştır. Lewis, bu güne dek, savaş zamanı faaliyetleri hakkında ketum durmuş, sadece kendini "<b>diğer şekilde görevli</b>" diye nitelemiştir. Öte yandan onun İngiliz <b>Yuvarlak Masa örgütü </b>ve monarşi istihbarat servisleri ile bağları aşikardır. Kariyeri boyunca, Lewis'in ana eserlerinin çoğu <b>Kraliyet Uluslar arası ilişkiler Enstitüsü</b> (<i>Royal ınstitute of International Affairs - Chatham House</i>) tarafından yayınlanmıştır. Burası İngiliz oligarşisinin en önemli politik kurumlarındandır. </div><div style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;">Lewis'in Anglo-Amerikan Ortadoğu politikalarına ilk çok bilinen müdahalesi <b>1961</b>'de yayınladığı "<b>Modern Türkiye'nin Doğuşu</b>" kitabıyladır. Bu kitapta Mustafa Kemal Atatürk'ün milli devlet kurma geleneğini eleştirerek Osmanlı Devleti'nin canlandırılmasını istemiştir; amaç onu bir İngiliz koçbaşı olarak Sovyetler Birliği'nin güney sınırı boyunca karşıya sürmektir. Lewis "Türk" milleti teriminin bir 19. y.y. Avrupa icadı olduğunu ileri sürmüş ve modern Türkiye'nin üzerinde oturduğu coğrafya halklarının kendilerini her zaman İslam'a ve Osmanlı sultanlarının saltanat geleneğine nispet ettiklerini söylemiştir; ona göre onların bu silsilesi doğruca Hz. Muhammed'e dek geri gider (1 ). </div><div style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;">1967'de Lewis "<b>Haşhaşiler: İslam'da Bir Radikal Mezhep</b>"i yazdı; haşhaş içen bu topluluğun kültünü İslam'da meşru bir gelenek olarak ilan etti. Kitap Royal Institute of International Affairs tarafından yayınlandı. </div><div style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;">ABD'ye geçişiyle Princeton Üniversitesi'nde tarih profesörü ve Princeton İleri Araştırmalar Merkezi üyesi olarak (Princeton Center for Advanced Studies - Oxford üniversitesi All Souls College örnek alınarak kurulmuş bir kurumdur) Lewis, gün yüzüne çıktı ve birbirine izleyen ABD yönetimlerinin <b>danışmanı </b>olarak çalışmaya başladı. Gelişi Lübnan iç savaşına denk düştü, bu modeli daha sonra tüm Arap dünyası için önerecekti (<i>"Lübnanlaşma"</i> teorisi). Lübnan iç savaşı ABD ulusal Güvenlik danışmanı ve Dışişleri Bakanı Henry Kissinger tarafından teşvik edilmiştir; bu Ortadoğu'da sürekli istikrarsızlık yaratmak şeklindeki jeopolitik planların bir parçasıdır. </div><div style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;"><b>Kriz Hilali</b></div><div style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;">Jimmy Carter, Kasım 1976'da başkan seçildiğinde Carter'ın "denetçisi" ve ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezinski, Lewis'i <b>perde arkas</b>ı stratejik danışmanlığa getirdi. Lewis'in İngiliz istihbaratının icadı <b>Müslüman Kardeşleri</b> Sovyetlerin güney komşusu tüm ülkelerde teşvik planı meşhur tabiriyle "<b>kriz hilali" ve "Bernard Lewis" planı </b>olarak bilindi. Lewis'in plan şeması "<i>Time</i>" dergisinin <b>15 Ocak 1979</b> nüshasının kapak konusu olarak yayınlandı; kapak "<b>Kriz Hilali: İran ve Giderek istikrarsızlaşan Bölge</b>" idi. Başmakale Zbigniew Brzezinski'den bir alıntı ile başlıyordu: "<i>Bir kriz gemisi Hint Okyanusu kıyıları boyunca seyrediyor; bu bölgenin kırılgan sosyal ve politik yapıları ve bizim için hayati önemi var. Dağılması bizi tehdit eder. Ortaya çıkacak politik kaos bizim değerlerimize düşman ve hasımlarımıza dost unsurlarca doldurulabilir.</i>"</div><div style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;">Oysa, <i>Time</i> yayını açıkça Brzezinski'nin, Lewis'in ve diğer "kriz hilali" taraftarlarının gelen kaosu kendi jeopolitik avantajları için kullanmak istediklerini yeterince açık ediyordu: "<i>Uzun vadede</i>," diyordu Time yazarları, "<i>bu hilalde yaratılan kimyada Batı için fırsat hedefleri bile ortaya çıkabilir. İslam şüphesiz sosyalizmle uyumludur; ama tanrıtanımaz komünizme düşmandır. Sovyetler halen dünyanın en büyük beşinci müslüman halkını barındırır. 2000 yılında sınır cumhuriyetlerdeki müslüman nüfus Rusya'nın hakim Slav unsurunu geçecektir. Rusya'nın güney sınırındaki İslami demokrasilerden mutaassıp bir Kurani dindarlık sınırı aşarak bu siyaseten bastırılmış ,Sovyet cumhuriyetlerine sızabilir, Kremlin için problemler çıkarabilir... Çözüm ne olursa olsun, ABD için Kissinger'ın tabiriyle "jeopolitik anı" yakalamak gereği vardır. İşte herşeyden çok bu kriz hilalinde düzenin tesisi için yardımcı olacaktır."</i></div><div style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;"><i>Time</i>'ın bu nüshasının yayınından sonra birkaç ay geçmeden, ve Sovyetler Afganistan'ı istilaya başlamadan 6 ay ÖNCE, Başkan Carter, Brzezinski'ce hazırlanmış bir gizli emir imzalayarak <b>Afgan mücahitlerine </b>gizli yardım başlattı. Lewis'in "Büyük Oyun" şeması, İslam dünyasının Sovyetlere komşu ve içindeki büyük bölümünde kaos çıkarmak amacıyla yürümeye başlamıştı. </div><div style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;"><b>Uygarlıklar Çatışması</b></div><div style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;"><b>1990</b> Eylül'ünde Lewis yeni Anglo-Amerikan jeopolitik inisiyatifini "<b>uygarlıklar çatışması"</b> olarak açıkladı. Onun, yeni bir din savaşları çağını ilanı "<i>Atlantic Monthly</i>" sayfalarında "<b>Müslüman Öfkenin Temelleri</b>" (The Roots of Muslim Rage) başlığı ile yayınlandı. Daha Huntington'un ünlü makalesinin <i>Foreign Affairs</i>'te yayınlanmasına <b>üç yıl</b> vardı (Huntington bu terimi Lewis'den alıntılar). Lewis, "<i>İslam'ın, diğer dinler gibi, ... kimi dönemlerinde takipçilerinin kalbini nefret ve şiddet ile doldurduğunu" </i>ilan ediyordu<i>; "bizim talihsizliğimiz o ki, ... şimdi İslam dünyasının birkısmı o dönemden geçiyor ve bu kinin ... çoğu bize dönük."</i></div><div style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;">Lewis, "Hıristiyanlık" ve "İslam Mabedinin" <b>14 yüzyıldır sürekli bir savaş halinde </b>olduğu <b>yalanını</b> söylüyor, ve, son 300 yıldır İslam'ın kuşatma altında olduğunu "<i>bunun sebebinin yabancı fikirlerin, kanunların ve hayat tarzlarının istilası olduğunu"</i> bildiriyordu; "<i>bu yabancı, imansız ve uzlaşılmaz güçlerin İslam'ın egemenliğini yıkmasına, toplumunu parçalamasına ve son olarak madenin mahremine el uzatmasına karşı nefret patlaması kaçınılmazdır. Şu da tabiidir ki, bu nefret öncelikle bin yıllık düşmana dönük olacak ve gücünü kadim inançlar ve bağlılıklardan alacaktır."</i></div><div style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;">Yazısının "Uygarlıklar Çatışması" altbaşlıklı bir bölümünde Lewis, İslami fundamentalizmde bir şahlanmanın büyük bir çatışmaya gideceğini ve <b>ABD</b>'nin "<i>bu serbest kalan nefret ve öfkenin hedefi olacağını</i>" bildiriyordu. "<i>Şurası artık açıktır ki,</i>" diye sözünü bağlıyordu, "<i>karşılaştığımız hal ve hareket bunun muhatabı devletlerin gündem ve politikalarını çok aşmıştır. Artık olan bir uygarlıklar çatışmasından başka bir şey değildir - belki irrasyonel ama tarihi bir reaksiyon kadim bir hasımdan bizim Yahudi-Hıristiyan geleneğimize, laik çağımıza ve her ikisinin dünya çapında yayılmasına karşı gelmektedir.</i>" Çatışmanın kaçınılmaz olduğunu ilandan sonra Lewis kendi sevincini örtmeye çalışarak uyarır: "<i>Bu sırada biz her iki tarafa da çok dikkat ederek yeni bir dini savaşlar döneminin patlamasına engel olmalıyız; bunlar farklılıkların aşırı götürülmesinden ve eski çekişmelerin canlanmasından patlayabilir."</i> Lewis'in unuttuğu ise, bu "kriz hilali" jeopolitik şemasının temelinin onun tabiriyle "<b>militan İslami fundamentalist"</b> canlanma olduğudur, ki bunun temel etkeni 1920'lerde İngiliz istihbaratınca sahneye sürülen Müslüman Kardeşler'dir. </div><div style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;"><b>"Lübnanlaşma"</b></div><div style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;"><b>1992</b>'de, Körfez Savaşı ertesi Lewis, <b>CFR</b> (Council on Foreign Relations) yayın organı <i>Foreign Affairs</i>'te, Ortadoğu'da milli devlet döneminin "<b>rezil sonunu"</b> (tırnaklar çevirenin) kutlar; artık tüm bölge uzun bir "<b>Lübnanlaşma"</b> sürecine girecek; kardeş kavgası, dar alanda şiddet ve kaos hakim olacaktır. </div><div style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;">"<i>Pan-Arabizmin sönüşü"</i> diye yazar, "<i>İslami fundamentalizmi en çekici alternatif olarak, idarecilerinin beceriksiz istibdadına ve onlara dışarıdan yutturulan müflis ideolojilere karşı daha iyi, daha gerçek ve daha ümitvar bir şey arayanların gözünde yükseltecektir.</i>" İslamcılar "<i>devlet kontrolü dışında bir şebeke kurmuş olup, ... rejim zorbalaştıkça bu fundamentalistlere karşıtlarını bertaraf için daha büyük güç verecektir."</i></div><div style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;">Tüm bölgenin, <b>İsrail hariç</b>, "Lübnanlaşması" tahminini bağlarken der ki: "<i>Ortadoğu devletlerinin çoğu ... yakın geçmişin suni yapıları olup böyle bir sürece dayanıksızdırlar. Eğer merkezi güç yeterince zayıflarsa, gerçek bir sivil toplum, gerçek bir milli kimlik bağı olmadığından ya da milli devlete herşeyin üstünde bir bağlılık olmadığından düzeni ayakta tutmak mümkün olmaz. Devlet parçalanır - Lübnan'da olduğu gibi - yerini kavgacı, çatışmacı, saldırgan mezhepler, kabileler, bölgecikler ve partiler kaosu alır." </i></div><div style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;"><b>1998</b>'de <b>Usame bin Ladin</b>'e, <i>Foreign Affairs</i>'in Kasım/Aralık sayısındaki yazısıyla <b>şöhret</b> sağlayan Lewis'in kendisidir; onu "akkoyunların" arasındaki bu Suudi "kara koyununu" militan İslam'ın ciddi bir destekçisi ilan etti. Lewis'in sanat eseri, "<b>Öldürme İzni: Usame bin Ladin'in Cihat İlanı</b>"nda (Licence to Kill: Osama bin Laden's Declaration of Jihad) bin Ladin'e <b>övgüler</b> yağdırdı, onun "<b>Yahudiler ve Haçlılara karşı Cihat İlanını</b>" "muhteşem bir belagat ve Arap şiir ve edebiyat şaheseri" olarak selamladı; "<i>bu eser, Batılıların bilmediği bir tarihi geçmişe atıf yapıyor."</i> </div><div style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;"><b>Siyonist Bağlantı</b></div><div style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;">Usame bin Ladin <b>cihat </b>çağrısını <b>23 Şubat 1998</b>'de yayınladı; Tanzanya ve Kenya'daki ABD elçiliklerine bomba yüklü kamyonlar girmeden 6 ay önce. Ertesi günü, Bernard Lewis'in imzası, herkesin elinde dolaşan bir "<b>Başkan Clinton'a Açık Mektup</b>"ta görüldü; bu mektup pek bilinmeyen "<b>Körfezde Barış ve Güvenlik Komitesi"</b> adlı biryerden geliyor ve ABD hükümetinin tüm desteğini <b>Saddam Hüseyin</b>'i devirecek bir askeri sefere vermesi talep ediliyordu. Açık Mektup, Irak'ın halı bombardımanına tabi tutulması, ve ABD'nin derhal ve ciddi bir mali ve askeri yardımı, Amerikan - İngiliz istihbaratının kurduğu bir başka kokuşmuş ve beceriksiz "Contra" çetesi olan, <b>Irak Milli Kongresi'</b>ne sunması çağrısını yapıyordu. </div><div style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;">Bernard Lewis'in yanısıra Açık Mektup, eski Demokrat Parti New York milletvekili <b>Steven Solarz,</b> Anglo-İsrail propagandisti ve casusu <b>Richard Perle</b>, İran Contra skandalı suçlusu <b>Elliott Abrams, Jonathan Pollard</b>'ın (2 ) yardımcısı <b>Steven Bryen, Frank Gaffney</b>, <i>New Republic</i> yayıncısı ve <b>Al Gore</b>'un fikir babası <b>Martin Peretz, Paul Wolfowitz, WINEP</b> (Washington Institute for Near East Policy) araştırma direktörü <b>David Wurmser </b> ve <b>Dov Zakheim</b> tarafından da imzalanmıştı.</div><div style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;">Lewis'in o dönem Siyonist milyarderlerin "Mega" kurumu ile açıkça bilinen ilişkileri de kayda değerdir, ama şaşırtıcı değildir. Lewis İsrail'de ve Amerikan İsrail lobisi nezdinde bir kahraman ve bir jeopolitik dehadır. <b>19 Şubat 1996</b>'da Lewis <b>Kudüs</b>'te törenle karşılandı; burada 9. yıllık <b>B'nai B'rith Dünya Merkezi'</b>nde "<b>2000'lere Doğru Ortadoğu</b>" adlı ünlü "<b>Kudüs Konuşması</b>"nı yaptı. </div><div style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;">Oğlu <b>Michael Lewis,</b> <b>AIPAC</b>'ın (American Israel Public Affairs Committee) son derece gizli "Opposition Research Section" (<b>Muhalifleri Araştırma Bölümü</b>) direktörüdür. Burası çok bilinen bir propaganda ve dezenformasyon kuyusudur ve şimdiki görevi ABD Kongresi'ni ve Amerikan medyasını, Lewis'in onyıllardır reklamını yaptığı uygarlıklar savaşına yönelik savaş çığlıklarına boğmaktır. </div><div style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;"><b>11 Eylül 2001</b>'deki terör saldırılarından beri Lewis artık Amerikan medyasında bir markadır; hergün CNN'e, National Public Media Radyosu'na, TV'lere ve Washington'un merkezindeki her neo-konservatif think tank toplantısına çıkmaktadır. </div><div style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;"><b>19 Kasım 2001</b>'de Lewis gene Usame bin Ladin için bir <b>methiye</b> yazmış, kendi Haşhaşi mezhebi araştırmasına atfen, bin Ladin'in İslam içinde <b>meşru bir geleneği</b> temsil ettiğini söylemiştir. <i>The New Yorker</i>'daki yazısında uyarır: "<i>Usame bin Ladin için 2001 yılı dünyada dini hakimiyet için 7. y.y.da başlamış savaşın kaldığı yerden devamını temsil eder... Eğer bin Ladin İslam dünyasını kendi fikirlerini ve liderliğini kabule ikna ederse, o zaman uzun ve acı bir savaş önümüzdedir; ve bu sadece Amerika için değildir. Ergeç el-Kaide ve bağlantılı gruplar İslam'ın diğer komşularıyla da çatışacaklardır: Rusya'yla, Çin'le, Hindistan'la. Ve onlar güçlerini müslümanlara ve davalarına karşı çevirmekte Amerikalılar kadar titiz olmayabilirler. Eğer bin Ladin'in hesapları doğruysa ve savaşı devam ederse dünyayı karanlık bir gelecek beklemektedir; en azından İslam'ı kabul etmiş kesimleri için." </i></div><div style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;"><b>Eserleri:</b> <i>Tarihte Araplar</i> (The Arabs in History), Londra 1950; <i>Modern Türkiye'nin Doğuşu</i> (The Emergence of Modern Turkey), Londra ve New York, 1961; <i>Haşhaşiler</i> (The Assassins), Londra, 1967; <i>İslam'ın Avrupa'yı Keşfi </i>(The Muslim Discovery of Europe), New York, 1982; <i>İslam'ın Siyasal Dili</i> (The Political Language of Islam), Chicago, 1988; <i>Ortadoğu'da Irk ve Kölelik: Bir Tarih Araştırması </i>(Race and Slavery in the Middle East: A Historical Enquiry), New York, 1990; <i>İslam ve Batı </i>(Islam and the West), New York 1993; <i>Tarihte İslam </i>(Islam in History), 2. baskı, Chicago, 1993; <i>Modern Ortadoğu'nun Şekillenişi </i>(The Shaping of the Modern Middle East), New York, 1994; <i>Çatışan Kültürler</i> (Cultures in Conflict), New York, 1994; <i>Ortadoğu: Son 2000 Yılın Kısa Tarihi </i>(The Middle East: A Brief History of the Last 2000 Years), New York, 1995; <i>Ortadoğu'nun Geleceği </i>(The Future of the Middle East), Londra, 1998; <i>Bir Ortadoğu Mozaiği: Hayattan, Mektuplardan ve Tarihten Parçalar </i>(A Middle East Mosaic: Fragments of Life, Letters and History), New York 2000.</div><div style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;"><b>Diğer Görevleri: FPRI'</b>de (Foreign Policy Research Institute), Philadelphia Advisory Board'da (Philadelphia Danışma Kurulu), <i>Orbis</i> üçaylık dergisinde direktörlük; <i>New Yorker atlantic Monthly ve New York Review of Books</i>'ta yazarlık. </div><div style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;"><br />
</div><div style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;"><br />
</div><div style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;"><i>1) Hz. Ali'nin "hak sözle batılı söylemek" teşbihine çok yakışır sözler. B. Lewis'in kimi söylediği doğru olsa bile bununla hayır istediğine inanmak zordur (ç.n.)</i></div><div style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;"><i> 2) Amerikan Deniz Kuvvetleri'nde istihbarat elemanı olarak çalışırken İsrail için casusluktan tutuklanıp yargılandı ve hüküm giydi </i></div><div style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;"><br />
</div><div style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;"><b>EIR</b> Dergisinden tercüme edilmiştir.</div>altay ünaltayhttp://www.blogger.com/profile/01074664679964606101noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3211112078332654001.post-86126260759139272302011-09-16T15:36:00.000+03:002011-09-16T17:23:55.518+03:00Sudan’da Bir Müslüman Devrimci: Mahmud Muhammed Taha<h1 class="title"></h1><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgfNTyorYI2a87oiHZnjJ8WHrURrj0ybqJOslSzu08_93heymOVddQWCX3pDocI3ERfT0WnQ7CHz-X0RrkiKwI_H_aEyjYGFmwIVufjrf1KoSOnIENhg82UprwbYyE4Ek6epH2796-aE4Q/s1600/Image17.JPG" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgfNTyorYI2a87oiHZnjJ8WHrURrj0ybqJOslSzu08_93heymOVddQWCX3pDocI3ERfT0WnQ7CHz-X0RrkiKwI_H_aEyjYGFmwIVufjrf1KoSOnIENhg82UprwbYyE4Ek6epH2796-aE4Q/s1600/Image17.JPG" /></a></div><b>TAHA’NIN HAYATI</b><br />
<br />
M. M. Taha, 1909’da Sudan’ın Rufaa şehrinde, nesiller boyu sufi geleneği sürdürmüş bir ailede dünyaya geldi. Küçük yaşta öksüz ve yetim kaldı. O ve üç kardeşine halası baktı ve bu sayede genç Mahmud okuyarak 1936’da Hartum’da Gordon Memorial College’i bitirdi. 1930’lardan beri bir İngiliz sömürgesi olan Sudan’ın bağımsızlığının ateşli bir destekçisiydi.<br />
<a name='more'></a>Sudan’ın aydın kesimi ve geleneksel ulemasının sömürgecilere karşı teslimiyetçiliğini başkan itibaren sert dille eleştirdi.1945’te kendi gibi düşünen aydınlarla Cumhuriyetçi Parti’yi kurdu. 1946’da sömürge makamlarınca tutuklandı ve hapsedildi. Ancak Cumhuriyetçi Parti’nin düzenlediği kitle protestolarıyla kısa sürede hapisten çıktı. Ama uzun süre dışarıda kalmadı; kısa süre sonra tekrar tutuklanarak 2 yıl hapse kondu. O dönemi kendi anılarında şöyle yazar: “Hapse düştüğümden kısa süre sonra bunun Rabbimin özel isteği olduğunu anladım ve O’nunla halvetim başladı.” Bu 2 yıl ve salındıktan sonra Rufaa’daki evinin arkasında, çamurdan bir kulübede geçirdiği 3 yıllık uzlet dönemi sonunda, yeni bir anlayış ve aydınlanmaya kavuştu. 1951’de, uzletinden çıktığında, fikirlerini “Benim Yolum” adlı kitabında topladı. Bundan sonra CP bir siyasal parti vasfını terk ederek, bu yeni İslamî anlayışı savunan bir kardeşlik cemaatine dönüştü.<br />
1955’te Sudan bağımsızlığına kavuşmadan az önce Taha nasıl bir devlet istediğine dair önerilerini <i>Esas-ı Düsturü’s-Sudan</i> (Sudan Anayasası’nın Esasları) adlı kitabında topladı. Burada, bir başkanca yönetilen, federal, demokratik ve sosyalist bir cumhuriyet çağrısı yaptı. Ocak 1956’da ilan edilen bağımsızlıktan sonra anayasayı hazırlayacak kurucu meclise üye seçildi. Birkaç ay sonra yönetimin meclise, yersiz ve haksız müdahalelerini protesto ederek istifa etti. Sonuçta, halihazırdaki şeriata uygun bir anayasa hazırlayan meclis, bunu takdim edecekken Kasım 1958’de hükümet darbesi oldu, yönetim el değiştirdi, tüm partiler kapatıldı. 1960’da <i>İslam</i> adlı kitabı çıktı. Çok partili düzene geri dönülünce Taha, alışıldık siyasi parti faaliyeti yerine, görüşlerini konferanslar, basında yazılar ve kitaplarla savunmaya devam etti. 1966-67’de 3 kitabı yayınlandı: 1) Tarik-i Muhammed (Muhammed Yolu), 2) Risaletü’s-Salat (Namazın Mesajı) ve 3) Er-Risaletü’s-Saniye mine’l-İslam (İslam’ın İkinci Mesajı). Ortadoğu siyasetinde Mısır’da Cemal Abdünnasır yönetimindeki Arap milliyetçisi rejime, öte yandan da S.Arabistan’ca ve kimi Arap ülkelerindeki Müslüman Kardeşler Hareketi’nce temsil edilen ilkel anlayışlara da karşıydı. Komünizme de yönelttiği eleştirilerine rağmen, 1965’te Sudan Komünist Partisi’nin yasaklanmasına karşı çıktı, bunu demokrasiden sapma ilan etti. Taha böylelikle, kendini susturmak isteyen, içeriden ve dışarıdan hayli düşman kazanmış oldu. Kasım 1968’de yetkisiz bir mahkemece “Ridde” (dinden çıkma) suçlamasıyla ve sembolik de olsa idam isteğiyle yargılandı. Anayasal düşünce ve düşündüğünü açıklama hakkının olduğunu söyleyerek, böyle bir mahkemeye çıkmayı reddetti. Mahkeme onu suçlu buldu.<br />
CK faaliyet sürelerinin önemli bir bölümünde, bir kadın hakları hareketi de oldu. Kardeşlik saflarına çok sayıda kadın üye katıldı. 1973’ten itibaren CK, Numeyri rejiminin baskıları altında fikirlerini yaymakta güçlüklerle karşılaştı. Tüm medya devlete aitti ve onlara yasaktı. Bu şartlar altında CK yeraltı yayınları hazırlamak ve sokak köşelerinde dağıtmak yoluyla seslerini duyurmaya çalıştı. 1970-80 arası bu güçlüklere rağmen CK, Numeyri rejimini şeriat bahanesiyle, kadınları ve güneyi ezmeye kalkışmadıkça destekledi. 1983’te fırsatçı Numeyri şeriat ilan ettiğini söyleyince muhalif olduklarını açıkladılar. 25 Aralık 1984’te Taha “Ya bu, Ya da Tufan” (Haza ev et-tufan) adlı bildirisini yayınladı. Bildiri, yeni kanunların geri çekilmesini ve demokratik sivil hakların ihyasını talep ediyordu. Ancak böyle İslamlaştırmanın temel prensipleri tartışmaya başlanabilirdi. Bunun üzerine, CK kadrosundan tutuklamalar yapıldı ve tutuklanan cemaat liderlerinden dördü, 2 Ocak 1985’te mahkemeye çıkarıldı. Az sonra da M.M. Taha tutuklandı. Suçlamalar, anayasal düzeni yıkmak, devlete isyan, kamu düzenini bozmak vs idi. CK, kitle gösterileriyle tutuklamaları protesto etti, ama bu sonuç vermedi.<br />
Numeyri mahkemeye özel bir yetki tanıyarak, onu “Hadd” (şer’î ceza) vermek konusunda da yetkilendirdi. Tutuklanan 5 kişi, mahkemenin böyle bir yetkisi olmadığını öne sürerek, mahkemeyi protesto etti. Dava iki saatten kısa sürdü. 7 Ocak’ta davanın tek tanığı olan ve sanıkları sorgulayan polis memuru dinlendi. Tanığın mahkemeye sunduğu tek delil “Ya Bu, ya da Tufan” bildirisi oldu. Sanıklar mahkemeyi protesto ettiğinden, hakim davayı ertesi güne erteledi. Ertesi gün hakim, hemen tamamen sorgucunun ifadelerine dayanan kararını okudu. Karara göre sanıklar, tuhaf ve sünnet dışı İslami görüşleri savunuyorlardı. Sanıkların bu görüşlerini halka açıklama hakları yoktu. Çünkü, bu “fitne” doğurabilirdi. Sonuçta beş sanık, sapkınlık, anayasal düzeni yıkmak, yasadışı muhalefet, kamu düzenini bozmak ve yasadışı örgüte üyelikten suçlu bulundu. Yargıç bu suçlardan beş kişiye de ölüm cezası verdi. Ancak, suçlular tevbe eder ve görüşlerinden dönerlerse affedileceklerdir. Aslında bu, adı konmadan bir “irtidat” (dinden dönme) davası olmuştu. Çünkü, mezkür suçların tevbe ile bir affı yoktu. Üst mahkeme bu kez adını “irtidat” koyarak hükmü onayladı. Fikrinde ısrar eden M. M. Taha’ya tevbe yolu kapatıldı, hükmü kesinleşti. Hüküm derhal uygulanacaktı. Diğer dört kişiye, görüşlerini gözden geçirmeleri için bir ay süre tanındı.<br />
Devlet başkanı Cafer Numeyri 17 Ocak’ta kararı onayladı. Taha, yaygın sokak protestolarına karşı, olağanüstü güvenlik önlemleri altında, Hartum’un kuzeyindeki bir hapishaneye, son durağına nakledildi. Taha idam sehpasına getirildiğinde, kısa bir müddet gözündeki bağlar çözüldü. 76 yaşında ihtiyar bir adam sehpada duruyordu. Gözleri idam için tekrar bağlanmadan önce, halkı yüzünde sakin bir gülümsemeyle seyrettiği, görgü tanıklarınca söylenir. İdamdan sonra cesedi, hapishanede bekleyen helikoptere konarak, çölde bilinmeyen bir yere götürüldü ve cenaze namazı kılınmadan gömüldü. CK’e herhangi bir sempatinin kökü kazınmaya çalışıldı. Ancak 6 Nisan 1985’te Cafer Numeyri iktidarı devrilecekti.<br />
<br />
<b>İSLAM’IN İKİNCİ MESAJI</b><br />
<br />
Aşağıda ilk yayın tarihi Mayıs 1976 olan Taha’nın <i>İslam’ın İkinci Mesajı</i> kitabının bir özetini bulacaksınız.<br />
“İnsanlığın ilerlemesinin çağlar boyu hedefi sonunda uzaya insan göndermek değildi. Hedef insan teklerini kendilerini gerçekleştirecekleri yörüngelere oturtmaktır. Bunun böyle anlaşılma zamanı geldi. Her akıl sahibi kadın ve erkek bu hedefe yürümek için insani çabayı düzeltmelidir.”<br />
Önsöz<br />
Bu kitapçığın amacı okuyucuya ‘Cumhuriyetçi Kardeşler’i tanıtmaktır. Kurulduğundan beri ve hareketin değişik aşamalarında Yeni İslami Hareket, Üstad M. M. Taha’nın önderliği altında, İslam’a dayanan, ya da daha doğrusu, İslam’ın evrensel unsurlarına dayanan bir fikriyatı benimsedi. Bu unsurlar inanç, cins, ırk ve diğer sınırları aşar. Yeni İslami Hareket’in benimsediği İslami fikriyat ‘İslam’ın İkinci Mesajı’ olarak anılır. Bu kitapçıkta ana hatlarının açıklandığı şekliyle yenilenen İslami ideal, ideal bir toplumun inşasının temellerini oluşturacaktır. Burada demokrasi ve sosyalizm de elele vermiş ve sosyal eşitlik hakim olmuştur. Böyle bir topluma olan ihtiyaç gerçekte küreseldir.<br />
Dahası, İslam’ın ihyası, bu kitapçıkta açıklandığı gibi, her insan tekinin kendi ‘kişilik’ ve ‘aslilik’ boyutunu gerçekleştirme; ya da başka tabirle kendi mutlak insani özgürlüğünü kazanma imkanını verecektir. Kişilik Yeni İslami Hareket’in sunduğu yeni İslami anlayışın etrafında döndüğü ana eksendir. Bu gerçek, İslam’ın yeni anlayışının çağdaş insanlığı asıl ilgilendiren yanıdır. Dr. John Voll adlı bir Amerikalı ile yazışmasında Taha şöyle demiştir:<br />
“Şimdiki kitlevi uygarlığımız ve şahsiyetsizleştirici büyüklükler artık yerini küçük –şahsi, sokaktaki adama ait– şeylere bırakacaktır. Her insan kendi içinde bir amaçtır. Başka bir amacın aracı değildir. İsterse geri zekalı olsun, oluş halinde bir ‘Tanrı’dır o. Ve ona kendini böyle geliştirmesi için tüm fırsatlar verilmelidir.”<br />
Giriş<br />
Artık ‘Din’ sorununu, modern insanın krizi ile ilgili bütün tartışma girişimlerinin başına koymanın zamanı gelmiştir. ‘Din’ tabiri, şüphesiz, burada genel anlamında bir hayat tarzı ya da bir ahlaki davranışlar sistemini tanımlamak için kullanılmakta olup; buna doğru bir dünya görüşü ve izlenim ile tasarımlarını toplumsal ve ferdi planda gerçekleştirme imkanları da dahildir. Böylece her fert iman ve inanç ile kesinlik ve hakikate ulaştırılacak, bu sayede korkularından kurtulacak, huzura, gerçek özgürlüğe ve hep artan, ebedi saadete erecektir.<br />
Bu anlamda ‘Din’ sorunu çağımızla çok ilgilidir. Bu çağda karşılaştığımız zihin karışıklığı tek bir ana nedene indirgenebilir: Bilim ve teknolojideki büyük atılımlara karşın insan davranış ve ahlakındaki açık gerilik. Bu nedenle, çağdaş insanın probleminin bir ‘ahlak krizi’ olduğunu söylemek gerçekten anlamlıdır. Modern insan, maruz kaldığı baskılar altında nasıl doğru ve bilgece davranacağını bilmedikçe, delirmek ve kendi ile birlikte tüm insanlığı yokoluşa götürmek kaderi olur.<br />
İslam<br />
İslam en genel anlamıyla, akıl sahibi olan olmayan her ‘yaratılmışın’ yol gösterici ve ilksel İlahi İrade’ye teslimiyeti demektir, ki bu İrade belli bir amaca doğru evrimi yürüterek İnsan’ı tarih sahnesine çıkardı. Ama daha sınırlı ifadesiyle İslam, insanı, nihai mükemmelliği oluşturan tüm İlahi sıfatlara halife (varis) kılındığı o Kayıp Cennet’e geri götürecek yolu gösteren vahyedilmiş tüm monoteist dinleri kucaklayan bir üstün fikriyatın adıdır. Bu şekliyle İslam, bu asil amaçlara yürüyen her dini kapsar; onların yol ve yöntemleri geldikleri zaman ve mekana göre değişse de. Yine sınırlı anlamıyla İslam, Kuran’da Allah’ın Peygamber Hz. Muhammed’e vahyettiği mesajı tarif eder; bu gelen son kitaptır. Biz bundan sonrasında bu bağlamdakilerle ilgilenecek ve Kuran’ın evrensel içeriklerine hitap ederek, Yeni İslami Hareket’in, ‘Din’in ‘ilmi’ aşamasını ortaya koyuşunu göstereceğiz. Buna İslam’ın İkinci Mesajı da diyoruz; o, insanları birbirine bağlayan şeylerden, yani akıl ve kalbin ortak yetilerinden kalkarak, tüm inanç, cins, ırk ve diğer sınırları aşmakta’ ve bizi İnsanlık Çağı’na taşımaktadır.<br />
<br />
<br />
<br />
<b>KURAN: MEKKELİ VE MEDİNELİ AYETLER</b><br />
<br />
Onüç yıl boyunca Kuran, Mekke’de Peygamber Hz. Muhammed’e indi. Ona, Rabbinin yoluna güzel öğüt ve hikmetle çağırmak ve insanlarla akıl yoluyla tartışmak görevi verdi, çünkü dinde zorlama yoktu. Aynı zamanda ona, erkek-kadın tüm insanların hayatın her alanında eşit olduğunu ilan görevi de verdi. Kısa sürede yeni din toplumun her alanından katılımcıları kendine çekti; gelenler özellikle Mekke’nin köle ve ezilmiş sınıflarındandı. Bu Mekke’nin yönetici ve hakim sınıflarını huzursuz etti; onlar kendi ekonomik ve siyasi çıkarlarının elden gittiğinden korkuyorlardı. Bu korku, “Muhammed kendi çocuklarımızı bize karşı kışkırtıyor’ gibi sözlerde açığa çıkar. Ama bu kesimler korkularını dindarlık kisvesi altında gizleyerek, atalarının dini adına İslam’ın takipçilerine karşı lanetli bir terör kampanyası başlattılar.<br />
Müslümanların Mekkeli hakimler ve dinadamları sınıfı elinde maruz kaldıkları muamele ve onların Hz. Muhammed’i öldürme girişimleri, birçok insanın o dönemde daha gelişmiş ve aydın bir hayat tarzına barışçı bir çağrıya karşı akıllıca cevap vermekte yetersiz kaldıklarını gösterir. Sonuçta, Peygamber Medine’ye yerleştiğinde, temel insan haklarını, her alanda kadın erkek eşitliğini vazeden ve her kula mutlak kişisel özgürlük yolunu açan Ulu Mekkeli ayetler dönemi sona erdi ve Medeni ayetler inmeye başladı.<br />
Medineli metinler Peygamber’i, kendi umurlarını başarılı şekilde idare edemeyen insanların üzerinde gözetici atadı. Dahası Peygamber ve Müslümanlar, ilk defa Medineli metinlerde kendilerini korumak için savaşmaya çağrıldılar; oysa Mekke döneminde bundan bahis yoktu. Bu daha sonra İslam’ı kılıçla hakim kılmaya dönüştü. Bunun nedeni birçok insanın tebliğ ve irşad ile arzulanan seviyeye gelmesindeki yetersizlikti. İslam’ı kılıçla yayma, artık Medeni metinlerde insanların eşitler olarak muamele görmemeleri de demekti. Bu dönemde sosyal plana da bakarsak, artık kadınlarla erkeklerin de eşit muamele görmediklerini görüyoruz. Medeni ayetler erkekleri kadınlardan sorumlu kılmış, bunun sebepleri bu metinlerde açıklanmıştır. Siyasi ve ekonomik alanlara da bakarsak Mekki ayetlerdeki eşitliğin de Medeni ayetlerde eşitsizliğe yerini bıraktığını görüyoruz.<br />
Dolayısıyla çok açıktır ki, Medeni ayetler, her ne kadar kendi indikleri dönemin seviyesine nazaran büyük bir sıçramayı da temsil etseler de, temel hak ve hürriyetleri sağlayan ve kadın erkek tüm insanları hayatın her alanında eşit kabul eden Mekki ayetlerle kıyaslandığında ikinciler daha üstündür. Öyleyse buradan dosdoğru şu sonuç çıkar: Kuran’ın Mekki ve Medeni ayetlere bölünmesi temel bir ayırımdır, çünkü Mekki ayetler temel ve asli hükümler, Medeni ayetler ise dönüştürücü hükümlerdir; amaçları dönüşüm halinde bir toplumu organize ederek Mekki ayetlere dönüş için yolu açmaktır.<br />
İslam’ın İlk Mesajı<br />
Medeni ayetlere dayalı İslam’ın ilk mesajında Peygamber Medine’deki İslami düzeni kurdu. Bu ilk rejim büyük bir devrim idi ve önce Arap yarımadasında sonra dünyanın diğer bölgelerinde yaşayış biçimini kökten değiştirdi. Gerçekten de bu düzen, erkek, kadın ve çocukların yaşadığı korkunç şartları iyileştirmekte büyük hizmet görmüştür. Örneğin o çocukları öldürmeyi kesin olarak yasaklamıştır; halbuki bu kız çocuklarını öldüren Araplar arasında yaygın bir uygulamaydı. Zekat verme müessesesini zorunlu bir dini emir haline getirerek muhtaç ve fakirlerin ekonomik koşullarını düzeltmeye çalıştı; Peygamber’i ashabıyla şuraya davet etse de, onu şuranın fikrini kabul ya da redde serbest bıraktı; ve kadınların durumunu İslam’ın gelişinden önce yaşadıkları koşullara nazaran hayli düzeltti.<br />
İslam’ın İlk Mesajı’nın modern insanın ihtiyaçlarını karşılamada yetersiz kalışı İslam’ın sonu anlamına gelmez. Bu basitçe şu anlama gelir: Artık İslam’ın İkinci Mesajı’nı araştırmanın ve buna uygun İslami hükümler geliştirerek modern insanın ihtiyaçlarına cevap vermenin zamanı gelmiştir; ki böylece o kendi iç sorunları ve çelişkileriyle baş edebilecek ferdi bir yöntemle donatılabilsin ve böylece mutlak özgürlüğe ya da ebedi saadet hayatına ulaşabilsin.<br />
<br />
<br />
<b>İSLAM’IN İKİNCİ MESAJI</b><br />
<br />
Hz. Peygamber’in ‘özel’ hayatında Mekki ayetlere uyması, öte yandan Medeni ayetlerin tüm sosyal, politik ve ekonomik hükümlerin kaynağı olarak kullanılması, İslam’ın iki farklı düzeyine işaret eder: Peygamber’in takip ettiği bir düzey ve toplumun genelinin takip ettiği diğer bir düzey birlikte varolurlar. Birincisi, hiç şüphesiz, ikincisinden çok daha insancıl ve yüksektir. Mekki ayetlere dayalı ve Peygamber hayatında örneklik edilen seviyeye biz İslam’ın İkinci Mesajı diyoruz.<br />
Daha önce söylendiği gibi, Mekki ayetler terk edildiği için, bugüne dek İslam toplumlarını yöneten kanunların bunlara değil, Medeni ayetlere dayalı olduğu açıktır. Dolayısıyla İslam’ın İkinci Mesajı’nı uygulamak için, İslami hükümleri bilinçli olarak Medine seviyesinden Mekke seviyesine geliştirmek gerekiyor. İslami hükümlerin bu bilinçli gelişiminde bize İslam’ın özgün ruhu önderlik edecektir; mutlak insani özgürlüğü arayışta o bulunmakta, Peygamber’in hayatında gösterilmiş bulunmaktadır. Biz ayrıca tam sosyal adaleti arayan çağdaş toplumun ihtiyaçlarında da yol göstericilik bulacağız.<br />
İslami hükümlerin Medeni seviyeden Mekki seviyeye gelişimi sosyal, siyasi ve toplumsal her alanda ciddi yankılar yapacaktır. Belki bu çerçevede şu kadarını söylemek yeter ki, bu hükümlerin gelişimindeki ana itici faktör, hayatın her alanında eşitlik sağlayarak bir ideal toplum inşa etmek, burada demokrasi ve sosyalizmin geçerliliğini sağlamak ve böylece sosyal eşitliği hakim kılmaktır. Ekonomik ve siyasi eşitliğin doğrudan sonucu olarak sosyal eşitlik, ifadesini birçok alanda bulur. Belki en önemli tezahürü kadınların özgürleşmesi ve erkeklerle hukuk ve hayatın her alanında eşitlikleri konusunda olur. Kadın sorunu, İslam’a karşı yapılan itirazların birçoğunun sebebi olmakla, bu sorunu biraz daha uzunca ele almaya, ve İslam’ın İkinci Mesajı’nda kadınların hukuki ve sosyal durumlarının, Mekki ayetlerin ‘temel ayetlerin- uygulanmasıyla nasıl geliştiğini ve çağımız kadınlarının istek ve ihtiyaçlarını İslami ruha uygun olarak nasıl karşıladığını açmaya gerek var.<br />
<br />
<br />
<b>İKİNCİ MESAJDA KADINLARIN DURUMU</b><br />
<br />
İslam’ın İkinci Mesajı kadınları her alanla erkeklerle eşit statüye çıkarır. Ama kadınlar açısından bu gelişimin en çarpıcı olduğu alan evlilik yasalarıdır. İslam’ın İkinci Mesajı evliliği hukuki açıdan iki eşit ortak arasında bir sözleşme olarak yeniden tanımlar. Sözleşme serbest iradeyle kabul edilir; her iki ortağa da eşit hak ve sorumluluklar yükler ve gerekirse, yine iki tarafın anlaşmasıyla feshedilir. Çok kadınlılık, yani İlk Mesaj’da, bir kocanın hepsine eşit davranmak şartıyla dört kadın alabilmesi, İkinci Mesaj’da nadir istisnalar dışında kesinlikle yasaklanır; bu istisnalar kısır bir kadın ya da evlilik gereklerini yerine getiremeyen hasta bir kadın durumunda olabilir.<br />
Bunlar Medine düzeyinden Mekke düzeyine geçişin birkaç örneğidir. Ama İslam’ın İkinci Mesajı’ndan evlilik kurumunun en çok etkilendiği bir başka nokta da, bugün her yerde saldırı altındaki bu kurumun fonksiyonları ve bireyleri mutluluğa, özgürlüğe ve ruhi olgunluğa ulaştırmaktaki büyük rolü açısındandır. İslam’ın İkinci Mesajı’na göre evlilik artık, çift arasındaki sadece üreme ve böylece insan neslini sürdürme amaçlı ve bu arada cinsel doyumu sadece bu fonksiyonun yerine getirilmesi için bir araç kabul eder şekilde düşünülemez. Bu modası geçmiş evlilik anlayışı, insanın bizatihi bir amaç değil, başka amaçlar için araç olarak düşünüldüğü bir dönemin kalıntısıdır.<br />
<br />
<br />
<b>İNSAN VE KORKU</b><br />
<br />
Önceki bölümlerde, İslami hükümleri Medine seviyesinden Mekke seviyesine çıkarmakla, İslam’ın İkinci Mesajı’nın modern ve gelişen bir topluma, demokrasi ve sosyalizmin barıştığı ve sosyal adaletin geçerli olduğu bir topluma giden yolu açışını konuştuk. İnsanların fakirliğe, baskıya ve ayırımcılığa karşı korunduğu böyle bir toplum ise modern insanın krizine karşı sadece kısmi bir cevaptır. İnsanı asıl sersemleştiren şey korkudur; insani hayatında edindiği ve hayvan ve insan atalarından devraldığı korku. Yukarıda anlatıldığı temellerde ideal bir toplumun inşası insanın bu kazanılmış korkusunu hafifletir. Ama, ister kazanılmış, ister tevarüs edilmiş olsun, korkunun nihai fethi, kişiyi özel bir metodla donatmakla olur ki, bu şekilde özgün ve hakiki bilgiye ulaşır. Burada anlar ki, kötülük arızi ve geçicidir, ama iyilik asli ve kalıcıdır. Bu türden bilgi mutlak insani özgürlüğe ulaşmakta bir önkoşuldur. Peki ama mutlak insani özgürlükten kastettiğimiz nedir?<br />
Mutlak İnsani Özgürlük<br />
Mutlak insani özgürlük konusuna geldiğimizde, İslam artık dar manada bir din olmaktan çıkar ve öyle bir hayat tarzı olur ki, her bireyi kendi mutlak özüne götürür. Gerçekten de özünü aramak tüm dünyada yaygın bir fenomendir. Özgünlük ifadesini mutlak insani özgürlükte bulur. Peki nedir bu? Mutlak insani özgürlük, insanın dilediğini düşünmesi, düşündüğünü söylemesi ve söylediğini yapmasıdır, o şartla ki, söylediği ya da yaptıklarının sonuçları insan ya da diğeri tüm yaratıklar için iyi olacaktır. Ama bu mutlak insani özgürlükten önce bir toplumda sunulan sınırlı özgürlük vardır. Toplumdaki özgürlük, insanın dilediğini düşünmesi, düşündüğünü söylemesi ve söylediğini yapmasıdır; o şartla ki, bu başkalarının özgürlüğünü ihlal etmesin. Eğer ihlal ederse sonuçlarına katlanır. Aksi hal ise özgülüğün anarşiye yozlaşmasıyla sonuçlanır. Başkalarının özgürlüğüne müdahale yasaların konusudur. Yasanın meşruiyeti ise, İslam’ın İkinci Mesajı’na göre yasanın insanın mutlak insani özgürlüğe muhtaç olduğu gerçeğini toplumun tam sosyal adalet ihtiyacıyla uzlaştırmasındadır. Bu meşruiyet çerçevesi, üç sacayağı olan ekonomik, siyasi ve sosyal eşitlik üzerinde duran ideal toplumun inşasında yardımcı olur. Bu tür bir toplum ve özgün bir ibadet metodu ile insanların kendi özünü gerçekleştirmesi yolu açılır. Bundan sonra herkesin insani özgürlüğünü elde etmesi konusuna gelebiliriz.<br />
<br />
<br />
<b>PEYGAMBER’İN ÖRNEĞİ</b><br />
<br />
Yukarıda söz edilen özgün yöntem, Peygamber Hz. Muhammed’i örnek alma, özellikle de ibadetlerinde örnek almaktan geçer. Peygamberi örnek almanın arkasındaki neden, herkesin kendi kişiliğini dönüştürerek kendi mutlak özüne varmasıdır. Bu gelişme, kişinin tüm kazanılmış ve tevarüs edilmiş psikolojik komplekslerinden arınması ile olur, ki bunlar özgürlüğün ana düşmanlarıdır. Bu komplekslerden kurtulmanın yolu Kuran ve Hz. Peygamber’in bize ilettiği ibadet pratikleridir. Özel ilgiyi hak eden bir ibadet pratiği Peygamber’in kendine hep mutluluk veren namazıdır. Hz. Peygamber’in günlük beş vakit namazı ve gece kıldığı teheccüd namazı onun ibadet pratikleri içinde özel yer tutar. Bu, namazda zihin, vücut ve kalbin tüm boyutlarının işe müdahil olarak insan tekini ilerleyici biçimde bütünleştirmesi nedeniyledir. Artık iç ve dış ben arasında, ya da bilinç ve bilinçsizlik arasında fark yoktur.<br />
İnsan namaz ve abdestin tüm psikolojik takıntılardan kurtulmakta ne roller oynadığını, ya da bilgili bir insanın namazı nasıl bir ‘psikoanalitik tedavi seansı’ olarak kullanabileceğini uzun uzun anlatabilir. O bunu hergün ve her gece tekrarlayarak dengeli, olgun ve üretken bir kişi olabilir; sonuçta mutlak insani özgürlüğü yakalayabilir. Ama bu kitapçığın boyutları bizi konuyu burada toparlamak zorunda bırakıyor.<br />
Hayatını derinleştirmek ve açmak, hislerin zenginleşmesi ve düşüncelerin keskinleşmesidir. Hislerin zenginleşmesi huzur içinde bir kalb, düşüncelerin keskinleşmesi berrak bir zihin gerektirir. Yani bizim varacağımız huzur-u kalp ve berrak zihindir. Daha önce de söylediğimiz gibi, Yeni İslami Hareket Kuran’ın evrensel içeriğine müracatta başarılı olmuş, ‘Din”in ‘İlmi’ aşamasını ortaya çıkarmış, ya da İslam’ın İkinci Mesajı’nı ortaya koymuştur. Bu mesaj insanları birbirine bağlayan şey, yani onların ortak kalbi ve akli yetileridir. Dolayısıyla İslam’ın İkinci Mesajı’nın İslam’ın ilmi aşaması olduğu konusunu biraz ele almak gerekir, ki bunun değişik açılardan birçok açılımları vardır.<br />
<br />
<br />
<b>DİNİN İLMİ AŞAMASI</b><br />
<br />
Dikkatli bir incelemeyle anlarız ki, dünyada çıkan dış çatışmaların çoğu aslında insanın kendi içindeki iç çatışmaların uzantısıdır. Öyleyse dış sürtüşme ve çatışmaları sonlandırmak için önce içeridekileri bitirmek gerekiyor. Bunu derken, bazen iç çatışmaların bitmesinin de dışarıdaki çatışmaların bitmesine bağlı olduğunu fark etmiyor değiliz. Gerçekte dış ve iç çatışmalar ilişkisi diyalektik bir ilişkidir. Ama insani gelişimin bu aşamasında iç çatışmaların giderilmesi daha önemlidir. Ve Din’in barışçı bir rol oynaması için onun bir ‘öz bilimi’ olması ya da bir çeşit ‘Psikoloji’ olması, problemleri analiz etmesi, teşhis ve tedavi etmesi, kişiliğin iç ve dış boyutlarda tam gelişimini sağlaması gerekiyor. Böylece iç çatışmalar sonunda yatıştırılır ve tamamen fethedilir. Bu da dış çatışmaların engellenmesi ve tamamen kalkmasını sağlar.<br />
Yukarıdaki özelliklerle Din’in geri gelmesi ve bir özgürleştirme ve barış aracı olarak hizmet etmesi, onun o derece ‘ilmi’ olmasını gerektirir ki, bildiğimiz manada bilimi aşabilsin ve bir ‘öz ilmi’ olabilsin. İşte bu özellikler İslam’ın İkinci Mesajı’nda vardır; oysa diğer gelişkin Din formları, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’ın İlk Mesajı da dahil, yetersiz kalmaktadır. Bundan kastın, bu dinleri çöpe atmak olduğu çıkarılmamalıdır. Yüksek ahlaki, ruhi ve aydın ideallerin gerçekleşmesi az ya da çok yukarıdaki dinlerce de tam olmasa da uygulanmaya çalışılıyor ancak yetersiz kalıyor. Bu anlamda İslam’ın İkinci Mesajı, geçmiş ve şimdiki tüm kuşakların, tüm dünyanın, tüm sanatsal, edebi, bilimsel ve dini kazanımların da varisidir.<br />
<br />
<br />
<b>SONUÇ</b><br />
<br />
“Bugün tüm engeller yıkıldı ve insanlığın Rabbi kabilenin yıkık mabedinin kapısına geldi” Hintli şair Rabindranath Tagore’un bu sözleri, belki de tüm dünyada paylaşılan bir duyguyu yansıtıyor. Bu duygu, belki de insanı insandan uzak tutan tüm fizik engellerin büyük çapta kalkmasına dayanıyor. Şu çok açıktır ki, zaman ve mekan engelleri büyük çapta teknolojik ve bilimsel ilerlemelerin ulaşım ve iletişime verdiği çok yüksek hızlar sayesinde yıkıldı. Bu zaman mekan engellerinin yıkılışı gezegenimiz Dünya’da daha yüksek derecede coğrafi birleşme sağladı. Bu coğrafi birleşme düşünce ve duyguda da daha geniş çapta birleşmeyi davet ediyor. Düşünce ve duygu alanlarındaki bu birleşme aynı zamanda barış talebince de zorlanıyor; daha önce dediğimiz gibi barış artık bir ‘ölüm kalım meselesi’dir.<br />
Elinizdeki kitapçık eski din formları olan Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’ın ilk mesajı arasında herhangi bir laik felsefe ya da ideolojinin düşünce ve duygu birliği sağlayamayacağını bir nebze göstermiştir. Bu kitapçığın asıl amacı ancak İslam’ın İkinci Mesajı’nın bu istenen birleşmeyi sağlayabileceğidir; çünkü o tam da insanları birbirine bağlayan şeylere, akıl ve kalbin ortak değerlerine hitap ediyor.<br />
Ayrıca bu kitapçık kaba hatlarıyla, İslami hükümleri Kuran’ın Medine seviyesinden Mekke seviyesine çıkarmakla, İslam’ın İkinci Mesajı’nın, demokrasi ve sosyalizmin elele verdiği ve sosyal eşitliğin hüküm sürdüğü ideal bir toplumu kurmaya giden yolu açtığını da gösterdi. Böyle bir toplum, ideal ‘Peygamber örneği’ndeki ibadet yöntemleriyle birleştiğinde, İslam’ın İkinci Mesajı’nın insanın kendini gerçekleştirmek, ya da mutlak insani özgürlüğe varmak için sunduğu imkanı gösterir. Son olarak, İkinci Mesaj’ın bir yandan demokrasi ve sosyalizmi birleştirmesi, diğer yandan bir ‘psikoanalitik teknik’ olarak sunduğu ibadetle her insana kendi olma imkanını getirmesi modern insanın sorunlarına tek cevap ve onun hastalıklarına kesin tedavidir.<br />
İslam’ın İkinci Mesajı, tüm inanç, cins, ırk ve diğer sınırları aşarak dünyada cenneti kurmayı ve insanı Kainatın Efendisi makamına meşru yoldan geri döndürmeyi amaçlamıştır. İnşallah diyerek bu kitapçığı kapıyoruz.altay ünaltayhttp://www.blogger.com/profile/01074664679964606101noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3211112078332654001.post-77208034405351582242011-08-23T17:11:00.000+03:002011-09-22T18:33:02.697+03:00DÜNYA POLİTİKASINA YÖN VERENLER: HENRY KISSINGER<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEipMKqtyUhEJtFj3Fk52SGsUGQ4ctAWLUkGSep-Eh23ew83QDjFgpia_IOFvSiWut47mafsboFIe5MZyOZnrdRxImRQg7QBgDQ3sHajrTDnf0C00x2Px-Am2Wj29chJsV6b7W7ffk68RH4/s1600/Image27.JPG" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEipMKqtyUhEJtFj3Fk52SGsUGQ4ctAWLUkGSep-Eh23ew83QDjFgpia_IOFvSiWut47mafsboFIe5MZyOZnrdRxImRQg7QBgDQ3sHajrTDnf0C00x2Px-Am2Wj29chJsV6b7W7ffk68RH4/s1600/Image27.JPG" /></a></div><b>Sir Henry Alfred Kissinger</b><br />
<br />
<b>Ünvanları</b>: Knight Commander of St. Michael and St. George<br />
<b>İlk Yılları:</b> 27 Mayıs 1927'de Fürth, Almanya'da doğdu. Louis ve Paula (Stern) Kissinger'ın oğullarıdır. 2. Dünya Savaşı'ndan önce İngiltere üzerinden ailesiyle ABD'ye göçtü; 1943'te vatandaşlığa kabul edildi.<br />
<a name='more'></a><br />
<b>Askeri hizmeti</b>: 1943-46 arası ABD ordusunda hizmet etti; burada ilk rehberi Fritz Kraemer'la karşılaştı; Kraemer <b>AUS Karşı istihbarat Birliği'ndendi</b> (AUS Counterintelligence Corps - CIC); Kissinger'dan şefkatle "<i>benim küçük Yahudim</i>" diye bahsederdi. Kissinger Ordu Özel Eğitim Programı'na katıldı; bu programla işgal Almanyası'nı yönetecek ekip yetiştirildi. Kraemer, Kissinger için <b>Haberalma Servisi </b>(Intelligence Division) merkezinde bir danışmanlık görevi ayarladı. İşgal Almanyası'ndaki bir köyde kısa bir görevden sonra Kraemer Kissinger'ı Oberammergau'daki <b>Avrupa Karargah Haberalma Okulu</b>'na (European Command Intelligence School) gönderdi. Burası İngiliz Wilton Park "yeniden eğitim" projesinin bir devamı idi; buradan<b> İngilizler</b> bir seri ajan kaydederek işgal Almanyası'nda önemli görevlere getirdiler. O dönem Wilton Park'ın başında Heinz Koeppler vardı; o aynı zamanda İngiliz Dışişleri, Siyasi İstihbarat Dairesi, <b>Psikolojik Savaş Bürosu</b>'nun da (Psychological Warfare Division, Political Intelligence Division, British Foreign Office) başkanıydı.<br />
<b>Ailesi:</b> İlk evliliği Ann Fleischer'la 1949'da, iki çocuğu oldu: Elizabeth ve David; 1964'te boşandı, ikinci evliliği 30 Mart 1974'te Nancy Maginnes'le, Maginnes <b>David Rockefeller</b>'ın eski başkan yardımcısı idi.<br />
<b>Eğitimi</b>: Fritz Kraemer ona "bir centilmen devlet okuluna gitmez" dedikten sonra Kissinger Harvard Üniversitesi'ne girişi kazandı; 1950'de "A.B. summa cum laude" derecesini aldı. 1952'de M.A., 1954'te Ph.D. derecelerini aldı. Tez danışmanı William Yandell Elliott ile Kissinger 300 sayfalık bir çalışma hazırladı: "<b>Tarihin anlamı: Spengler, Toynbee ve Kant Üzerine Denemeler</b>" (The Meaning of History: Reflections on Spengler, Toynbee and Kant).<br />
Öğrenimi sırasında Kissinger bir Londra'daki Tavistock Enstitüsü'nün bir "grup terapi" programına gönderildi; program direktörü H.V. Dicks 2. Dünya Savaşı'nda İngiliz faaliyetleri için "<b>delilik doktrini</b>"ni (madness doctrine) geliştirmişti; o sıra Psikolojik Harp Araştırmaları, Müttefik araştırma Kuvvetleri'nde (Psychological Warfare Studies, Supreme Headquarters of the Allied Expeditionary Forces) başkan olarak çalışıyordu. Anlaşılan Tavistock'un beyin yıkama oturumlarının etkisiyle Kissinger "<b>güvenli irrasyonellik"</b> (credible irrationality) doktrinini benimsedi; bu SSCB'ye karşı taktik nükleer savaş ın temeli olacaktı.<br />
<b>Görevleri:</b> <br />
" <b>William Yandell Elliott</b>'un yönetiminde Kissinger Harvard Uluslar arası Semineri'nin (Harvard International Seminar) direktörü oldu (1951 - 69). Kissinger Seminer'in yayın organı "Confluence, An International Forum"un editörlüğünü de yaptı. Bu dergi 1951'de kuruldu, 1958'de kapandı. Harvard Uluslar arası Semineri Wilton Park modelini örnek alıyor ve geleceğin sayısız lider adayları indoktrine ediliyor ve Anglo-amerikan "<b>etki ajanları"</b> olarak kaydediliyordu.<br />
"Confluence" Elliott tarafından "novus nascitur ordo" ("<i>yeni bir düzen doğdu</i>") sloganıyla kuruldu; bu H.G. Wells'in 1928'deki "<b>Açık Komplosu</b>"na açık bir gönderme idi. Yayın aynı zamanda Smith Richardson ve Ford vakıflarınca da (John McCloy başkanlığında) desteklendi. Danışman heyetinde başka bir Elliott çömezi olan McGeorge Bundy de bulunuyordu. Derginin 1956'daki iki nüshası, Ku Klux Klan'cı ve "Wells'ci demokrat" Başkan Woodrow Wilson'a ayrıldı. Diğer yazarlar arasında İngiliz faşisti Enoch Powell'dan Karl Jaspers'a (faşizmin ideologlarından Friedrich Nietzsche'yi çok propaganda etmiştir) dek herkes vardı.<br />
" Elliott'un yardımıyla Kissinger bir seri ulusal güvenlik örgütünde göreve sokuldu; bunlar arasında Operasyon Araştırma Daire (Operation's Research Office) danışmanlığı (1950-61), Psikolojik Strateji Kurul (Psychological Strategy Board) Başkanlık danışmanlığı (1952), Operasyon Eşgüdüm Kurulu (Operations Coordinating Board) danışmanlığı (1955), ve Silah Sistemleri Değerlendirme Grubu (the Weapons Systems Evaluation Group) danışmanlığı (1959-60) vardır. <br />
" Kissinger, New York <b>Dış ilişkiler Konseyi </b>(New York Council of Foreign Relations) başkanı John McCloy'un ve CFR (Council of Foreign Relations - Dış ilişkiler Konseyi) üyesi McGeorge Bundy himayesinde CFR'nin Nükleer Silahlar ve Dış Politika Görev Gücü'nde (Nuclear Weapons and Foreign Policy Task Force) görev aldı. <br />
" Hükümet Dairesi, Uluslararası İlişkiler Merkezi, Harvard Üniversitesi'nde (Department of Government, Center for International Affairs, Harvard University) üyeydi (1954-69). Sıksık merkez direktörü Robert Bowie ile çekişir ve bölüm profesörlerince "<b>Kissassinger</b>" (İng. "kiss ass": kıç öpmek) olarak nitelenirdi. Aynı zamanda Kissinger Harvard siyaset yardımcı profesörüydü (1959-69); 1962'de profesör oldu ve 1969'a kadar görev aldı. Onun Uluslar arası ilişkiler Merkezi'ndeki görevi Harvard'daki işini garantiye aldı - kimi üst düzey yönetim itirazlarına rağmen. Elliott ve Bundy (o sıra Harvard'da dekan) muhalefeti aşmakta yardımcı oldular. <br />
" Özel Araştırmalar Projesi (Special Studies Project), Rockefeller Brothers Fund, Inc.'de direktörlük (1956-58). <br />
" Dışişleri Bakanlığı'nda danışmanlık (1956-69).<br />
" Kissinger ulusal Güvenlik Kurulu'nda göreve Başkan Ulusal Güvenlik İşleri Yardımcısı McGeorge Bundy'nin danışmanı olarak başladı (1961), ama sonra Başkan John F. Kennedy'nin emriyle işten atıldı, çünkü o yıl Berlin Krizi'nde taktik nükleer silahların kullanılması için ısrar etmişti. <br />
" Nixon ve Ford hükümetlerinde Başkan Ulusal Güvenlik Yardımcılığı (1969-75) yaptı. <br />
" Dışişleri Bakanı oldu (1973-77)<br />
Kariyeri boyunca William Yandell Elliott'un bir çömezi olarak ve ona sadakatle Kissinger bir <b>İngiliz ajanı </b>olarak çalıştı ve bunu itiraf da etti. İngiliz Dışişleri Bakanlığı'nın (British Foreign Office) kuruluşunun 200. yıldönümü sebebiyle, <b>Kraliyet Uluslar arası İlişkiler Enstitüsü</b> (Royal Institute of International Affairs) - Chatham House'da 10 Mayıs 1982'de yaptığı bir konuşmada bunu itiraf etti. Başkan Franklin Delano Roosevelt'in Sir Winston Churchill'in 2. Dünya Savaşı'nın bitiminde tekrar sömürgeleşme amaçlarına karşı çıkan tutumuna uzun ve temel bir eleştiri yapan Kissinger kabul etti ki, "<i>Beyaz Saray'daki günlerimde İngiliz Foreign Office'i Amerikan State Department'tan daha çık haberdar ettim - ama bu pratiğin, İngiliz olan tüm şeylere zaafıma rağmen- kalıcı olmasını tavsiye etmem.</i>" Kissinger sözlerine devamla, İngiliz Foreign Office dokümanlarına dayanan bir politika formüle ettiğini "<i>oysa hala işlemdeki yazı (working paper) ile kabinece onaylı doküman (cabinet approved document) arasındaki farkı tam bilmediğini"</i> de söyledi.<br />
Nixon hükümetindeki görevinin başından itibaren Kissinger İngiliz Foreign Office ve Downing Street No: 10 (İngiliz Başbakanlık Konutu) ile düzensiz temaslarla olsa da Dışişleri Bakanları William P. Rogers ve Malvin Laird'in işlerini baltalamaya koyuldu. Bunların ikisi ve Nixon da döneminin ilk zamanları Vietnam'dan çekilmek istiyorlardı. Dahası Bakan Rogers, Başkan Nixon'un desteğiyle, Ortadoğu sorununa bir çözüm aramış; ,Ortadoğu'nun Batı Avrupa'nın ortaklığıyla kalkındırılması ve sürece Rus yardımının da dahil edilmesini önermişti. Nixon'un yemin töreninden 2 hafta geçmeden "<b>Rogers Planı</b>" Ulusal Güvenlik Kurulu'na bakan yardımcısı Joseph Sisco tarafından sunuldu; Sisco ABD'nin İsrail ile Arap ülkeleri arasında sadece "dürüst" bir tutum takınmasının değil, İsrail'e baskı yaparak 1967'de işgal ettiği topraklardan çıkmasını da sağlaması gerektiğini vurguladı.<br />
İngilizler hemen Kissinger'ı bu planı yoketmek üzere devreye soktular. O bunu başardı, ve dünyayı termonükleer bir savaş ve iktisadi çöküşün eşiğine getirdi. Başkan Nixon'ı ikna ederek, hem Vietnam hem de Ortadoğu'da SSCB'nin Amerikan "iradesini" test ettiğini ve asla bir barış ortağı olamayacağını söyledi. "Rogers Planı"nın çöküşünün sonucu 1973 Ortadoğu Savaşı ve petrol ambargosu ( 1) oldu. Sonraları Kissinger Suriye ve İsrail'e Lübnan'ı bölmeyi teklif etti; bu süreçte amaç FKÖ'nün parçalanmasıydı. Böylece Kissinger Lübnan İçsavaşı'nı sahneye koydu, ve bu İran'ın ve Ortadoğu'nun da uzun süre destabilize edilmesi için bir model oluşturdu.<br />
1975 baharı, Lyndon LaRouche'un yeni bir altın rezervine dayalı uluslar arası para sistemini önerdiği esnada, Kissinger Paris'e gelerek LaRouche'un Arap ve İsrailli yetkililerle bu konuda yaptığı görüşmelere müdahale etti ve bir Arap ülkesini, LaRouche heyetini bir diplomatik misyon statüsüyle ağırlamaya devam etmesi halinde, Amerikan gıda ambargosu ile tehdit etti.<br />
Vietnam savaşına gelince, o sürdü ve Amerikan asker cesetleri sayısı tırmanmaya devam etti; sonunda Kissinger 1973'te (hiç uygulanmayan) bir ateşkesi görüşmeye razı oldu ve ABD 1975'te Vietnam'dan çekildi. Bu süreçte Kissinger gizlice savaşı Kamboçya ve Laos'a da yaydı. Kissinger'ın gizli ve yasadışı Kamboçya bombardımanı 1970'te başladı, yüzbinlerce Kamboç köylüsü öldürüldü; kalanları soykırımcı Kızıl Kmerler'in kucağına sürüldü; onlar da kalan nüfusun birkaç milyonunu 1975-79 terör rejimleri sırasında yokettiler. Herhangi adil bir savcılık soruşturması kriterleri içinde Kissinger Kamboç soykırımından suçlanabilir.<br />
Ama Kissinger'ın Kamboç soykırımı "buzdağının görünen kısmıdır". Sir Henry'nin global soykırım planlarına bakılmalıdır ki, bunlar Hitler'inkileri aşar. 110 Aralık 1974'te Kissinger ve Ulusal Güvenlik Konseyi kadrosu bir taslak hazırladılar: "<b>Ulasal Güvenlik Etüdleri Muhtırası 200: Dünya Nüfus Artışının ABD'nin Denizaşırı Çıkarları Açısından Etkileri" </b>(National Security Study Memorandum 200: Implications of Worldwide Population Growth for US. Security Overseas Interests) (NSSM 200). BURADA SOYKIRIMIN ABD HÜKÜMETİNİN RESMİ MİLLİ GÜVENLİK POLİTİKASI OLMASI ÖNERİLİYORDU.<br />
Sonraları, çok gizli mührü kaldırılan NSSM 200, <b>Dünya nüfusunun ençok 8 milyarda tutulmasını ve 2075'te beklenen 22 milyardan kaçınılmasını </b>öneriyordu. Bu kadar nüfus artışının "savaşlar ve devrimlere" yolaçacağını söyleyen NSSM 200 "<b>gıda kontrolünün</b>" hızlı nüfus artışını durdurmak için kullanımını öneriyor ve modern ve yoğun tarım tekniklerinin başka bölgelerde yoğun nüfusu beslemesine rağmen "çok fazla sermaye yatırımı" gerektirdiğini iddia ediyordu. NSSM 200'ün diğer bir iddiası, azgelişmiş ülkelerdeki nüfus artışının, sanayileşmiş dünyanın ihtiyaç duyduğu enerji ve hammadde kaynaklarını tüketeceği idi.<br />
NSSM 200, 13 ülkeyi özel hedef seçti; bunların Çin dışındaki nüfus artışının %47'sinden sorumlu olduğu varsayıldı: Hindistan, Bangladeş, Pakistan, Nijerya, Meksika, Endonezya, Brezilya, Filipinler, Tayland, Mısır, TÜRKİYE, Etopya ve Kolombiya.<br />
Kissinger, "yoluna çıkan" sayısız yabancı lideri öldürtmekle de suçlanmıştır. 14 Ağustos 1982'de İtalyan görevlileri İtalya başsavcısına bir dosya sundular: Bu dosyada İtalyan Başbakanı Aldo Moro'nun 1978'de kaçırılması ve öldürülmesiyle ilgili deliller vardı. Dosyada Moro'nun eşinin, kızı Agnese'nin ve oğlu Giovanni'nin ifadeleri vardı. Bunlara göre Kissinger 1975'te Moro'yu Hıristiyan Demokratların lideri olarak İtalyan Komünist Partisi'yle istikrarlı bir milli birlik hükümeti kurmak ve terörü önlemek yönlü çabalarından dolayı tehdit ediyordu.<br />
Moro'nun kaçırılmasına dek geçen o dönemde (görünüşte Kızıl Tugaylar tarafından) ve sonra öldürülüşünde (cesedi 9 Mayıs 1978'de bulundu) NATO, İngilizlerin ve Sir Henry'nin tüm desteğiyle İtalya ve Moro'ya karşı bir "Gerilim Stratejisi" yürüttü, burada hem "kızıl" (sol), hem "kara" (sağ) terör ve darbe girişimleri kullanıldı. Bu terörün çoğu, ve özellikle faşistlere düşen kısmı, "Propaganda-Due" <b>(P2) Mason Locası</b> tarafından desteklendi, ki Kissinger ve yardımcısı General Alexander Haig (2 ) bu locaya gizili fonlardan para akıtmıştı.<br />
Bundan sonra Pakistan Başbakanı Zülfikar Ali Butto'nun olayı gelir. 5 Temmuz 1977'de bir askeri darbe ile devrildi,ve hapsedildi ve 4 Nisan 1979'da asıldı. Ölümünden kısa süre önce Butto, devrilişini meşru gören bir hükümet bildirgesine karşı yazdığı cevapta (Ocak 1979'da "Pakistan Yazıları" - The Pakistan Papers - adı altında EIR dergisinde yayınlandı) Butto, devrilişinin asıl sebebinin Kissinger'la düştüğü anlaşmazlık olduğunu ve Kissinger'ın onun "idam fermanını" imzaladığını yazar. Kissinger'ın onu tehdidinin, Butto'ya göre sebebi ise, Kissinger'ın "Pakistan'a enerji bağımsızlığı kazandıracak uranyum işleme tesislerinin" geliştirilmesini durdurma ısrarını dinlememesidir.<br />
EIR'in 1978'deki "<b>Britanya'nın Kissinger'ını İhanetten dolayı Kovun</b>" broşüründe anlatıldığı gibi Kissinger ve Haig, Beyaz Saray içinden Nixon'a karşı Watergate skandalını düzenlemişlerdir. Kissinger kendi, Oxford Üniversitesi'nden mezun ulusal güvenlik memuru David Young'ı, Watergate "tesisatçı ekibinin" (3 ) başı olarak göndermiştir. Washington Post gazetesinin "derin ses" kanalından bilgiler gelirken (bunlar sonunda Nixon'un istifasına yolaçtı) Kissinger gazetenin yayıncısı Katharine Graham'la kişisel dostluk ilişkisini sürdürmüştür. Aslında Kissinger ve Haig Beyaz Saray'daki tüm kilit karar mekanizmasını ellerine geçirmişlerdi, böylece ABD Başkanlık kurumunu yıkmaya giriştiler.<br />
" 1977'de hükümetten ayrıldıktan sonra Kissinger <b>Trilateral Komisyon</b>'un Kuzey Amerika direktörlüğüne geldi; Zbigniew Brzezinski bu kurumun kurucu genel başkanıydı, ve Brzezinski, Kissinger'ın eski görevi olan, ulusal güvenlik danışmanlığına geldi; yeni gelen Başkan Carter'a danışmanlık yapacaktı.<br />
" Kissinger, kendi şirketi Kissinger Associates, Inc.'in kurucusu ve başkanı olarak İngiltere'den Lord Peter Rupert Carrington'u kurucular kuruluna aldı. Bu "danışmanlık firması" İngiliz gizli servisinin gayrıresmi kolu olarak faaliyet gösterdi. Kurucu başkan yardımcısı Brent Scowcroft ve kurucu Genel Müdür Lawrence Eagleburger idi. Kissinger, daha sonra aynı şekilde Kent Associates'i kurdu.<br />
Kissinger, Orta Amerika Partilerarası Ulusal Komisyonu'nun da (National Bipartisan Commission on Central america) başkanıydı (1983-84); burası Başkan Ronald Reagan'ca kuruldu; ve Reagan, kendi yönetiminin Kissinger'la hiçbir ilgisi olmayacağı seçim sözünden döndü. Komisyon raporu gelir gelmez, Başkan Reagan Kissinger'ı Başkanlık Dış Haberalma Danışman Kurulu'na atadı (1984-89). Kissinger bu makamı kullanarak sadece en gizli ABD istihbarat belgelerine vakıf olmakla kalmadı; birçok kirli operasyonu da başlattı.<br />
" Kissinger şimdilerde Stratejik Ve Uluslararası Etüdler Merkezi, Georgetown Üniversitesi'nin mütevelli heyetindedir. <br />
" Şimdiki görevleri arasında olanlar: Uluslar arası Danışmanlar Kurulu üyeliği, Chase Manhattan Bank; Uluslar arası Danışmanlar Kurulu üyeliği, Hollinger International, Inc.; Direktörler Heyeti üyeliği, ContiGroup Companies, Inc.; Direktörler Heyeti üyeliği, Freeport McMoran Copper & Gold, Inc.; Direktörler Heyeti üyeliği, First-Mark Holding; Direktörler Heyeti üyeliği, The TCW Group, Inc.; Danışman Direktörler Heyeti üyeliği, American Express Co.; Danışman Direktörler Heyeti üyeliği, Forstman Little & Co.<br />
<b>Eserleri: </b><br />
-" Nuclear Weapons and Foreign Policy <b>(Nükleer Silahlar ve Dışpolitika - 1957</b>). CFR projesinin bu kitabı Kissinger'ca yazılıp Gordon Grey'in adıyla basılmıştır. Feodal, sınırlı, "böl-parçala" (set-piece) taktik nükleer savaşı över; aynısı Bernard Earl Russell'ın desteklediği Pugwash Konferansı'nda da savunulmuş; bu konferansın ilk oturumlarının çoğuna Kissinger katılmıştır. Kitap şöyle der: "<i>Askeri operasyonların aşama aşama olabildiği ölçüde, bir seri olay, bir sonraki aşamaya geçmeden önce sonuçlandırılır; böylece bu şartları değerlendirmek ve anlaşma teklif etmek imkanını verir. Nükleer çağın çelişkilerinin sonuncusu, gizlilik örtüsünün yokluğunun askeri hedeflere varmayı kolaylaştırması değildir; bu çok gelişmiş teknoloji çağında, "savaşlar feodal dönemin tarzı gösterilere dönüşecek ve yine güçten çok irade sınanır olacaktır."</i> Bu, tam da Lord Russell'ın Pugwash dostu Dr. Leo "Strangelove" Szilard'ın ( 4) kendi Ortadoğu'da "dar alanda sınırlı nükleer savaş" senaryosunda savunduğu şeydir.<br />
-" A World Restored Castlereagh, Metternich and the Restoration of Peace 1812-22 (<b>Yeniden Kurulan Dünya: Castlereagh, Metternich ve Barışın Yeniden Kuruluşu 1812-22</b>) (1957). Bu kitapta İngiliz ve Habsburg oligarşik modelinin Viyana Kongresi'ndeki başarıları savunulur. Kissinger Avrupa tarzı güçler dengesi mekanizmalarının, bağımsız milli devletler ilişkileri düzenine üstünlüğünü savunur, ve İngilizlerin yanında Amerikan cumhuriyetçiliğine karşı yeralır. <br />
-" The Necessity for Choice: Prospects of American Foreign Policy (<b>Seçim Zorunluluğu: Amerikan Dışpolitikasında Seçenekler - 1961</b>)<br />
-" The Troubled Partnership: A Reapprisal of the Atlantic Alliance (<b>Sorunlu Ortaklık: Atlantik İttifakı'nın Bir Değerlendirmesi - 1965</b>)<br />
-" White House Years (<b>Beyaz Saray Yılları - 1979)</b><br />
-" For the Record (<b>Bunu Kaydedebilirsiniz - 1981</b>)<br />
-" Years of Upheaval (<b>Kaos Yılları - 1982)</b><br />
-" Observations: Selected Speeches and Essays (<b>Gözlemler: Seçme Konuşma ve Yazılar - 1984</b>)<br />
-" Diplomacy (<b>Diplomasi - 1994</b>)<br />
-" Years of Renewal (<b>Yenilenme Yılları - 1999</b>)<br />
-" Does America Need A Foreign Policy? (<b>Amerika'nın Dışpolitikaya İhtiyacı Var Mı? - 2001</b>). Bu kitapta Kissinger dünyanın "Westphalia Anlaşması sonrası" döneme girdiğini iddia eder. Bağımsız milli devletler dönemi kapanmıştır ve dünya hükümeti yeni dünya düzenidir..<br />
<b>Şimdiki Bağlantıları:</b> Trilateral Komisyon Yönetim Kurulu, Uluslar arası Kurtarma Komitesi (International Rescue Committee) Direktörler Kurulu, CFR<br />
<br />
<b>Dipnotlar:</b><br />
1) <i>Arap ülkeleri tarihlerinde ilk ve son kez birlikte ve OPEC bünyesini kullanarak savaşta İsrail'i destekleyen Batılı güçlere karşı petrol ambargosu başlattılar; Batı ekonomileri durma noktasına geldi. </i><br />
2) <i>Eski NATO Müttefik Kuvvetler Komutanı; 1980'de Gen. Kenan Evren, onun "askerce sözünü" kabul ederek Yunanistan'ın NATO'ya dönüşüne Türk vetosunu kaldırdı; buna karşılık AB'ye Türkiye'nin girişine Yunan vetosu da kalkacaktı; ama böyle olmadı. (ç.n.) </i><br />
<br />
3) <i>Tesisatçı kılığında rakip partinin merkezine dinleme cihazı yerleştirenler (ç.n.)</i><br />
4)<i> Peter Sellers'ın unutulmaz politik taşlaması "Dr. Strangelove" filmine gönderme </i><br />
<b>kaynak:</b><br />
<br />
- Zbigniew Brzezinski and September 11th, EIR Special Report, February 2002<br />
<br />
Çeviren: <b>Altay Ünaltay</b>altay ünaltayhttp://www.blogger.com/profile/01074664679964606101noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3211112078332654001.post-58660207302998161812011-08-22T17:57:00.003+03:002011-09-22T18:27:48.608+03:00FULBRIGHT TEZKERESİNİN SIRRI, BAŞKAN EISENHOWER'IN VEDA KONUŞMASI<table cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="float: left; margin-right: 1em; text-align: left;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><span style="font-size: small;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjHdKbU5Uy_u-sOiMqq_HXHHs2hbHAsmJ77wpnef-wB2jFzwl8lDkh8CW7oURfiEIP6nq1l92sxunru2c8WMeywUagjZEJvKa6SKINPwIHorDZN5ps5_kRRarQsyCYQqmz-9yEuUk2RDLY/s1600/Image5.JPG" imageanchor="1" style="clear: left; margin-bottom: 1em; margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjHdKbU5Uy_u-sOiMqq_HXHHs2hbHAsmJ77wpnef-wB2jFzwl8lDkh8CW7oURfiEIP6nq1l92sxunru2c8WMeywUagjZEJvKa6SKINPwIHorDZN5ps5_kRRarQsyCYQqmz-9yEuUk2RDLY/s1600/Image5.JPG" /></a></span></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><span style="font-size: small;"><i><span style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;">Sen. William Fulbright</span></i></span></td></tr>
</tbody></table><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Başkan John Kennedy yönetiminin başlamasından 6 ay geçmişti, Senato Dışilişkiler Komisyonu başkanı J. William Fulbright (Arkansas senatörü) yönetime karşı sağ kanat subaylardan gelebilecek bir darbe ile ilgili uyarılarda bulundu. Gerçi Fulbright kendi "darbe" (coup) sözünü kullanmadıysa da, başkaları kullandı; özellikle de böyle bir darbeyi planladıklarını "reddedenler". </span><br />
<span style="font-size: small;"><br />
</span><br />
<div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Bu özel raporun ima ettiklerinden dolayı burada Fulbright tezkeresi üzerine ilk elden bir soruşturmanın sonuçlarını vereceğiz; bunlar değerlendirmeye açık olup bu hayatı konuda asla "son söz" kastıyla söylenmiş değillerdir; daha çok süregiden bir tarihi soruşturmanın ilk meyveleridirler.</span></div><a name='more'></a><span style="font-size: small;"><br />
</span><br />
<div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Temmuz 1961 "Fulbright Tezkeresi"nin arkasında 1961 Nisanı’nda Tümgeneral Edwin Walker’ın görevden alınışı vardır. Walker, Augsburg, Batı Almanya’daki birliklerine John Birch Society (1) propagandası ile siyasi aşılama yapıyordu. Ama bu subaylar içinde çok daha geniş bir siyasi faaliyetin en adı çıkmış vakasıydı; olaylara muhtemelen H. Smith Richardson Vakfı’ndan Frank Barnett, Dışpolitika Araştırma Enstitüsü’nden (Foreign Policy Research Institute - FPRI) Robert Strausz-Hupe (daha sonra Pennsylvania Üniversitesi’ne geçti), ve Amerikan Strateji Enstitüsü (Institute for American Strategy - IAS) de dahildi. Sonraları 1970’ler ve 80’lerde Richard Mellon Scaife, Smith Richardson Vakfı ve Olin Vakfı’yla birlikte bu operasyonların çoğunun finansını üstlendi. </span> </div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Ama aktüel bağlam - ve Fulbright’ın bundan haberi olmadığı açık – şu idi: </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">1) Özel Harp dairesinin, Eisenhower yönetiminin son aylarındaki alışılmamış ve çok gizli imkan ve operasyonları, ve</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">2) Eisenhower’ın "özgürlüklerimiz ve demokratik sürecimiz"in giderek büyüyen "askeri endüstriyel kompleks"çe tehdit edildiği uyarısı; bu Eisenhower’la kendi askeri şefleri arasındaki 8 yıllık sıcak mücadeleden sonra geldi.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Ve sonra, Fulbrigt’ın uyarısından birkaç ay sonra Pentagon’da "Monguz (2) operasyonu"nun gizli planlaması başladı; hedef Küba lideri Fidel Castro’nun devrilmesi ya da öldürülmesiydi; kısa sürede buna Kennedy yönetimini Küba’yla bir savaşa sürükleyecek terör eylemlerinin yapılması da dahil edildi. Kübalı kaçakları kullanacak bu Pentagon/CIA operasyonundan çıkan birçok iz sonuçta Kennedy’nin kendinin Kasım 1963’te öldürülmesiyle sonuçlanan karmaşık olaylara gider. </span> </div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><b><span style="font-family: Arial,sans-serif;">Fulbright Tezkeresi</span></b></span></div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Fulbright Tezkeresi 1961 Temmuzu’nda kişisel bir mektup olarak Senato’dan Savunma Bakanı’na gitti; bu görevde Robert MacNamara vardı. Mektup başlığı "Askeri Personelin Halka Yönelik Propaganda Faaliyetleri" idi. Tezkere, 1958’de bir Ulusal Güvenlik Konseyi talimatının "askeri personelin ve tesislerin soğuk savaş belasına karşı toplumun bilincini yükseltmek" için kullanılmasını ABD politikası haline getirmesi ile başlıyordu. Fulbright, özel kurumların hazırladığı materyallerin askerlerce dağıtıldığını; bunların Başkan’ın politikasına aykırı olduğunu bildiriyordu. 1958 direktifi ile başlatılan programların fiiliyatta "aşırı sağ kanat konuşmacılar / yayınlar kullandığını, bunun muhtemel sonucunun yönetimin dış ve iç siyasetinin halk nazarında küçük düşürülmesi olduğunu" bildiriyordu.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Fulbright’ın askeri darbe iması şöyle geçer: "Belki Fransız generallerin ayaklanma çağrısını nihai tehlike için örnek vermek aşırı olur. Yine de, subaylar, Fransız ya da Amerikalı olsun, bazı ortak özellikler taşır; bu onların mesleklerinden gelir ve dünyanın her yerinde çok sayıda "tetikte askeri parmak" vardır. Bu tehlike çok uzak ve amerikan geleneğine aykırı görünse de, "uzun alacakaranlık mücadelesi" (Başkan Kennedy Soğuk Savaşı böyle nitelemiş ve "bizim hayat süremizde" çözülemeyeceğini söylemişti) de öyledir, ve toplumu eğitecek bir amerikan askeri programı da öyledir."</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Fulbright Milli Harp Koleji’nde (National War College) görev ve operasyonların ve bu kurumun Amerikan Genelkurmay Başkanlığı (Joint Chiefs of Staff – JCS) altında çalışıp çalışmayacağının gözden geçirilmesini önerdi; ayrıca FPRI, IAS, Richardson Vakfı, Milli Harp Koleji, ve Genelkurmay arasındaki ilişkilerin "bu ilişkilerin yönetimdekilerle çelişen bir görüşe resmi destek sağlayıp sağlamadığı açısından" da değerlendirilmesinde ısrar etti. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Fulbright askeri personelin dahil olduğu soruşturulması gereken 11 eğitim ve propaganda faaliyeti saydı; bunlar arasında şunlar vardı:</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;">•</span><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">"Beka Stratejisi" (Strategy for Survival) konferansı; Forth Smith ve Little Rock, Arkansas’da düzenlendi; konuşmacılar George S. Benson ve Harding College, Searcy, Arkansas’dan diğer konuşmacılardı (Benson, Church of God’dandı – Tanrı’nın Kilisesi – icatları arasında Kenneth Starr da vardı, o İngiliz bağlantılı bir haberalma elemanı ve vaizdi). Harding College yaygın gösterilen bir film yaptı: "Haritada Komünizm". Film komünizmin yayılmasından Franklin Roosevelt’i (Sovyetler Birliği’ni tanıdığı için) ve General George Marshall’ı (Çin’i komünistlerin almasına izin verdiği için) suçlu buluyordu. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;">•</span><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">"Dört Boyutlu Savaş Semineri"; Pittsburgh’da düzenlendi IAS’ın öndegelen konuşmacısı ABD dışpolitikasının 2. Dünya Savaşı’ndan beri Sovyetlerin eline oynadığını iddia etti; Kennedy’nin bazı danışmanlarının da "kimi dışpolitik fikirleri vardı ki, bunlar ortalama Amerikalıyı korkudan titretirdi". </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;">•</span><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Başka toplantı ve seminerlerle yaygınlaştırılan bir HUAC (3) yanlısı film "İptal Harekatı" (Operation Abolition). Hıristiyan Antikomünist Haçlı Seferi’nden (Christian Anti-Communist Crusade) Dr. Fred C Schwartz, FBI ajanı Herbert Philbrick ("Üç Hayatım Oldu" kitabının yazarı), Richardson Vakfı ve IAS’tan Frank Barnett buralarda çıktılar ve Komünist ihtilalciliği ve sızmasına karşı uyarılar yaptılar; Kennedy yönetimi politikalarını eleştirdiler.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Fulbright tezkeresine ekli birkaç dokümandan biri "Atom Bilimcileri Bülteni"nden (Bulletin of the Atomic Scientists) bir makaledir; konusu "Nükleer Çağda Amerikan Stratejisi" adlı kitaptır (American Strategy for the Nuclear Age); bu kitabın askeri kökenli seminerlerin ana çerçevesini çizdiği bildirilir. Kitap Frank Barnett tarafından yazılmıştır; Barnett o sıra hem IAS hem Richardson Vakfı’nda araştırma direktörüdür; kitaba FPRI direktörü Robert Strausz Hupe ve Albay William Kintner’dan katkılar vardır (Kintner o sıra FPRI’deydi). </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Makale açık şekilde IAS’ın 1955’te Chicago’da bir sempozyumdan doğmuş olduğunu bildirir; sempozyumun adı "Milli Askeri-Endüstriyel Konferans"tır. IAS, H. Smith Richardson Vakfı tarafından kurulmuş ve finanse edilmiş olup konferans amaçlarını devam ettirecektir. 1959’da IAS, bir seri "Milli Strateji Seminerleri" başlatır; bunlara Genelkurmay’ca yedek subayları eğitme yetkisi verilir. IAS ve Strausz Hupe Milli Harp Koleji ile sıkı işbirliği içinde çalışırlar. Bu seminerlerdeki konuşmacılar arasında Harvard’dan William Yandell Elliott ve Henry Kissinger da vardır. </span> </div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Fulbright Tezkeresi, bekleneceği gibi, ciddi tartışmalar başlattı; makale ve yazılar yayınlandı perde arkası faaliyetleri de başlamadı değil. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">FPRI ve direktörü Robert Strausz Hupe bir askeri darbe planladıklarını yalanlama kampanyası başlattılar. FPRI kendi "çalışanları, dostları ve destekçilerine" 18 Ekim 1961’de mektup göndererek Fulbright’ın saldırısından bahsetti ve uzunca kendi faaliyetlerini savundu. Diğer şeylerin arasında şunu da söyledi: "FPRI, Fulbright tezkeresinde zikredilen dört kurum arasında anılmaktan gurur duyar. Ancak, onlarla ilişkilerimizin soruşturulması eleştirmenlerimiz açısından hayal kırıklığı olacaktır. FPRI’de ABD askeri personelini, Cezayir’deki Fransız benzeri bir hükümet darbesine teşvik eden herhangi bir fesat ve düzen faaliyeti yoktur."</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Bundan kısa süre sonra Strausz Hupe "Atom Bilimcileri Bülteni"ne bir mektup yazar; bir kopyasını da William Yandell Elliott’a gönderir. Mektup "Sevgili Bill" diye başlar. Elliott şüpheli seminerlerin kiminde konuşmacıdır; bunlar arasında Temmuz 1960’ta Milli Harp Koleji’nde ve Nisan 1961’de Chicago’da yapılan ikisi de vardır. </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Fulbright Tezkeresi elden ele geçerek birçok Kongre soruşturmasını da başlatır. Soruşturmalar "Askeri Soğuk Savaş Eğitim ve Konuşma Teftiş Politikaları" üzerinedir ve Senato Silahlı Hizmetler Komitesi’nce hazırlanan Özel Komite’ce yürütülür. Soruşturmalar 1961 sonu ve 1962 başlarında yapılır. Edwin Walker ve IAS seminerleri, doğal olarak soruşturmaların önemli hedefidir. Ama soruşturmaların seyri içinde FPRI’ce yürütülen seminerlerle Frank Barnett ve IAS arasında şüpheli bir ayrım yapılır –"sorumlu" seminerler ile kaçıklarca yapılan "kukuriku" (!) seminerleri ve "kaldırım taşı" seminerleri (!) – terimler Barnett’e aittir.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Walker Komite önünde Nisan 1962’de ifade verdiğinde silahlı kuvvetlerin teslimiyetçi ve zaferden kaçan bir milli politika tarafından felç edildiği ile başlar. "Ben bu teslimiyetçi politikanın kurbanıyım," der. Askeriyenin sivillerce kontrolü bir komiserler (4) sistemini andırmaya başlamıştır. "Komünizme direniş irademiz emildi," der. "Ben uluslar arası komünist komployla yazılı olmayan bir işbirliği ve gizli ittifak politikasının kurbanıyım."</span><br />
<span style="font-size: small;"><br />
</span><br />
<span style="font-size: small;"><br />
</span><br />
<div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><b><span style="font-family: Arial,sans-serif;">Eisenhower’ın Veda Konuşması</span></b></span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><table cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="float: left; margin-right: 1em; text-align: left;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><span style="font-size: small;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhWInp8vTEMT-pT8H5cmBoi1WsW6NzRyfJgCOqa8Z6YXfuUHg8_mNAw6yyLExqvxTC_zGiSpwYfPZPCRhKaqpQ4ZHuo_gpbS1w5dqE4RtUhkaynXeMp7X8p9tYRbvsynUZqPXW7tisXjIU/s1600/Image6.JPG" imageanchor="1" style="clear: left; margin-bottom: 1em; margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhWInp8vTEMT-pT8H5cmBoi1WsW6NzRyfJgCOqa8Z6YXfuUHg8_mNAw6yyLExqvxTC_zGiSpwYfPZPCRhKaqpQ4ZHuo_gpbS1w5dqE4RtUhkaynXeMp7X8p9tYRbvsynUZqPXW7tisXjIU/s1600/Image6.JPG" /></a></span></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><span style="font-size: small;"><i><span style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;">Başkan Eisenhower</span></i></span></td></tr>
</tbody></table><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Fulbright tezkeresinden 6 ay önce (önceki - ç.n.) Başkan Dwight D. Eisenhower "askeri endüstriyel kompleks" hakkında kendi uyarısını yayınladı. 17 Ocak 1961’deki veda konuşmasında Eisenhower diyordu ki:</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">"Barışı korumakta hayati bir unsurumuz askeri kurumumuzdur. Silahlarımız kudretli ve derhal kullanıma hazır olmalıdır ki, muhtemel düşman kendi imhasını göze almak zorunda kalsın. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Askeri kurumumuz bugün eski barış zamanlarındakini çok az andırır, hatta 2. Dünya Savaşı ya da Kore’de çarpışan güçlerimizi çok az andırır bir haldedir.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Son dünya savaşına dek ABD’nin bir silah sanayii yoktu. Ama Amerikan saban yapıcıları, gerektiğinde ve istendiğinde kılıç da yapabiliyordu. Ama bugün artık acil milli savunma dönüşümleriyle vakit kaybını göze alamayız; sürekli ve dev boyutlarda bir silah sanayii yaratmalıyız. Buna ilaveten üç buçuk milyon insan doğrudan savunma konularında görevlidir. Askeri güvenliğe bugün tüm Amerikan şirketlerinin gelirlerinin toplamından fazla harcıyoruz. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Bu devasa askeri kurumlaşma ve büyük bir silah sanayii Amerika için yeni bir tecrübedir. Bunun toplam etkisi – ekonomik, politik, hatta manevi – her şehirde, her eyalet merkezinde, her hükümet dairesinde hissediliyor. Bu gelişimin zorunluluğunu kavrıyoruz. Yine de bunun menfi yönlerini anlamaktan geri kalmamalıyız. Çabalarımız, kaynaklarımız ve geçimimiz hep bundan etkilenmiştir; ve toplumsal yapımız da.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Hükümet çevrelerinde beklenmedik etkilerin oluşmasına hazırlıklı olmalıyız. Bunları askeri endüstriyel kompleksçe arzulanır ya da arzulanmaz olabilirler. Dengeleri kaymış bir gücün felaketli yükselişi ihtimali vardır ve sürecektir. </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Bu bileşimin ağırlığının özgürlüklerimiz ve demokratik işleyişimizi tehlikeye atmasına asla izin veremeyiz. Hiçbirşey garantili değildir. Yalnız uyanık ve bilinçli bir vatandaşlık dev endüstriyel ve askeri savunma mekanizmasını kendi barışçı metodlarımız ve hedeflerimizle uyumlu olmaya sevkedebilir; ve ancak böyle güvenlik ve özgürlük birlikte gelişebilirler."</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Eisenhower’ın uyarısı – 1961 Martı’nda Başkan Kennedy tarafından ve 1962’de emekli general Douglas MacArthur tarafından tekrarlandı – savunma sanayilerinin büyüyen gücüne basit bir ima olarak yorumlanıp bir kenara itildi. Ama somut nedenler, olayların bundan öte olduğuna– ve Eisenhower’ın, askeri kurumlaşmanın siyasi etkilerinin "her şehirde, her eyalet merkezinde" hissedildiği uyarısına - inanmaya götürüyor. O burada sadece askeriyeye değil, Wall Street desteğinde olan ve dev bir silahlanmayı ve Sovyetlerle karşılaşmayı teşvik eden vakıflar, think tank’ler ve özel kurumlara da gönderme yapıyordu. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><table cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="float: left; margin-right: 1em; text-align: left;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><span style="font-size: small;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi89wYHKjW8DX_ZEJBWQGLSd1VMgXg7DoCGCZZ4gTrTYSWhbYXFfhovv43HGB8P5uOBASp8er8DNJ7awKaVD7gBTJWUvpbxHHJIzOiUbKhCLKlVrumNCQxozt2Ut_bmPVB7-q9w0Bozgo8/s1600/Image7.JPG" imageanchor="1" style="clear: left; margin-bottom: 1em; margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi89wYHKjW8DX_ZEJBWQGLSd1VMgXg7DoCGCZZ4gTrTYSWhbYXFfhovv43HGB8P5uOBASp8er8DNJ7awKaVD7gBTJWUvpbxHHJIzOiUbKhCLKlVrumNCQxozt2Ut_bmPVB7-q9w0Bozgo8/s1600/Image7.JPG" /></a></span></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><span style="font-size: small;"><i><span style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif;">Başkan Kennedy</span></i></span></td></tr>
</tbody></table><div align="JUSTIFY" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;">John F. Kennedy’nin hangi şartlar altında 1961’de göreve geldiğini – ve hangilerinin sonunda onu ölüme götürdüğünü – anlamak için, Başkan Eisenhower’ın Soğuk Savaşçılara ve askeriyeye karşı mendi yönetimi döneminin özellikle son iki yılında yürüttüğü ve çoktan unutulmuş savaşlara göz atmak gerekir. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;">Gerçekten de, Eisenhower’ın başı ilk yönetim döneminden beri Genelkurmay’la dertli idi – eski bir mareşalin böyle davranacağını askeri şefler beklememişlerdi. 1954 sonu Genelkurmay Ike’ın askeri bütçedeki kesintilerine açıkça karşı çıktı; kendi "kitlesel mukabele" doktrini gereği Ike konvansiyonel güçleri büyütmenin gerekli olmadığını düşünüyordu. Defalarca aşırı askeri harcamaların ekonomiyi çarpıttığını, ve güçlü ve sağlıklı bir ekonominin en iyi savunma olduğunu söyledi. </span></div><div align="JUSTIFY" style="font-family: Arial,Helvetica,sans-serif; margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Askeri bütçe ve stratejik doktrini tek ayrım noktaları değildi. 1954’te üç kez, Fransızlar Çinhindi'nde yenildiğinde Genelkurmay –Dışişleri Bakanı John Foster Dulles’ın ateşli desteğiyle – nükleer silahların "Önleyici kullanımını" savundu. İlk ikisinde Vietminh’e ( ) karşı, üçüncüsünde Çin’e karşı; o sıra Fransızlar ısrarla Çin’in Ho Chi Minh’e destek için Vietnam’a gireceğini söylüyordu. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><table cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="float: left; margin-right: 1em; text-align: left;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><span style="font-size: small;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEicsCwFOLUL4nDof3dViL7CDywtR5SJ_VFim3uUwn-MJUA7YE3hkBa72nMVAHms_4d8-UqhMmS7mJLKU-HeeIpZqEiqy7XW7-81l8Txv8V76GVr-S028D1XDg8w_k28N_MrmXZpCxmOipw/s1600/Image8.JPG" imageanchor="1" style="clear: left; margin-bottom: 1em; margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEicsCwFOLUL4nDof3dViL7CDywtR5SJ_VFim3uUwn-MJUA7YE3hkBa72nMVAHms_4d8-UqhMmS7mJLKU-HeeIpZqEiqy7XW7-81l8Txv8V76GVr-S028D1XDg8w_k28N_MrmXZpCxmOipw/s1600/Image8.JPG" /></a></span></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">John Foster Dulles</span></div></td></tr>
</tbody></table><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Eisenhower Genelkurmay’ını topladı ve onlara Çin’e atom saldırısının kesinlikle Rusya’yı savaşa sokacağını söyledi; bu nedenle, diyordu, böyle bir savaşı yürütmenin tek yolu aynı anda hem Rusya hem Çin’e nükleer saldırıydı. Ike, Rusya’yı yoketmenin mümkün olabileceğini söyledi ve sonra komutanlara sordu: "Hadi böyle bir zafer kazandık, sonra ne yapacağız? Burada Elbe’den Vladivostok’a bir alandan konuşuyoruz ... yakılmış yıkılmış, hükümet yok, haberleşme yok, bir açlık ve felaket bölgesi. Sorarım size, medeni dünya bu durumda ne yapar? Tekrarlıyorum, bir zafer yok, hayalini görüyoruz."</span> <br />
<div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Genelkurmay’ın nükleer savaşı savunduğu dördüncü bir olay 1955 Baharı'nda Formosa (Tayvan) Krizi idi. Ama, biryandan Eisenhower Çinlilerle bir savaşı engellemeye çalışırken Genelkurmay ve Savunma Bakanlığı Çin’le bir savaşın açıkça tartışmasını yapıyorlardı; sonuçta Ike öfkelendi, "Bu herifler bir patronları olduğunu anlamıyorlar," dedi ve Savunma Bakanlığını şahsen üstlenmekle tehdit etti.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">1955’te Maxwell Taylor Genelkurmay Başkanı olduğunda, Taylor’un savunduğu "esnek cevap" –küçük, daha çevik ve sınırlı savaşlar yürütebilecek birimler, örneğin Üçüncü Dünya’daki Sovyet destekli ayaklanmalar gibi- Eisenhower’ın kitlesel mukabele doktriniyle karşı karşıya geldi. Taylor, kendi başkomutanıyla kamu önünde tartışmaya girmek yerine, Kongre ve akademi camiasından kendi "esnek cevap" politikasına müttefikler aramaya koyuldu. Destekçileri arasında Senatör John F. Kennedy, Paul Nitze, ve McGeorge Bundy vardı; bu ekip Taylor’un Kennedy yönetimi sırasında askeri politikayı devralmasının temellerini atmaya koyuldu.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">1957’de Sovyetler Sputnik’i uzaya gönderince, Eisenhower, "füze açığı"na sebep olmakla suçlanarak ağır hücumlara uğradı, halbuki sorun daha önce çıkmıştı ve Adlai Stevenson 1956 seçim kampanyasında bunu malzeme yaptı. 1957’de Hava Kuvvetleri bir rapor yayınlayarak Sovyetlerin 1963’te ilk-saldırı gücüne ulaşacağı tahminini yaptı – ama buna CIA bile itiraz etti.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Aynı yıl, Ford Vakfı’ndan H. Rowan Gaither başkanlığındaki bir komisyon, Sovyetlerin hızla ABD’ye yetiştiği kanaatine vardı; bu gidişle sürpriz kıtalararası füze saldırısı yapabileceklerdi. Yayınlanan raporda dev bir silahlanma isteniyordu; Ike buna itiraz ederek ABD’yi bir "garnizon devletine" çevirmeyeceğini söyledi. (Hatta bu komisyonun üç üyesi "önleyici nükleer savaş" istedi).</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Sonra 1958 başları, Rockefeller Brothers Vakfı milli güvenlikle ilgili bir rapor yayınladı; rapor şöyle bitiyordu: "Şimdiki gidiş değiştirilmezse, dünya güç dengesi Sovyet bloku lehine kayacaktır." Rockefeller raporu ayrıca askeri harcamalarda derhal bir artış istiyordu.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Yangına benzin döken, "Washington Post’tan" Joseph Alsop’un 1958’de yayınladığı yazı dizisi oldu. Burada kullandığı sahte rakamlarla ABD’yi kıtalararası balistik füze üretiminde Sovyetlerin fersahlarca gerisinde gösteriyordu. Eisenhower bir özel konuşmasında Alsop için "yeryüzündeki hayvan türlerinin en aşağısı" dedi.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Ike biliyordu ki, "füze açığı" konusundaki iddialar doğru değildi, ama U-2 uçuşları ve diğer gözlem kaynaklarından gelen gizli bilgiyi açıklayamazdı; bunlar Sovyetlerin hayli geride olduğunu gösteriyordu. Ike yine biliyordu ki, ABD vurulması zor Polaris denizaltı füze sistemini geliştiriyordu; bunun anlamı ABD’nin kitlevi bir ikinci saldırı kapasitesini İlk Sovyet saldırısından sonra da koruyabileceği idi. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Dahası, Soğuk Savaş propaganda makinesi ülkeye verdiği izlenimde, Eisenhower’ı 1958-59 Berlin krizine yeterli tepki vermemiş olarak gösterdi ve ondan genel seferberlik ilanı, ve Doğu Avrupa’da halk ayaklanmalarını desteklemesi istendi. Eisenhower bu istekleri ve giderek artan silahlanma lobiciliği faaliyetlerini "büyük çapta politik bir histeri" diye niteledi. Biyografi yazarı Steven Ambrose bu dönemi yazarken, "Eisenhower’ın önemli işlerinden biri milleti yatıştırmak idi" der. </span> </div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><b><span style="font-family: Arial,sans-serif;">U-2 Olayı ve Paris Zirvesi</span></b></span></div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Richard Nixon’un halefi olacağından korkan Eisenhower (her ne kadar ikinci aday Nelson Rockefeller’e Nixon’ı tercih etse de), görevindeki son iki yılını silahlanma yarışına bir son vermek ve dünya barışını getirmeye adadı. Eisenhower giderek daha çok kendini Savunma Bakanlığı, Genelkurmay ve CIA ile çatışma halinde buldu. Bu sonuncular, örneğin Sovyetler Birliği üzerinde daha çok U-2 uçuşu için bastırıyorlardı. Oysa Ike bunu provokasyon olarak görüyordu. Ve yine onlar daha çok silahlanma harcaması istiyorlardı. Mart 1959’da Eisenhower Genelkurmay’a bir mesaj göndermek zorunda kaldı; onlara "ordunun bu ülkede bir araç olduğunu, politika üreten bir kurum olmadığını hatırlatıyordu; Genelkurmay şefleri üst düzey politika kararlarından sorumlu değillerdi." </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Eisenhower Mayıs 1960’da Kruşçev’le Paris’te buluştuğunda başkanlığını bir nükleer test yasağı anlaşması ile taçlandırmak istedi. Bunun daha sonra bir silahsızlanma anlaşmasına gidecek yolu açacağına inanıyordu. Buna şiddetle karşı çıkıldı; muhalifler sadece 1960 başkanlık kampanyasında yarışan Demokratlar değil, kendi yönetimi ve özellikle de Genelkurmay idi. Cumhuriyetçi Parti’de Rockefeller açıkça Eisenhower’ın barış politikalarına karşı çıktı. 1960 kampanyasına girerken her kesim daha çok silahlanma harcaması istiyordu. Pentagon Eisenhower’a, onun B-70 bombardıman uçağına muhalefeti nedeniyle açıkça karşı çıktığında ve Hava Kuvvetleri Komutanı Kongre önünde B-70’in ülkenin savunması açısından "hayati" olduğu yönünde ifade verdiğinde, Eisenhower öfkeyle Genelkurmay’ın başkomutana kamuoyu önünde bu açık muhalefetini "ihanete bedel" olarak mahkum etti.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Paris Zirvesi, ve Ike’ın test yasağı anlaşması ve Sovyetlerle detant hayalleri CIA’in U-2 casus uçağının 1 Mayıs 1960’da Sovyetlere zorunlu iniş yapışıyla darmadağın oldu. U-2 olayında Ike özellikle Allen Dulles tarafından iki kez aldatıldı ve sonra bunu farketti. Önce Ike’ı dehşete düşürecek şekilde 1960 baharında Dulles bir uçuş daha diye ısrar etti. Ike eğer herhangi bir şey ters giderse, bunun Paris zirvesini berhava edeceğini söylüyordu. Dulles ve CIA başkan yardımcısı Richard Bissell Başkana güvence verdiler ve herhangi bir şey ters giderse uçağın kendi yoketme mekanizmasıyla tahrip olacağını, pilotun öleceğini ve Sovyetlerin hiçbir delil bulamayacağını söylediler. Sonuçta uçak düştüğünde Eisenhower önce büyük yanlış yaparak herşeyi inkar etti. O sıra Kruşçev ona bir tuzak hazırlıyordu; sonunda sadece uçağı değil sağ salim haldeki pilot Gary Powers’ı da sahneye çıkardı. Uçağın içerde sabote edildiği de ihtimal dahilindedir; amaç Eisenhower’ın planlarını bozarak zirveyi dağıtmaktı. </span> </div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><table cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="float: left; margin-right: 1em; text-align: left;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><span style="font-size: small;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhT5hdgWEQzWCNM0PF1qtDK7STt8fi6reXFOA2tyu1wWg7FSEevGwHRCJRuyt3Ca9BMW5x9-5S3PzbMPfdvmQXLyZ3bhmEnOE4DsqumDqNJV8jWqPHcPRmEGX6EIYPyjnOY_Fv-v-cOdSs/s1600/Image9.JPG" imageanchor="1" style="clear: left; margin-bottom: 1em; margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhT5hdgWEQzWCNM0PF1qtDK7STt8fi6reXFOA2tyu1wWg7FSEevGwHRCJRuyt3Ca9BMW5x9-5S3PzbMPfdvmQXLyZ3bhmEnOE4DsqumDqNJV8jWqPHcPRmEGX6EIYPyjnOY_Fv-v-cOdSs/s1600/Image9.JPG" /></a></span></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><div style="margin-bottom: 0cm; text-align: center;"><span style="font-size: small;"><i><span style="font-family: Arial,sans-serif;">U-2 casus uçağı</span></i></span></div></td></tr>
</tbody></table><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Bu olay Eisenhower döneminin sonu oldu. Daha sonra Ike kendi yönetiminin arkasından çevirdiği oyunlara karşı geri safta mücadele etme durumuna düştü. O sıra Genelkurmay açıkça onun politikalarını eleştiriyordu. Haziran'da Cenevre’deki silahsızlanma görüşmeleri, beklendiği gibi çöktü; ve kısa sürede silahlanma yarışı Eisenhower’ın gözü önünde kontrolden çıktı. O, ABD nükleer arsenalinin Sovyetlere karşı üstünlük sağlamanın çok ötesine geçerek "delice" ve "amansız" hale geldiğini söyledi. </span> </div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><b><span style="font-family: Arial,sans-serif;">Kennedy Dönemine Geçiş</span></b></span></div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Ike’ın zayıf konumundan yararlanarak Dulles ve Pentagon’daki "özel harp" müttefikleri sonraki yönetim için harekete geçtiler – yönetim Nixon ya da Kennedy’ye geçsin farketmezdi. Bu işlerin arasında Küba'nın paramiliter güçlerce istilası hazırlıklarının hızlandırılması vardı. Yine Dulles’ın baskısıyla Eisenhower paramiliter bir gücün kurulmasını onayladı, akama harekata meşru bir sürgün hükümeti kuruluncaya dek izin vermeyecekti. Ve hep yaptığı gibi Ike, CIA paramiliter operasyonunun küçük çaplığı ve gerektiğinde inkar edilebilir olmasını istedi. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Dulles, Edward Lansdale ve Pentagon’daki müttefikleri Kasım seçimlerinden kısa süre önce Fort Bragg, Kuzey Carolina’da bir Ordu Özel Harp Merkezi (Army Special Warfare Center) kurmayı başardılar. Planları büyük çapta Maxwell Taylor’un "gayrı nizami harp" ekibi tarafından yardım gördü, Taylor bunları 1959’da Genelkurmay Başkanlığının son yıllarında kurmuştu. Herkesten çok Taylor Ordu Özel Güçleri ile CIA arasında antiterör operasyonları evliliğini destekledi. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Özel Harp okulunun ders programını Albay Edward Lansdale hazırladı; kendisi CIA’nin tepe antiterör uzmanıydı (Her nekadar resmi bordrosu Hava Kuvvetleri’nden olsa da). Lansdale 1950’lerin çoğunu Filipinler ve Vietnam’da geçirmişti. O sıra Lansdale Vietnam’dan dönmüş ve Pentagon Özel Harekat Dairesi’ne (Office of Special Operations) atanmıştı. Ders programı ağırlıklı olarak karşı terör ve pasifleştirme taktikleri ile doluydu; bunlara örnekliği Malaya’daki İngiliz ve Cezayir’deki Fransız tecrübeleri teşkil ediyordu (Fort Bragg’deki okul daha sonra, kaderin garip bir cilvesi, "John F. Kennedy Özel Harp Merkezi" olarak adlandırıldı).</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><table cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="float: left; margin-right: 1em; text-align: left;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><span style="font-size: small;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjNNKN0lTWZkKhheGZkNw7LxOY32d-D1zviyP6v-mFOoYNUi1CCbvrGc3baj0-bTPCVBPC-5jQBJuBkbefDrglqN8jdiX0DK2bRspvADACCUECfuyuf1TckBfVVY6wlJpBrb1hBHPr3Gfg/s1600/Image10.JPG" imageanchor="1" style="clear: left; margin-bottom: 1em; margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjNNKN0lTWZkKhheGZkNw7LxOY32d-D1zviyP6v-mFOoYNUi1CCbvrGc3baj0-bTPCVBPC-5jQBJuBkbefDrglqN8jdiX0DK2bRspvADACCUECfuyuf1TckBfVVY6wlJpBrb1hBHPr3Gfg/s1600/Image10.JPG" /></a></span></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><i><span style="font-family: Arial,sans-serif;">Albay Edward Lansdale</span></i></span></div></td></tr>
</tbody></table><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Aynı anda ve uğursuz bir biçimde CIA ve onun Özel Harp müttefikleri kendi "danışmanlık" faaliyetlerini 1960’lar Vietnam’ında başlattılar, yeni gelen Başkan’a bir "hoşgeldin oldubittisi" hazırlanıyordu. </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Bunun arkaplanında hatırlanmalı ki, Eisenhower Fransızların Vietnam’dan geri çekilmesine yardıma karşı çıkmıştı. NATO komutanı olduğu zamanlar Fransızları Çinhindi’ne bağımsızlık vermeye davet etti. Büyük saygıyla Eisenhower Franklin Roosevelt’in antikolonyalist görüşlerini paylaşıyordu ve 1953’te Winston Churchill’e eski usul kolonyalizmin artık süremeyeceğini söylerdi; Ike Churchill ve Fransız Başbakanı Laniel’le ilk karşılaştığında, onları sömürge konularında gözleri kör olarak bulduğunu rapor etti. Eisenhower daha sonra da Fransızlara Cezayir’de yardımı reddetti ve şöyle dedi: "Eski, milli bağımsızlığı ve kendi kaderini tayini destekleyen prensiplerimizi terkedip sömürgeciler arasına katılamayız."</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">1954’te Fransızlar Vietnam’da yenilgiye yaklaşırken, Eisenhower Amerikan askeri müdahalesi talepleriyle karşılaştı; talepler kara birlikleri göndermekten Vietminh’i atom silahlarıyla bombalamaya dek uzanıyordu. Ike, böyle bir müdahalenin "bizi emperyalizm ve sömürgecilik suçlamaları ile karşıkarşıya bırakacağını" açıkladı. Fransızlar Dien Bien Phu’da yenildikten sonra Genelkurmay ve Ulusal Güvenlik Konseyi Çin’e atom silahlarıyla saldırılmasını teklif etti. Eisenhower buna cevap verdi: "Çocuklar siz delirmişsiniz. Bu korkunç silahları Asyalılara karşı on sene içinde ikinci kez kullanamayız. Aman Tanrım." </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Yine de, Eisenhower Dulles’ın isteklerini kabul edip Vietnam’a CIA yardımı ile Amerikan askeri danışmanları gönderdi. Lansdale Filipinler’den 1954’te Vietnam’a getirildi ve Saygon Askeri Misyonu’nun başına geçti – amaç Eisenhower ve Kennedy yönetimleri esnasında buraya yerleşecek Amerikan müdahale güçlerinin temelini etmekti. </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Ama Başkan Kennedy öldürülmesine yakın ABD güçlerini vatana getirip savaşı sonlandırma planlarını açıkladı. Kennedy’nin politikası öldürüldükten birkaç gün sonra tamamen tersyüz edildi; böylece 1970’lerin başlarında Amerika’nın buradaki askeri 50.000’e çıktı – Eisenhower böyle birşeyi düşünemezdi bile. Gerçekten de Ike Kennedy’yi, başkanlık geçiş döneminde brife ederken, iki kez Kennedy’ye Güneydoğu Asya’da karşılaştığı en büyük sorunun Laos (Vietnam değil) olduğunu söyledi. </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Toparlarsak: Başkanlığı John F. Kennedy’ye devredene dek Eisenhower, savunma politikaları konusunda her taraftan hücuma uğradı; Cumhuriyetçilerden, Demokratlardan; "füze açığı" ve "roket açığı" sözü delilik boyutuna vardı. Askeri harcamaları kısmak konusundaki savaşı kaybetti; Sovyetlerle barış ve detant ümitleri darmadağın oldu. Ve askeri-CIA işbirliğinin "Özel Harp" imkanları hızla ABD’yi Vietnam ve başka yerlerde sınırlı savaşlara sokacak hazırlığa ulaştı. </span> </div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><b><span style="font-family: Arial,sans-serif;">Eisenhower’ın Veda Konuşması</span></b></span></div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Eisenhower’ın o dönem "Uygarlıklar Çatışması" güruhundan çektiklerine örnek olarak, 1960’da yazılan "Amerika İçin Bir İleri Strateji" (A Forward Strategy for America" kitabı gösterilebilir. Yayınlayan Strausz-Hupe,’nin FPRI’sidir.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">"İleri Strateji" Amerika’nın Soğuk Savaş’ı kaybettiği varsayımıyla başlar; Sovyetler galiptir ve artık Sovyetlerle bir barış umudu yoktur. Strausz Hupe geçen beş yılda (1955’ten beri) ABD’nin silahsızlanma konusunda "komünistlerce hazırlanan tuzağa düştüğünü" iddia eder; ABD yönetimi "silahsızlanma konusunda dünya kamuoyunun memnuniyetsizliğini yatıştırmaya çalışmaktadır". Ekim 1958’den beri nükleer deneme yasağı tartışmalarında, "Amerikan politikasının, özellikle tek taraflı deneme yasağının, ulusal güvenlik politikasını tamamen yıktığını" söyler. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Şüphesiz, tüm bu komünizme karşı "İleri strateji"si, aslında Strausz Hupe’nin, Eisenhower yönetimi zamanında başarısız bulduğu ABD politikasına yönelikti. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Bunlar Eisenhower’ın Ocak 1961 veda konuşmasının perde arkasıdır. Askeri endüstriyel kompleksin giderek artan etkisi konusundaki uyarısının yanısıra Eisenhower, bir silahsızlanma anlaşması imzalayamamaktan duyduğu hayal kırıklığını da ifade etmiştir. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">"Silahsızlanma, karşılıklı onur ve güvenle olmak koşuluyla sürekli bir gerekliliktir. ... Bu gereklilik son derece keskin ve açık olduğundan, görevimi bırakırken resmi sorumluluklarım açısından burada hayal kırıklığı yaşadığımı itiraf etmeliyim. Savaşın dehşet ve takip eden üzüntüsünü yaşamış biri olarak, bir başka savaşın, bu, yavaş ve acılı olarak binlerce yılda inşa edilmiş uygarlığı tümden yokedeceğini bilen biri olarak, bu gece şunu demek isterdim: Barış ufukta. Hiç olmazsa diyebilirim ki, savaş önlenmiştir."</span></div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><b><span style="font-family: Arial,sans-serif;">Kennedy Başkanlıkta, Kuşatma Altında</span></b></span></div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Dört gün sonra, John F. Kennedy Başkan olarak and içti. Eisenhower’a nisbetle bir "şahin" olarak kampanya yapmış olan Jack (John denmek isteniyor, ç.n.) ve kardeşi Bobby (Robert, ç.n.) Allen Dulles’tan çok daha fazla etkiye açıktılar. Onlara hazırlanmış ilk tuzak Nisan 1961 Domuzlar Körfezi çıkartmasıydı (Küba’nın istila girişimi, ç.n.); çıkartma kuvveti Eisenhower’ın onayladığı 300 kişiden 3000’e çıkarılmıştı. Genelkurmay bu CIA operasyonunun başarısızlıkla sonuçlanacağını düşünüyordu; ama ses etmedi, Kennedy’yi operasyonla başbaşa bıraktı. CIA’in Küba halkının Castro’ya karşı ayaklanma isteği ile ilgili abartmasının yanısıra, bu felaketteki temel etken planlanmış hava saldırılarının iptaliydi. Bunun için Kennedy suçlandı, ama aslında bunu onun Ulusal Güvenlik danışmanı McGeorge Bundy yaptı.</span></div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><table cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="float: left; margin-right: 1em; text-align: left;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><span style="font-size: small;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj0ldYU-7J1uUq7Jjyzyjy6pYlpLhRPFrfHPYvwbYzRcijIuRZgWZ2UFKgG0aD5RKiUvsFhqhRxwpJrV3RQlj9G-zt1NWFXytWiXD8NtTRywnuvscnKSvqUrp9jNMUnf2CbU9R22wUAP8s/s1600/Image11.JPG" imageanchor="1" style="clear: left; margin-bottom: 1em; margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj0ldYU-7J1uUq7Jjyzyjy6pYlpLhRPFrfHPYvwbYzRcijIuRZgWZ2UFKgG0aD5RKiUvsFhqhRxwpJrV3RQlj9G-zt1NWFXytWiXD8NtTRywnuvscnKSvqUrp9jNMUnf2CbU9R22wUAP8s/s1600/Image11.JPG" /></a></span></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><span style="font-size: small;"><i><span style="font-family: Arial,sans-serif;">Allen Dulles</span></i></span></td></tr>
</tbody></table><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Kennedy başarısızlığın tüm sorumluluğunu üstlendi, ama bu işin dibine dek inmeye kararlıydı. Ne yazık ki, Maxwell Taylor’u emeklilikten geri çağırıp bir soruşturma komisyonunun, Küba Araştırma Grubu’nun (The Cuba Study Group) başına oturttu. Bu andan itibaren –eğer daha önce değilse- CIA direktörü Allen Dulles, Taylor’u safına katmak için hedefine aldı; amaç Beyaz Saray’da antiterör ve gayrınizami harp konularında avukatlık ve ön cephe savunuculuğu yapacak bir adam bulmaktı. Küba Komisyonu’nda Bob Kennedy ve tabii ki Dulles da vardı; o komisyonun oturumlarını Domuzlar Körfezi fiyaskosundan ve CIA’den Genelkurmay’a kaydırmayı başardı. </span><br />
<div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Dulles, ayrıca komisyonun oturumlarını sırf geçmişe değil, geleceğe de ilişkin manipüle etti ve John ve Bob Kennedy, ABD antiterör ve anti gerilla harp eğitim ve imkanlarını genişletmenin hayatiliğine ikna edildiler. </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Ama Başkan Kennedy bundan başka bir ders daha çıkardı –CIA ve ordu üzerinde kontrol sağlamalıydı. Taylor’un yolgöstericiliğinde Kennedy Ulusal Güvenlik Eylem Tezkeresi No: 55’i (NSAM Nr: 55) hazırlattı. Bu tezkere ile Genelkurmay sulh dönemi gizli operasyonlarından sorumlu kılındı. Bununla CIA elinden alınan yetki –aslında, denebilir ki, zaten ona hiç verilmemiş olmalıydı. (1947 Ulusal Güvenlik Kanunu’nda CIA diğerlerince elde edilen bilgileri analiz ve koordinasyonla sorumlu kılınıyordu, doğrudan istihbarat toplamak ve gizli operasyon yetkisi yoktu). Ama, gelenekçi bir asker olan Gen. Lyman Lemnitzer’ın yönettiği Genelkurmay gizli operasyonların sorumluluğunu istemedi ve CIA de bunun kendinden alınmasını istemedi, böylece Kennedy’nin politikaları hiçbirzaman uygulanmadı.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Kennedy için hazırlanan ikinci tuzak Vietnam’dı. Domuzlar Körfezi başarısızlığının son günü -20 Nisan 1961- Kennedy, Vietnam için genişletilmiş bir antiterör programını onayladı; bunun için yaratılan görev gücü Savunma Bakan yardımcısı (ve bir Wall Street avukatı) Roswell Gilpatrick’çe yönetiliyordu. Görev gücü komutanı Lansdale idi – görevi yeni başkanla yemin töreninden bir hafta sonra Vietnam üzerine yaptığı bir brifing toplantısında koparmıştı. </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Ama Kennedy Vietnam konusunda başka ve karşıt tavsiyeler de alıyordu –bunların onun üzerinde kalıcı etkisi oldu-; bunlar emekli Gen. Douglas MacArthur’dan geliyordu. Kennedy önce Nisan sonu MacArthur’u çağırdı; sonra onunla Beyaz Saray’da Temmuz 1961’de üç saat süren bir görüşme yaptı. MacArthur Kennedy’ye ünlü tavsiyesini yaparak, Asya’da asla kara savaşına girmemesini söyledi; Kennedy’nin Vietnam ya da Asya’nın başka biryerinde askeri yığınak yapmaması için adeta yalvardı ve "domino teorisinin" (6) zırva olduğunu söyledi. 1963’te, Kennedy Vietnam’da savaşı hızlandırmak ve yeni Amerikan birlikleri göndermek konusunda ağır baskı altındayken, sıksık şöyle diyecekti: "Buna General MacArthur’u razı edin, ben de razı olurum."</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">1963 Ekimi’nde Kennedy Vietnam konusunda ilk politikasını resmileştirdi: NSAM Nr. 263 yayınlandı ve 1963 Noeli’nde Vietnam’dan 1000 ABD askerinin çekilmesini öngördü; 1965’te tüm askerler geri çekilmiş olacaktı. ALTI HAFTA SONRA KENNEDY ÖLDÜRÜLDÜ (büyük harfler çevirenin) ve politikası anında tersyüz edildi.</span></div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><table cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="float: left; margin-right: 1em; text-align: left;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><span style="font-size: small;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhxVEwe1QeqcnZlx95JnlTtVkKSd6R1MwOeQ5DYkqxZeIDpX-kj6tOyT9uPWXi1-Y1vb3v9943pP48vB6-dYP9ZKpXbWECADCv1ENSB7BUR1xC7vB4AqmDMh6wQoXkWo39dl8sjaVwr4gU/s1600/Image12.JPG" imageanchor="1" style="clear: left; margin-bottom: 1em; margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhxVEwe1QeqcnZlx95JnlTtVkKSd6R1MwOeQ5DYkqxZeIDpX-kj6tOyT9uPWXi1-Y1vb3v9943pP48vB6-dYP9ZKpXbWECADCv1ENSB7BUR1xC7vB4AqmDMh6wQoXkWo39dl8sjaVwr4gU/s1600/Image12.JPG" /></a></span></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><span style="font-size: small;"><i><span style="font-family: Arial,sans-serif;">Gen. Douglas MacArthur</span></i></span></td></tr>
</tbody></table><span style="font-size: small;"><b><span style="font-family: Arial,sans-serif;">"Northwoods Operasyonu"</span></b></span> <br />
<div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Bu arada, 1961 sonları Küba araştırma Grubu’nun çabaları sonucu Küba Görev Gücü oluşturuldu; bunun amacı Fidel Castro’yu devirmekti, bu harekat "Monguz Operasyonu" adıyla tanındı (Operation Mongoose) Küba Görev Gücü’nün komutanının da Edward Lansdale olması sürpriz değildi. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Küba projesinin Castro’nun katlini de kapsadığı bilinen birşeydir. Ama son zamanlara dek bilinmeyen, 1962’de Küba Görev Gücü’nün aynı zamanda ABD’YE KARŞI DA TERÖR EYLEMLERİ (büyük harfler çevirenin) planladığıydı; amaç ABD’yi Küba’yla savaşa çekmekti. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">1962 terör planının adı "Northwoods Operasyonu"ydu ve Genelkurmay Başkanı Lyman Lemnitzer imzasıyla yayınlandı. Ama bu işin yapılış tarzı gösteriyor ki, plan Lansdale ve onun Küba Görev Gücü'ndeki ekibince hazırlanmış ve Lemnitzer’a imza için sunulmuş; o da onu Savunma Bakanı Robert McNamara’ya sunmuştur. (McNamara’nın bu belgeleri alıp almadığı bilinmiyor; 2001 Nisanı’nda "The Baltimore Sun" gazetesi McNamara’nın ağzından şu ifadeyi yayınladı: "Bunu hiç duymadım. Kurmaydakilerin CIA tipi diyeceğim operasyonlardan bahsettiklerine ya da karıştıklarına inanamam.")</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Lemnitzer’ın önsözü Genelkurmay’ın çalışmayı "değerlendirdiğini" söyler; çalışma "Küba’ya bir askeri müdahale için meşruiyet sağlayacak gerekçeleri tasvir eder". Sözüne devamla "tek bir kuruma planın askeri ve paramiliter boyutlarını geliştirme sorumluluğu verildiğinin" varsayıldığını söyler, ve sorumluluğun Genelkurmaya verilmesini tavsiye eder. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Ekli çalışma "Küba’ya ABD Askeri Müdahalesinin Meşruiyeti", bir ABD askeri müdahalesi için siyasi kararın, ancak "bir müddet gergin süren ABD – Küba ilişkilerinden sonra ABD’nin meşru mazeretleri olduğu bir konuma gelmesiyle" çıkacağını varsayar. Dünya kamuoyu ve BM, Küba Hükümeti’nin saldırgan ve sorumsuz tavrı konusunda etkilenecek ve Küba Batı Yarımküre’de acil ve kestirilemez bir barış tehdidi olarak gösterilecektir."</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Bundan sonra bir seri eylem teklifi ile ABD’nin askeri müdahale meşruiyeti sağlanır.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">İlk teklif "bir seri iyi koordine edilmiş olaydır"; olayların sahnesi Guantanamo, Küba’daki ABD deniz üssüdür. Dost Kübalılar kullanılır, Küba askeri üniforması giyerek üste çatışma çıkarırlar; cephaneliği havaya uçururlar, limanda bir gemiye sabotaj düzenlerler ve üs girişinde bir gemiyi batırırlar. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Sonraki: "Bir ‘Maine’i Hatırlayın’ olayı düzenlenebilir (7) ... Guantanamo’da bir ABD gemisini havaya uçurup Küba’yı suçlayabiliriz", ya da bir gemiyi Küba karasularında uzaktan kumandayla uçurabiliriz. Çalışma şu soğukkanlı tahmini yapar: "ABD gazetelerindeki kayıp listeleri faydalı bir milli öfke dalgası yaratacaktır."</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Çalışma devam eder: "Miami bölgesinde bir komünist Küba terör saldırısı düzenleyebilir, diğer Florida şehirlerine, hatta Washington’a bunu yayabiliriz. Terör saldırısı ABD’ye sığınmış Kübalı mültecileri hedef alabilir. Florida’ya gelen bir mülteci gemisini batırabiliriz (gerçekten ya da gösteri olarak). Ya da ABD’deki Kübalı göçmenlerin hayatına yönelik saldırılar düzenleyebiliriz. ...</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">"Birkaç plastik bombayı iyi seçilmiş yerlerde patlatmak, Kübalı ajanların tutuklanması ve hazırlanmış dokümanların ifşaı da faydalı olur..."</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Teklif edilen diğer eylemler arasında sahte Sovyet Mig uçaklarının sivil uçaklara saldırısı, gemilere saldırısı ve uzaktan kumandalı ABD askeri uçaklarını vurması sayılabilir. "Hava ve deniz taşıtlarının kaçırılması girişimleri" de teklif edilmiş, ve sonra –hepsinin en kurnazcası olan bir planda- Küba hava sahasında sahte bir sivil yolcu uçağının düşürülmesi buna eklenmiştir.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Başkan Kennedy planı reddetti, ve ordu tüm belgelerin imha edilmesini emretti. Yine de, bu belgelerin kimi imhadan kurtuldu, ve onyıllarca çok gizli mührü altında saklandıktan sonra yenilerde günışığına çıktı.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><table cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="float: left; margin-right: 1em; text-align: left;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><span style="font-size: small;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgThnVZ6k8pnfMwsuGnw9il9HrQtNtYvvZ_oVfyFZRe3_8MYNCQJG2aTSiBWzemxFTvYqi91ZHW4VbUgjwfkZoqqz4QmDdEAAN-TJ9eEB51afmZGNCzEpRRUA8VhBs-LAXfmBMucux7LsI/s1600/Image13.JPG" imageanchor="1" style="clear: left; margin-bottom: 1em; margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgThnVZ6k8pnfMwsuGnw9il9HrQtNtYvvZ_oVfyFZRe3_8MYNCQJG2aTSiBWzemxFTvYqi91ZHW4VbUgjwfkZoqqz4QmDdEAAN-TJ9eEB51afmZGNCzEpRRUA8VhBs-LAXfmBMucux7LsI/s1600/Image13.JPG" /></a></span></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><span style="font-size: small;"><i><span style="font-family: Arial,sans-serif;">Gen. Lyman Lemnitzer</span></i></span></td></tr>
</tbody></table><span style="font-size: small;"><b><span style="font-family: Arial,sans-serif;">"Politik Savaş"</span></b></span> <br />
<div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">CIA/askeri mekanizması içinde Dulles ve Lansdale’ce yürütülen operasyonlara paralel olarak FPRI/Richardson/IAS şebekelerince yürüten "özel" operasyonlar da Fulbright Tezkeresi’nde anlatılır. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Bu şebekeler içinde kilit bir isim Frank Barnett’tir; o sıra H. Smith Richardson Vakfı başkanı ve aynı zamanda IAS program direktörüdür. Tarihsel süreklilik adına şu da belirtilmeli ki, 1961’de Barnett Ulusal Strateji Enformasyon Merkezi’nin (National Strategy Information Center – NSIC) kuruluşunda Prescott Bush’a yardım etmiş; o da daha sonra Richard Mellon Scaife’den büyük mali destek görmüştür. NSIC bizi 1981’de Başkanlık Emri 12333’e (Executive Order 12333) getiren yerdir – yani Reagan – Bush "gizli hükümeti" ve "İran/Contra" skandalına (8).</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">1951’e dönersek, Barnett Amerikan desteğinde Sovyet blokundan gelme göçmenlerden bir yabancılar lejyonu kurulup adının "esir milletler tugayı" konulmasını teklif etti. Tugay Ruslar, Polonyalılar, Macarlar, Ukraynalılar, Çinliler, Koreliler ve diğerlerinden oluşacaktı. Barnett, ayrıca, Soğuk Savaş stratejisi için ayrı bir Kabine Dairesinin ve bir "Politik Savaş West Point"unun (9) kurulmasını önerdi.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">1961’de Barnett yabancılar lejyonu fikrinden vazgeçmiş görünür, ama birçeşit az yoğunluklu harp-terör fikrini savunmakta buna "politik savaş" demektedir. "Bir Politik Savaş Önerisi" (A Proposal for Political Warfare) adlı bir makale yazar; Mart 1961’de "Military Review" dergisinde yayınlanır. Makale FPRI’nin 1960 "İleri Strateji"sinin bir devamı niteliğindedir. Barnett "politik savaşı" sadece propagandadan öte bir şey olarak tanımlar:</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">"Politik savaş bir hükümet ya da siyasi grupça düzenlenen sürekli bir çaba olup amacı iktidarın ele geçirilmesi, korunması ya da güçlendirilmesidir; hasım tanımlanmış bir ideolojik düşmandır; araçlar düzenli askeri kuvvetlerle yürütülen bir savaş dışındaki herşeydir; ancak böyle bir savaş "tehdidi" kapsam dışı değildir. Politik savaş, kısaca, savaştır, halkla ilişkiler işi değildir. Bir kısım ikna ise iki kısmı aldatmadır. Çeşitli tehdit ve şiddet yöntemleri kullanılır; bunlar arasında grevler ve ayaklanmalar, ekonomik yaptırımlar, gerilla ya da taşeron savaş taktikleri ve eğer gerekirse düşman elitlerin kaçırılması ve öldürülmesi vardır."</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Barnett, daha sonra ayaklanma ve cinayetler konusunu sessiz geçer ve kilit askeri ve sivil liderlerin komünizme karşı savaşta eğitimi ve seferberliği için sürekli kampanya çağrısı yapar. Şikayeti, Hür Dünya’nın daha komünizmi düşman olarak bile tanımlamayı kabul etmemesidir. Bazı ülkelerde komünist partilerin yasal olduğundan dert yanar. Komünistler özgürce yıkıcı faaliyetleri için kaynak toplayabilir; üniversitelerde eğitim verebilir, işçi sendikalarını, hatta hayati endüstri kollarında bile, kontrol edebilirler. "Batı düşmanı açıkça tanımlamamıştır. Hala savaşta olduğumuzu kabul etmiyoruz... Ortak ideolojik hedeflerimiz yok."</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Birçok Çin-Sovyet kazanımının geriye çevrilebileceğini iddia eder; tabii eğer Batı demokrasilerinde kamuoyu komünist saldırının doğası konusunda yeterince uyanık olursa. Ama "eğer Amerikan kamuoyu Mao, Lenin ve Clausewitz konusundaki ev ödevlerini yapmazsa, hala Washington’a daha çok sosyal refah için baskı yapmaya devam edecektir" (!). Nasıl İngilizler Dunkirk (10) arefesinde lüks ve hemen barış talep etmişlerse, der Barnett "Komünist amaçlar ve tekniklere ilgisiz bir Amerikan kamuoyu da daha çok özel imtiyaz, özel çıkar ve öncelik için lobicilik yapmaya devam eder."</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Ne yapılması gerektiğine bir örnek olarak, Barnett bir seri seminer önerir. Seminerler ondu ve Amerikan Strateji Enstitüsü (IAS) tarafından ortak yürütülecektir. IAS 1958’de kurulmuş olup, Richardson Vakfı’nca desteklenir ve ona "seyyar bir iç savaş koleji" de denebilir. IAS Genelkurmay’a iki haftalık bir strateji seminerinin yedeksubay ve ulusal muhafız askerlerine verilmesini önerir. Öğrenciler arasında eğitimciler, politik liderler, iş adamları, yayın yöneticileri ve yayıncılar olacaktır. Seminer ulusal Savaş Koleji’nde (National War College) 1959’da düzenlenir ve ders programındaki Komünizmle sürekli savaş ve muhtemel Amerikan karşı stratejileri FPRI tarafından hazırlanır. Barnett, o günden beri ülkenin dörtbir yanında 25 ulusal seminer düzenlenmiştir diye övünür. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Barnett kendi "politik savaş" lejyonları için askeri camianın 4 sınıfını hedef alır: 1) Yedeksubay öğrenci ve eğitimcileri; 2) Terhis edilen personel; sivil hayata öğretmen, yayın yöneticisi, işadamı vs. olarak dönecektir; 3) ABD’ye eğitim için gelen yabancı subaylar ve onların yerli muhatapları; 4) Emekli subay ve yedek subaylar; özellikle denizaşırı ülkelerde Amerikan bankaları, şirketleri ve ticari kurumlarında çalışanlar; bunların ABD’deki meslekdaşları da buna dahildir.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Yazısını bitirirken yaptığı çağrıda "Amerikan ordusunun disiplinli teşkilatı, eğitim metodları, ve yedeksubay eğitim birlikleri, muvazzaflar ve savunma sanayi yoluyla sivil ilişkileri ile" diğerlerine "ordu dışı" ya da politik savaşımlarında önderlik etmesini diler.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Barnett’in önerileri ve Edward Lansdale’in ve Pentagon Özel Harekat Dairesi’nin (Office of Special Operations) Kennedy döneminde yaptıklarının birbirine uygunluğu izaha gerek duymaz.</span></div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><b><span style="font-family: Arial,sans-serif;">Fulbright Ne Biliyordu?</span></b></span></div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Son bir not. 1961-62’deki askeri propaganda ve "Soğuk Savaş Eğitimi" konularındaki Kongre soruşturmalarından sonra, ve Frank Barnett’in muhteşem planına rağmen, bu seminerler ve ilgili faaliyetler bir süre yeraltına çekildi. Ama 1965’te Edward Lansdale, o sıra "emekliye" ayrılmış olarak Soğuk Savaş seminerlerinin canlandırılmasını teklif etti. Amerikan Güvenlik Konseyi’ne yazılan bir teklifin birinci kalemi olarak (aynı zamanda o kurumun memuruydu) yeni bir forum kurulmasını teklif etti; adı Özgürlük araştırmaları Merkezi olacak, Culpeper, Virginia'da bir malikanede konumlanacaktı (burası halen amerikan Güvenlik Konseyi'nin mülküdür).</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Özgürlük araştırmaları Merkezi planlama komitesinde Ed Butler adlı biri vardı; o daha birkaç yıl önce New Orleans’ta bir operasyonda kilit adam olarak Lee Harvey Oswald etrafında bir "efsane" oluşturulmasında görev almıştı; sonuncusu Kennedy suikastindeki şamar oğlanıydı.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Başından beri vurguladığımız gibi, Fulbright Tezkeresi, askeriyece ve FPRI ve Richardson Vakfı gibi özel kurumlarca resmi ordu desteğiyle yürütülen siyasi faaliyetlere dikkat çekmiş, bunların Başkan Kennedy’nin program ve politikalarına tehdit oluşturduğunu bildirmişti. Senatör Fulbright’ın, Kennedy’nin hayatına kasteden tehlikeden ne derece haberdar olduğu bilinmiyor –gerçi, Fulbright’ın Başkan Kennedy’yi Dallas’a kader buluşmasına gitmeden birkaç hafta önce gitmemesi için uyardığı biliniyor. Ancak, bugün bildiklerimiz ışığında ele alındığında -ve bugün tekrar bir askeri darbe tehdidinin belirmesi ile- Senatör Fulbright’ın 1961’deki uyarıları üzerinde hala düşünülmelidir. </span></div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><b><span style="font-family: Arial,sans-serif;">Kaynak </span></b></span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><b><span style="font-family: Arial,sans-serif;"> </span></b></span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;">•</span><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">EIR Special Report, Zbigniew Brzezinski and September 11th, Şubat 2002, </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;">•</span><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">http://www.larouchepub.com/other/2002/2906fulbright.html</span></div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><b><span style="font-family: Arial,sans-serif;">Dipnot</span></b></span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">[1] ) Aşırı muhafazakar bir örgüt, 1958’de Robert Welch Jr. tarafından kuruldu; amacı ABD’de gizli komünist faaliyetlere karşı mücadele etmekti. Ç.n.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">[2] ) Mink, ermin, gelincik gibi hayvanların ailesinden bir çeşit küçük yırtıcı hayvan. Ç.n.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">[3] ) HUAC (House Un-American Activities Committee) Amerikan Karşıtı Faaliyetler Komitesi. 1938-75 arası ABD Temsilciler Meclisi’ne bağlı olarak çalıştı; ihanet ve ihtilalcilik örgütlerini kovuşturdu. Antikomünist nefret ve keyfi suçlamaları sonraları Senatör Joseph McCarthy’ye ilham kaynağı oldu. Ç.n.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">[4] ) Sovyet Rusya’da ordunun her düzeyinde komutan ile eş yetkili Komünist Parti komiserleri görevlendirilmesi; böylece ordunun parti denetiminde kalmasının garantiye alınmasını sağlayan sistem. Buluş Troçki’ye aittir. Ç.n.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">[5] ) Kuzey Vietnam milis güçleri ç.n.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">[6] ) Domino teorisi (Domino theory): Bir bölgede bir ülkenin komünist olması ile, bunun birbirini deviren domino taşları gibi, diğerlerine de bulaşacağını savunan ABD dışpolitika teorisi </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">[7] ) Maine, ABD savaş gemisi 15 Şubat 1898’de Havana limanında havaya uçurulur; 260 kişi ölür; olay İspanyol – Amerikan Savaşı’nı ateşler (Nisan 1898). </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">[8] ) İran – Kontra Skandalı: 1980’ler başında ABD yönetimi içinde Yarbay Oliver North başkanlığında bir gizli örgütün o sıra ABD silah ambargosu altındaki İran’a silah satarak buradan elde ettiği gelirle Nikaragua’da solcu Sandinista hükümetine karşı savaşan Contra gerillalarına silah sağlama girişimi. Girişim açığa çıkarıldı. Ancak Başkan Reagan olaya karışmasına rağmen cezalandırılmadı. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">[9] ) West Point: Amerikan Harp Akademisi</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">[10] ) Dunkirk ya da Dunquerque: 2. Dünya Savaşı başlarında kıta Avrupası’ndaki çarpışmaları kaybeden İngiliz birliklerinin anavatana geri çekilme harekatı.</span></div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div></div>altay ünaltayhttp://www.blogger.com/profile/01074664679964606101noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3211112078332654001.post-87378914092832862442011-08-22T17:52:00.003+03:002011-09-22T18:28:47.661+03:00AÇIK KOMPLO: H. G. WELLS VE DÜNYA İMPARATORLUĞU<div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><span style="font-size: small;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiZhSOXODTh6iBGq2E8SlUEs-jstH0meDPIW97n15KHIGAQjct_6Y38cXR8u3oRdi_NFc7uL-EnX5yA62CIhw_tNw5H5CsPsXi3tIro-drwElg_diu_xt-HJ1DYGKtBqyxBpC9Y72RfAos/s1600/Image4.JPG" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiZhSOXODTh6iBGq2E8SlUEs-jstH0meDPIW97n15KHIGAQjct_6Y38cXR8u3oRdi_NFc7uL-EnX5yA62CIhw_tNw5H5CsPsXi3tIro-drwElg_diu_xt-HJ1DYGKtBqyxBpC9Y72RfAos/s1600/Image4.JPG" /></a></span></div><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">1928’de ilerigelen İngiliz Yuvarlak Masa stratejisti H.G. Wells "Açık Komplo: Dünya Devrimi Planı"nı yazdı (The Open Conspiracy: Blueprints for a World Revolution, New York, Doubleday, Doran & Co.). "Açık Komplo" Wells’in "Mein Kampf"ı (Kavgam, A. Hitler’in kitabı, ç.n.) idi; bir dünya hükümeti kurmanın reçetesini veriyordu. Bu zamanla, belki kuşaklar boyu bir sürede, insanları kendine kazanacak, kurumlarını oluşturacak ve böylece bir Dünya "direktuarı" kurarak "yeni dünya düzenini" oluşturacaktı.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Wells faşizm ya da komünizme karşı değildi, o bunları "yeni düzen" arayışının ilkel öncü tipleri görüyordu ve kendi dünya düzeni bunların yerine geçecekti. </span><br />
<a name='more'></a></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">"Acık Komplo sosyalizm değildir" der Wells, "bundan çok daha gelişmiş bir düzendir; kendi sosyalist atalarından kalan ne varsa içinde sindirmiş ve kendine katmıştır." Hatta "genç insanların" Açık Komplo’ya İtalyan "fasci" teşkilatları misali katılmasını da önerir.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Ancak Wells’in Açık Komplo’nun hedefi gösterdiği tek bir düşmanı vardır: Bağımsız milli devlet. Onun yıkılması Wells’in hayatının amacıdır.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Wells’in söylediği gibi, "bu benim dinimdir ... Bu kitap mümkün olduğunca açık ve basit hayatımın fikirlerini anlatır, dünyamın perspektiflerini. Diğer yazdıklarım, istisnasız olarak aynı temel konuyu araştırdılar, denediler, yorumladılar ya da açtılar, ta ki ben şimdi temeline dek çıplak olarak ortaya koyup hatasız açıklayabileyim. .. Burada amaçlarımın yönlendiği nokta ve yaptıklarımın muhasalası vardır ... (Bu) tüm insan ihtiyaçları için de bir şemadır."</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Wells, üç meşum hedef için yollar ortaya koyar; hareket savaş ve fakirliği kaldırmak ve insanı kendinden "korumak" adınadır. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;">•</span><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Milli devleti ebediyen sona erdirin, yerine "Atlantik" elitinin yönettiği bir dünya hükümeti getirin. "Açık Komplo" milliyetin dikkate alınmaması üzerine kuruludur, ve zararlı ya da engelleyici hükümetlerin, insanlığın şu ya da bu parçasını elde tutuyorlar diye kabul görmeleri için bir sebep yoktur. Atlantik toplumları dünyaya barış ve dünyanın bir ucundan diğerine söz ve hareket özgürlüğü getirebilir. Ve Açık Komplo’nun vazgeçemeyeceği bir gerçektir bu." Ama Wells temkinlidir, çünkü Açık Komplo "savaşı bitirmek" adına "savaş yapabilir." Açık Komplo’nun dünya barışına katkısı ve savaşları bitirmesinin, askerlerin, savaşçılığın ve askeri yöntemlerin sona erdiği anlamına gelmediğini açıklar. Asıl konu bu askerlerin "kime" sadık olacaklarıdır. Açık Komplo için "aydınlanmış" savaşçılar kullanmak gerekebilir. Wells der ki: "Başından itibaren Açık Komplo militarizmi karşısına alacaktır ... (ama) askerlik hizmetinin beklenen kaldırılışı ... zorunlu olarak askeri harekatın dünya "Commonwealth"i faydasına ve millici çeteleşmeleri bastırmak için yapılmasını da red anlamına gelmez; Açık Toplum üyelerinin askeri eğitimine de engel değildir. ... Şimdiki hükümetimize olan sadakatımızın onun akıllı ve olgun tavrına bağlı olduğunu hissettirmeliyiz. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;">•</span><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">İnsan nüfusunu "dünya direktuarı" elitlerinin koyduğu sınırlar içinde tutmak. Bu nüfus kontrolü için kullanılacak yöntemler bilim (öjeni, kısırlaştırma, ve doğum kontrolü) ve dünya "direktuarı"nca topyekün ekonomik kontroldür; kredi çıkışı ve insanın hayatta kalması için gereken tüm ekonomik nesnelerin dağıtımı (yiyecek, su, barınak) kontrol edilir. Açık Komplo "biyolojiyi ... insan nüfusunun dünyada yerleşim ve sayısını kontrol aracı kılar." Ve bu düzey kontrol olmadan insan nesli yokolmaya mahkumdur. Böylece ABD Anayasası’nın "genel refah" ilkesi yerine Wells "seçici refah" önerir; burada Dünya direktuarı ırk ıslahı için fazla nüfusu "elimine" eder. Bu yalnız maddi bir gereklilik değil, der Wells, ama Açık Komplo’da "(İnsan) ruhu canavarca ve habis korkuların ve güdülerin eline bırakılmaz." ... İnsan daha iyi hissedecek, daha iyi olacak, daha iyi düşünecek, daha iyi görecek, tadacak ve duyacak. Bunların hepsi mümkündür. Bu yakıcı arzuları şimdi ondan kaçıyor, ve onunla alay ediyor, çünkü şans, kargaşa ve sefalet hayatına hükmediyor. Kaderin tüm ödülleri birbirini örtmüş ve kaybedilmiş. Hala şüphelenmek ve korkmak zorunda."</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;">•</span><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Sonsuza dek insanın Tanrı’nın suretinde yaratıldığı ve İyi’ye dönük bir tarafı olduğu "hayalini" kaldırın. Bunun yerine Wells insanın "yetersiz hayvan" olduğunu söyler: Kıskançtır, öfkelidir, kolay kızar, ve "karanlıkta güvenilmez".</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">"İnsan habis bir hayvandır" der Wells, ve "ortak bir ahmaklığa, tembelliğe, alışkanlıklarına yapışmaya ve kendini haklı çıkarmaya" eğilimi vardır. İnsanda yaratıcı güçler "ani yıkıcı güçlerden" daha zayıftır. İnsan tabiatı "yıkıcıdır", der ve açıklar: "Yapmak uzun ve dertli bir iştir, birçok duraklamalar ve hayal kırıklıkları işe karışır, ama "kırmak" ani bir heyecan verir. "Gümbürtü" hepimize neşe verir. Bu içtepiler Dünya direktuarınca kontrol edilmelidir."</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Bir yerde Wells yeni dinini 6 "temel hayati gerek" olarak kalıba döker:</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">1. Şimdiki hükümetlerin ve onları kabulümüzün geçici olduğunun kesin açıklanması</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">2. Bu hükümetlerin anlaşmazlık-larının, insan ve mülkü militanca kullanmalarının ve dünya ekonomik sisteminin kuruluşuna müdahalelerinin her yol kullanılarak azaltılmasında ısrar</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">3. Özel, yerel ya da milli düzeyde kredi, ulaşım ve üretimin kaldırılarak bunların insan ırkının genel faydasına kendini adamış dünya direktuarına verilmesi</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">4. Dünyanın, örneğin nüfus ve hastalıklar açısından biyolojik kontrolünün gereğini kavrama</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">5. Dünyada asgari bir özgürlük ve refah standardını korumak </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">6. Kişisel hayatı bu işleri yapacak ve insan bilgisini, yeteneklerini ve gücünü geliştirecek bir dünya direktuarı emrine vermek."</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Ancak bu "hayatilerden" en önemlisi bunların hasılası olan insan ruhunun fethidir, ki Wells bunda ısrar eder; oysa bu insanı hayvandan ayıran şeydir. Ona göre tüm Açık Komplocular "ölümsüzlüğümüzün şarta bağlı olduğunu ve ırkımızda yattığını, kişisel olmadığını" kabul ederler. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">"Açık Komplo"yu okur okumaz diğer Yuvarlak Masa ihtilalcisi Bertrand Russell, Wells’e "bundan daha tam olarak kabul ettiğim bir şey bilmiyorum" diye yazar. </span> </div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><b><span style="font-family: Arial,sans-serif;">Kesintisiz Bir Süreklilik</span></b></span></div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Wells’in "Açık Komplo"sunun ana hedefi "ABD ve Latin Amerika devletleridir". Burada Wells’e göre "seçkin sınıflara ve resmi vatanseverlere ... geleneksel bağlılık" daha azdır. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">İlaveten, Wells küresel bir düşünürden başkası değildir, ve ABD’ye ek olarak o Rusya’yı da Açık Komplo’ca asimile edilecek önemli bir hedef görür. Bir yerde, heyecanla Sovyetler Birliği’nin "proleteryaya" olan resmi bağlılığına rağmen Açık Komplo’nun Moskova’da New York'tan önce hüküm süreceğini söyler. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Amerika’nın Açık Komplo için önemi çoktur, çünkü ekonomik gücü artmaktadır. Wells için Amerikan ekonomik sistemi ya da Hamilton’cu ekonomi, Açık Komplo’nun düşmanı, ama finansör sınıfı müttefikidir. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">1928’de şöyle der; Amerikan sanayilerinin korunmasının hiçbir pratik meşru nedeni yoktur, Amerikan finansı korumasız daha mutlu olacaktır," ama Açık Komplocular başaramazsa bu korumacılık sürgidecektir. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Şüphesiz William Yandell Elliott ve Robert Strausz-Hupe tarafından oluşturulan kurumlar kesinlikle Wells’in, yeni dinine çok düşman bulduğu Amerikan sisteminin bitirilmesi "planlarına" uygundurlar. O çağdaşı ve gelecekteki işbirlikçi komplocularına hitaben "yeni dinin" yayılması emrini vermiştir. Şöyle diyor:</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">"Özel uzman örgütlerce, örneğin Araştırma teşviki dernekleri, genel bilgi endeksleme, bilimsel metinlerin çevirisi, yeni bilginin yayılması dernekleri gibi, Açık Komplocuların büyük bölümünün artık enerjisi tamamen yaratıcı amaçlara kanalize edilebilir ve yeni bir dünya örgütü" kurularak "Londra’daki Royal Society, Avrupa’daki değişik Bilim Akademileri ve benzeri artık yaşlanmış ve yetersizleşmiş kimi eski ve güzel kuruluşlar" dahil edilebilir.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Daha geniş anlamda, "Açık Komplo"yu yazarken Wells geniş bir Açık Komplocular devşirme şebekesinin kurulmasını savunur; bunlar kendi milli çevreleri içinde tüm milli devletlerin küresel olarak devrilişi, gezegenin koyu tenli ırklarının "bilimsel" yollarla azaltılması ve Tek Dünya oligarşik egemenliğinin Anglo-Amerikan liderliğinde kurulması için çalışacaklardır. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><span style="font-size: small;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiZhSOXODTh6iBGq2E8SlUEs-jstH0meDPIW97n15KHIGAQjct_6Y38cXR8u3oRdi_NFc7uL-EnX5yA62CIhw_tNw5H5CsPsXi3tIro-drwElg_diu_xt-HJ1DYGKtBqyxBpC9Y72RfAos/s1600/Image4.JPG" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiZhSOXODTh6iBGq2E8SlUEs-jstH0meDPIW97n15KHIGAQjct_6Y38cXR8u3oRdi_NFc7uL-EnX5yA62CIhw_tNw5H5CsPsXi3tIro-drwElg_diu_xt-HJ1DYGKtBqyxBpC9Y72RfAos/s1600/Image4.JPG" /></a></span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">"Açık Komplo"nun siyasi görevi, der Wells, "iki düzeyde ve tamamen farklı metodlarla yürütülmelidir." Ana politik hedef, politik strateji, "varolan hükümetlerin zayıflatılması, silinmesi, içerilmesi ya da ikame edilmesidir". ... Bir ülke ya da il ayrı birim olarak elverişsiz ve daha makul ve ekonomik bir hükümet sistemince içerilmek zorunda ise de, bu şimdiki yönetiminin Açık Komplo’nun gelişimi için işbirliğine sokulmasına engel değildir."</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Ama Wells dikkatlidir; "hiç kimse" Açık Komplo’dan hariç tutulmamalıdır, ne sınıf, ne meslek ne de millet nedeniyle olsun. Tersine" ... Açık Komplo kökler olarak heterojen olmalıdır. Genç insanlar Bohemya Sokol’leri (Çek izci örgütleri, ç.n.) ya da İtalyan Fasci’lerine (Mussolini‘nin gençlik örgütleri ç.n.) benzer gruplar haline getirilmelidir. </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Wells’in "Açık Komplo" kutsal kitabının ilk basımı yayınlandığında Rhodes Trust, Yuvarlak Masa, İngiliz Fabian Derneği, Kraliyet Dışişleri Enstitüsü (Royal Institute of International Affairs) ve onun New York şubesi, CFR (council of Foreign Relations – Dışilişkiler Konseyi) çoktan, Tek Dünya bayrağı altında kuşaklar boyu beyaz ajanlar ve provokatör ajanlar toplama faaliyetine koyulmuşlardı. Wells’in "Açık Komplo"su bu çabaya bir odak verdi; uzun vadeli hedefleri genişçe açıklardı, ve en iyi ve parlak, ama belki de çürümüş zihinleri toplamanın ve devşirmenin önemini gösterdi; Wells bunlara "ciddi azınlık" adını verdi.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Üç çeyrek yüzyıl sonra Wells’in "Açık Komplo"su egemenliğini kuruyor. </span> </div>altay ünaltayhttp://www.blogger.com/profile/01074664679964606101noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3211112078332654001.post-7374489959797795722011-08-22T17:43:00.002+03:002011-09-22T18:29:31.991+03:00COUNCIL ON FOREIGN RELATIONS (CFR)<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><span style="font-size: small;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhBdlFEZuikwVV_Ban4jAwAcZNB70_9rgpC4qYAEH-4xNXGmylzhAGdl6E0wDMrRMxR1AMLFUoKc5n3Un54EgVjdHGLPlLZ_SPFr13eoyvQC22j3VmUj2Noh91p0MLOJKbsi_BrMsQx8aM/s1600/Image37.JPG" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhBdlFEZuikwVV_Ban4jAwAcZNB70_9rgpC4qYAEH-4xNXGmylzhAGdl6E0wDMrRMxR1AMLFUoKc5n3Un54EgVjdHGLPlLZ_SPFr13eoyvQC22j3VmUj2Noh91p0MLOJKbsi_BrMsQx8aM/s1600/Image37.JPG" /></a></span></div><span style="font-size: small;"><br />
</span><br />
<span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Yeni Dünya Düzeni (tek dünya yönetimi) ve Birleşmiş Milletler’e daha fazla yetki verilmesi konusuna Amerika’nın ilgisi etrafında dönen tartışmalardan kafası karışanlara; meselelerin içyüzünü bilmeyenlere; ve daha fazla arkaplan bilgisi isteyenlere aşağıdaki yazıyı sunuyorum. </span><br />
<span style="font-size: small;"><br />
</span><br />
<div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">İlk biçimiyle "Savaş ve Barışın Açmazları" adıyla New Mexico State University’de iftihar derecesi için sunulan bu çalışmayla dalga geçildi. Tanınmış, yerel düzeyde atıfta bulunulan bir terörizm ve Orta Doğu "uzmanı" olan Dr. Yosef Lapid tarafından da "paranoya... belki de zihin hastalığının bir göstergesi" şeklinde tarif edildi. Gerisini siz düşünün...</span><br />
<a name='more'></a><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Kaynağa atıfta bulunmak, "bilimsel yöntemdir" ama bu kural "Komplo Teorileri" için pek geçerli görünmüyor. Bin tane kaynak gösterilebilir, yine de "şüphecileri" ("realistleri") ikna etmeyecektir. Bana öyle geliyor ki, kanıtlara bakmayı reddederlerse, "zihin hastalığının göstergeleri" onlar için geçerli. Belki de SİZİN bilmenizi istemeyen daha meşum bir şey (gerçeği bilmek gibi) sözkonusu burada. </span><br />
<span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Paranoyak olmak demek, tehlike ve acı çektirme yanılsamalarına inanmak demektir. Tehlike gerçek ve kanıt da inandırıcı ise, bu durumda yanılsama olamaz. Kanıtları görmezden gelmek ve gerçek OLAMAYACAĞINI ümit etmek, zihin hastalığının daha bir göstergesidir. </span><br />
<span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Mesele, felsefe veya siyasal görüş farklılığından çok daha öte birşey. "Soğuk Savaş"ın ortasında büyüyen bizim kuşağa, ulusal egemenliğimizi yoketmeye ve anayasal hükümetimizi devirmeye teşebbüs edenlerin vatana ihanet suçu işlediği öğretildi. Tartışılan grubun bu suçu işleyip işlemediğine lütfen siz karar verin. </span><br />
<span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Eğer bir grup, ulusal hükümetlerin ve çokuluslu şirketleri fiilen kontrol ediyorsa; medyanın kontrolü, vakıf bursları ve eğitim yoluyla dünya yönetimi (hükümeti) propagandası yapıyorsa; ve günün sorunlarını kontrol edip yönlendiriyorsa, bu durumda varolan seçeneklerin çoğunu kontrol ediyorlar demektir. Council on Foreign Relations (CFR = Dış İlişkiler Konseyi) ve gerisindeki finans gücü, yetmiş yıldır yaptığı gibi tüm bunları yapmış ve "Yeni Dünya Düzeni"nin promosyonunu yapmıştır. </span><br />
<span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">CFR, Amerika Birleşik Devletleri’nin Yönetici Eliti’nin promosyon koludur. En etkili politikacılar, akademisyenler ve medya şahsiyetleri buraya üyedirler. CFR, etkisini kullanarak Yeni Dünya Düzeni’ni Amerikan hayatına nüfuz ettirmekte kullanıyor. "Uzmanları" karar alam sürecince kullanılmak üzere bilimsel yazılar yazıyor; akademisyenler birleşik bir dünyanın hikmetini açıklıyor; medya da mesajı yayıyor. </span><br />
<span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Amerika’daki en etkili insanların nasıl Anayasa’yı ve Amerikan egemenliğini yıkmak için bilinçlice çalışan bir teşkilatın üyesi olduklarını anlamak için, en azından 1900’lerin başına dönmemiz gerekir –her ne kadar, bakış açınıza ve inançlarınıza bağlı olarak, hikaye daha eskilere giderse de. </span><br />
<span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Bir yönetici iktidar elitinin sahne gerisinde Amerikan yönetimini gerçekten kontrol ettiği görüşü, makam mevki sahibi pek çok Amerikalı tarafından ileri sürülmüştür. 1939-1962 yılları arasında Yüksek Mahkeme yargıcı olarak görev yapmış Felix Frankfurter, "Washington’daki gerçek yöneticiler görünmezler, sahne gerisinden iktidar kullanırlar" demişti. Bir arkadaşına gönderdiği 21 Kasım 1933 tarihli bir mektupta Başkan Franklin Roosevelt, "işin gerçeği şu ki (bunu sen de ben de biliyoruz), büyük merkezlerdeki bir finans unsuru ta Andrew Jackson’ın günlerinden bu yana yönetime sahip olmuştur". 23 Şubat 1954’te Senatör William Jenner bir konuşmasında şu uyarıda bulunmuştu: "Görünüşte anayasal bir hükümetimiz var. Hükümetimiz ve siyasi sistemimiz içinde, bir başka yönetim biçimini temsil eden bir organ, Anayasamızın modası geçtiğine inanan bir bürokratik elit var". </span><br />
<span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Baron M. A. Rotschild’da şöyle yazmıştı: "Bana bir ülkenin parasının kontrolünü verin, kanunlarını kimin yaptığı umurumda değil". Bir hükümeti kontrol etkin biçimde kontrol etmek için tek gerekli olan, parası üzerindeki kontrole, yani para ve kredi arz ve talebi üzerinde tekeli bulunan bir merkez bankasına sahip olmaktır. Bu, İngiltere Merkez Bankası gibi özel mülkiyet altındaki merkez bankalarının kurulmasıyla Batı Avrupa’da yapılmıştı. Georgetown’lı profesör Carrol Quigley (Georgetown’dayken Bill Clinton’un akıl hocasıydı) merkez bankalarını kontrol eden yatırım bankerlerinin hedeflerine dair şunları yazmıştı: "her ülkenin siyasi sistemine ve bir bütün olarak dünya ekonomisine egemen olabilecek çapta ve özel ellerde bir dünya finans kontrol sisteminin yaratılmasından başka birşey değil...dünyanın uyum içinde hareket eden merkez bankaları ve sıkça yapılan özel toplantı ve konferanslarda ulaşılan gizli anlaşmalar tarafından feodalist bir tarzda kontrol edilen bir sistem.."</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Bir Amerikan merkez bankası kurma yönündeki ilk çabalardan olan The Bank of the United States (1816-36), ulusu tehdit ettiğine inanan Başkan Andrew Jackson tarafından lağvedilmiştir. Şöyle diyordu: "Şimdiki bankanın Amerikan yönetimini kontrol etmek için sarfettiği cesur girişim ve ortaya çıkardığı büyük rahatsızlık, bu kurumun kalıcılaştırılması ya da benzer birinin kurulması hatasına düşmesi durumunda Amerikan halkını bekleyen kaderin müjdecisidir". </span><br />
<span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Thomas Jefferson da şunları yazmıştı: "Merkez Bankası, Anayasamızın ilkelerinin ve biçiminin mevcut kurumlar arasındaki en büyük düşmanıdır... Eğer Amerikan halkı, özel bankaların önce enflasyon sonra da deflasyon yoluyla paralarının basımına izin verirlerse, etraflarında çoğalacak bankalar ve şirketler, halkı tüm mülkünden mahrum bırakacaklardır. Hatta, babalarının fethettikleri kıtada çocukları evsiz barksız kalıncaya kadar."</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Bu, Amerika’daki mevcut durumu tarif etmiyor mu?</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">ABD, 20. yüzyıl başına kadar merkez bankası olmadan yapabildi. Kongre üyesi Charles Lindberg, Sr.’a göre yüzyıl başında, "Para Tröstü 1907 paniğine sebep oldu. Böylece Kongre’yi bir Ulusal Para Komisyonu kurmaya zorladı". John D. Rockefeller, Jr.’in kayınpederi Senatör Nelson Aldrich’in başkanlığındaki Komisyon, bir merkez bankası kurulması yönünde tavsiyede bulundu. </span><br />
<span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Yasal olmamasına rağmen (zira yalnızca "Kongre para basma ve değerini düzenleme yetkisine sahiptir", ABD Anayasası Madde 1, Fıkra 8), Federal Reserve Act (Merkez Bankası Yasası) görünürde ekonomiyi istikrara kavuşturmak ve başka krizleri önlemek amacıyla, 1913 Aralık’ında yasalaştı. Fakat Lindberg’in Kongre’yi uyardığı gibi, "bu yasa, yeryüzündeki en büyük tröstü kurmaktadır .. Para Tröstü soruşturmasıyla da varlığı kanıtlanmış olan para gücünün sahip olduğu görünmez hükümet yasallaştırılacaktır". Büyük Bunalım ve daha sonraki sayısız resesyonun gösterdiği gibi, Federal Reserve, canı istediği zaman enflasyon ve federal borç yaratmakta ama istikrar yaratmamaktadır.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">1920-1931 tarihleri arasında Temsilciler Meclisi Bankacılık ve Para Komitesi başkanı olan Louis McFadden, şunları ifade ediyordu: "Federal Reserve Act yasalaştığında, Birleşik Devletler halkı, burada bir dünya bankacılık sisteminin kurulmakta olduğunu düşünmüyordu. Dünyayı köleleştirmek için birlikte hareket eden uluslararası bankerler ve sanayicilerin kontrolünde bir süper devlet... Fed, gücünü gizlemek için her yolu denemiştir, ama gerçek şu ki Fed, yönetimin (hükümetin) yerine geçmiştir". </span><br />
<span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">"Federal" olarak adlandırılmasına rağmen Federal Reserve sistemi üye bankaların özel mülküdür. Kendi politikalarını kendisi yapar; Kongre’nin veya Başkan’ın denetimine de tabi değildir. Rezervlerin denetçisi ve tedarikçisi olarak Fed, bankalara kamu mallarına erişim sunmuş, bu da onların kredi verme kapasitelerini artırmıştır. </span><br />
<span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">"Ekonomik Çözümler"de Peter Kershaw, Federal Reserve Banka Sistemi’nin en büyük on hissedarlarını şöyle sıralamıştır: Rothschild: Londra ve Berlin; Lazard Bros: Paris; Israel Seiff: Italy; Kuhn-Loeb Company: Almanya; Warburg; Hamburg ve Amsterdam; Lehman Bros: New York; Goldman and Sachs: New York; Rockefeller: New York (Bu ailelerin tümünün değilse bile çoğunluğunun Yahudi olmasının önemini siz düşünün). Hisse senetlerinin sahipleri, üye olan büyük ticari bankalardır. </span><br />
<span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Davvy Kidd’e göre, Federal Reserve, basılan her 1000 banknot için Gravür ve Basım Bürosu’na yaklaşık 23 $ ödemektedir. Yani 10.000 adet 100 $’lık banknot (bir milyon dolar) Federal Reserve’e 230 $’a malolmaktadır. Daha sonra da ABD hükümetinden nominal değerine eşit bir teminat alınıyor. Teminat da taşeronları IRS tarafından toplanan bizim toprağımız, emeğimiz ve mal varlığımızdır. </span><br />
<span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Fed’e parayı düzenleme ve basma (sonuçta enflasyon yaratma) yetkisi vermekle Kongre, özel bankalara diledikleri gibi kar elde etme yetkisini vermiştir. Lindberg’in dediği gibi, "yeni yasa, tröstler ne zaman enflasyon isterse o zaman enflasyon yaratacaktır... Heyecanlı dönemlerde hisse senetlerini yüksek fiyatlardan halka kakalayıp, sonra da bir panik havası yaratarak düşük fiyatlardan geri alabilirler... Hesap gününe yalnızca birkaç yıl kaldı". O gün, 1929’da hisse senedi borsasının çöküşü ve Büyük Bunalım ile geldi. </span><br />
<span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Fed’e verilen en önemli yetkilerden biri de devlet tahvili alıp satma ve bunları alabilmeleri için üye bankalara kredi verme yetkisiydi. Bu, devlet borçları artırıldığında bankalar için bir başka kazanç mekanizması sağladı. Tüm gerekli olan da borcu kapatacak bir yol bulunmasıydı. Bu da 1913’te gelir vergisinin yasalaşmasıyla gerçekleştirildi. </span><br />
<span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Ulusal düzeyde bir gelir vergisi, Yüksek Mahkeme tarafından 1895’te anayasaya aykırı bulundu. Sonuçta Kongre’ye bir anayasa değişikliği teklifi verildi. Teklifi veren de Senatör Nelson Aldrich’ten başkası değildi. Amerikan halkına sunulduğu biçimiyle yeterince makul görünüyordu: 20.000 $’ın altındaki gelirler için sadece yüzde 1’lik bir gelir vergisi. Bu oranın artırılmayacağı da garanti ediliyordu. Kademeli bir vergi olduğu için vergi "zenginleri kazıklayacaktı", fakat zenginlerin başka planları vardı, servetlerini korumanın bir yöntemini geliştiriyorlardı bile. </span><br />
<span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">1976’da yayınlanan "Rockefeller Dosyası" adlı kitabında Gary Allen’ın tarif ettiği gibi, "16. anayasa değişikliği eyaletler tarafından onaylanıncaya kadar Rockefeller Vakfı hizmete girmişti...Yaklaşık olarak Yargıç Kenesaw Landis’in Standart Oil tekelinin parçalanmasına hükmettiği zamanlardı bu. John D..., vergiden muaf dört büyük vakıf kurarak vergiden kaçmakla kalmadı, vakıfları "kurtarılmış malları" için bir depo olarak kullandı; kuşaklar boyu gayri menkul ve intikal vergisi vermeden aktarılabilsin diye varlıklarını vergiden muaf yaptı. Rockefeller’lar her yıl gelirlerinin yarısını kukla vakıflarına aktarıp "bağışları gelir vergilerinden düşebilirler". </span><br />
<span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Servetin kontrolünde sahipliği değiştiren vakıflar aynı zamanda zenginlerin çıkarlarının promosyonunu yapan bir araçtır. Milyonlarca vakıf paraları, koruyucu tıbbı kötüleyip ilaç kullanımını özendirmek gibi hedefler için "bağışlandı". Pek çok ilaç kömür katranı türevlerinden yapıldığından, hem petrol şirketleri hem ilaç üreticileri (ki çoğunun sahibi Rockefeller’dir veya onun kontrolündedir) bu işten en karlı çıkandır. </span><br />
<span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Hükümete (Federal Reserve’e) çok büyük miktarlarda kredi verme yoluyla (borcu –gelir vergisini- geri ödememin bir yöntemi ve zenginleri (vakıfları) vergilendirmeden bir kaçış), geriye kalan tek şey, para borçlanmak için bir bahane bulmaktı. Ne güzel bir "tesadüf" ki 1914’te I. Dünya Savaşı çıktı ve Amerika’nın savaşa katılımıyla ulusal borç 1 milyar $’dan 25 milyar $’a yükseldi. </span><br />
<span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Woodrow Wilson 1913’te görevdeki William Howard Taft’ı yenerek Başkan seçildi. Taft, bir merkez bankası kurulmasını öngören yasayı veto edeceğini açıkça söylemişti. Cumhuriyetçi oyları bölmek ve görece tanınmayan Wilson’ı seçtirebilmek için J. P. Morgan and Co., Teddy Roosevelt’in adaylığına ve onun İlerici Partisi’ne büyük paralar akıttı. Bir görgü tanığına göre Wilson, Demokratik Parti merkezine 1912 yılında zengin bir banker olan Bernard Baruch tarafından getirildi. Burada tanıştıklarından bir "beyin yıkama dersi" aldı; karşılığında da seçilmesi durumunda Federal Reserve ve gelir vergisi tekliflerini destekleyeceği ve Avrupa’da savaş olması durumuyla ve kabinesinin oluşumuyla ilgili tavsiyeleri "dinleyeceği" sözünü verdi.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">İki dönemlik görev süresi içinde Wilson’ın başdanışmanı Albay Edward M. House adında bir adamdı. House’ın biyografi yazarı Charles Seymour, Kongre’den geçmesine rehberlik eden House’ı Federal Reserve Act’in "görünmez koruyucu meleği" olarak tanımlıyor. Bir başka biyografi yazarı da, House’ın "on sekizinci yüzyıl aklının ürünü olan Anayasa’nın tümüyle güncelliğini yitirdiğini, çöpe atılıp yenisinin yazılmasının ülke için daha hayırlı olacağına" inandığını söylüyor. House "Philip Dru: Yönetici" adlı bir kitap yazdı ve 1912 yılında isimsiz olarak yayınladı. Kitabın kahramanı Philip Dru, Amerika’yı yönetmekte ve kademeli bir gelir vergisi, bir merkez bankası ve bir "milletler cemiyeti" gibi radikal değişiklikler getirmektedir.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">I. Dünya Savaşı hem büyük bir ulusal borç hem de Wilson’ı destekleyenler için muazzam kazançlar doğurdu. Baruch, Savaş Sanayileri Kurulu’nun başı olarak atandı. Buradan da ulusal ekonomi üzerinde diktatoryal yetkiler kullandı. Baruch ve Rockefeller’ların savaş sırasında 200 milyon doların üzerinde para kazandıkları bildirildi. Wilson destekçisi Cleveland Dodge müttefiklere cephane sattı. ABD’nin savaşa girmesinin verdiği korumayla J. P. Morgan da onlara yüzmilyonlarca dolar kredi verdi. Kar elde etmenin bir motif olduğu kesin ama savaş, dünya yönetimi nosyonunu haklı göstermek için de yararlıydı. William Hoar, "Komplo Mimarları"nda, 1950’lerde Carnegie Endowment for International Peace’in (ezelden beri globalizmi savunuyordu) kayıtlarını inceleyen hükümet müfettişlerinin, I. Dünya Savaşı’nın çıkmasından birkaç yıl önce Carnegie mütevelli heyetinin dünya yönetimi için sahneyi hazırlamak amacıyla ABD’yi büyük bir savaşa müdahil etmeyi planladıklarını gördüklerini anlatmaktadır.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Temel engel, Amerikalıların Avrupa savaşlarına bulaşmak istememesiydi. Provokatif bir olay çıkarılmak zorundaydı (İspanya-ABD savaşını provoke eden savaş gemisi Maine’deki patlama türünden). Bu, 128 Amerikalı yolcu taşıyan Lusitania’nın bir Alman denizaltısı tarafından batırılması ve sonuçta Almanya karşıtı bir havanın yaratılmasıyla gerçekleşti. Savaş ilan edilince, ABD propagandası, tüm Almanları "Hunlar" ve lanetliler olarak tasvir ediyor, savaşa karşı çıkan tüm Amerikalılara da vatan haini damgası yapıştırıyordu. Ancak o zaman için açıklanmayan şey, Lusitania’nın İngiltere’ye savaş malzemesi taşıdığı, bu yüzden de Almanlar için meşru bir hedef olduğuydu. Yine de onlar, New York Times’a büyük ilanlar vererek Amerikalıları gemiye yolcu olarak binmemeleri uyarısında bulunmuşlardı.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Kanıtlar, gemiyi Almanlara batırtmak için bilinçli bir planın varlığına işaret ediyor gibi. "Lusitania"nın yazarı Colin Simpson, savaş sırasında İngiliz Deniz Kuvvetleri’nin başı olan Winston Churchill, Amerikalıları taşıyan bir yolcu geminin batırılması durumunda doğacak siyasi etkiyi kestiren bir rapor hazırlanması emrini verdiğini yazıyor. Alman donanma şifreleri, Britanya adaları yakınlarındaki tüm U-botların nerede bulunduklarını yaklaşık olarak bilen İngilizler tarafından çözülmüştü. Simpson’a göre, İngiliz Deniz İstihbaratı’ndan Binbaşı Joseph Kenworthy’nin "Lusitania bilinçli olarak hayli azaltılmış bir hızda, U-Botların beklediğinin bilindiği bir bölgeye ve eskortları geri çekilerek gönderildiğini" ifade etti. Sonuçta, her ne kadar "bizi savaş dışında tuttu" sloganıyla Wilson 1916’da yeniden seçildiyse de Amerika çok geçmeden kendini bir Avrupa savaşında çarpışır buldu. Aslında Albay House, İngiltere’yle zaten gizli bir anlaşma müzakere etmiş, ABD’yi çatışmaya bağlamıştı. Öyle görünüyor ki Amerikan halkının bu meselede hiçbir dahli olmadı. </span><br />
<span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Savaşın sonu ve Almanya’ya ağır savaş tazminatları yükleyen Versay Anlaşması’yla Almanya’da Hitler gibi bir liderin yolu açılmış oldu. Wilson Paris Barış Konferansı’na meşhur "ondört noktasını" da götürdü. Ondördüncü nokta, bir "milletler genel teşkilatı" önerisi getiriyordu. Böylece doğan Milletler Cemiyeti, tek dünya yönetimine doğru ilk adımdı. </span><br />
<span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Wilson’un resmi biyografi yazarı Ray Stannard Baker, Cemiyet’in Wilson’ın fikri olmadığını ortaya koyuyor. "Cemiyet Anayasası’ndaki hiçbir fikir Başkan’dan çıkmadı". Albay House, Anayasa’nın yazarıydı. Wilson’ın tüm yaptığı kendi ifadelerine uyacak şekilde yeniden yazmak oldu.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Milletler Cemiyeti kuruldu ama gerek teşkilat gerekse dünya yönetimi planı başarısızlığa uğradı, zira ABD Senatosu Versay Anlaşması’na onay vermeyi reddetti. "Yeni Dünya Düzeni"nde Pat Robertson, Albay House’un ve diğer enternasyonalistlerin halkın görüşünde bir değişiklik olmadan ABD’nin hiçbir dünya yönetimi projesine katılmayacağının farkında olduklarını belirtiyor. Bir dizi toplantıdan sonra, iki şubesi olan (ABD ve İngiltere) bir "Uluslararası İlişkiler Enstitüsü" kurulmasına karar verildi. İngiltere’deki şube, Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü (Royal Institute of International Affairs) şeklinde oluştu, öncülüğünü de Round Table’ın üyeleri sağladı. 1800’lerde Cecil Rhodes tarafından başlatılan Round Table, dünyadaki İngilizce konuşan halkları birleştirme ve kendi yönetimleri altına sokma amacını taşıyordu.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">The Council on Foreign Relations (Dış İlişkiler Konseyi), Amerikan şubesi olarak New York’ta 29 Temmuz 1921’de kuruldu. Kurucu üyeler arasında Albay House ve "American Opinion"ın Ekim 1972 sayısında Gary Allen’in ifadesiyle "J. P. Morgan, John D. Rockefeller, Paul Warburg, Otto Kahn ve Jacob Schiff gibi uluslararası bankacılık kodamanları vardı –ki, Federal Reserve Sistem’in kurulmasını sağlayan da aynı klikti". </span><br />
<span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">CFR’nin kurucu başkanı, J. P. Morgan’ın şahsi avukatı John W. Davis; yardımcısı da yine Morgan çıkarlarını temsil eden Paul Cravath idi. Profesör Carroll Quigley, CFR’yi "J. P. Morgan and Company’nin çok küçük bir American Round Table Grubu’yla ortaklık içindeki bir cephe grubu" olarak tanımlıyordu. Morgan etkisi, zamanla, tek dünya yönetiminin kendi iş felsefelerine de uyduğunu gören Rockefeller’lara kaybedildi. John D. Rockefeller, Sr.’ın söylemiş olduğu gibi "rekabet bir günahtır" ve küresel tekel, onlar uluslararası alanda büyüdükçe ihtiyaçlarına uymaktadır. </span><br />
<span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Stanford Üniversitesi Savaş, Devrim ve Barış Enstitüsü’nde araştırmacı olan Antony Sutton, bu felsefeyi şöyle tanımlıyor: "Sanayi dallarının tekelci kontrolü, J. P. Morgan ve J. D. Rockefeller için bir hedef idiyken 19. yüzyıl sonuna gelindiğinde derin Wall Street, rakipsiz tekelleşmenin en etkili yolunun "siyasileşmek" ve toplumu tekelciler için çalıştırmak (kamu yararı ve çıkarı adına) olduğunu anladılar". Frederick C. Howe, 1906’da yayınlanan "Bir Tekelcinin İtirafları" adlı kitapta hükümeti kullanma stratejisini açıkladı: "Büyük işlerin kuralları şunlardır .. Tekel elde et; toplum sana çalışsın; ve tüm işlerin en iyisinin siyaset olduğunu unutma...".</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Şirketler uluslararasılaştıkça ulusal tekeller artık çıkarlarını koruyamaz oldular. Gereken şey, sahne gerisinden kontrol edilen bir tek dünya yönetim sistemiydi. Plan, Albay House zamanından beri buydu. Uygulamak için de ABD’yi politik ve ekonomik açıdan zayıflatmak gerekiyordu. 1920’lerde ABD, kolay kredi bulunmasının da ateşlemesiyle on yıllık bir refah dönemi yaşadı. 1923 ve 1929 arasında Federal Reserve para arzını % 62 genişletti. Borsa çöktüğünde çok sayıda küçük yatırımcı yıkıldı, ama "içeridekiler" değil. Allen ve Abraham’a göre, 1929 Mart’ında Paul Warburg çöküşün yaklaşmakta olduğuna dair bir sinyal gönderdi ve en büyük yatırımcılar piyasayı terketti. Servetleri yerli yerinde duran bu yatırımcılar, şirketleri değerlerinin çok altında bir paraya satın alabildiler. Bir dolara satılan hisseler, artık beş kuruşa gidebiliyor, zenginlerin satınalma gücü ve serveti muazzam bir artış gösteriyordu.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Temsilciler Meclisi Bankacılık Komitesi Başkanı Louis McFadden’e göre: "Tesadüf değildi. Ustaca tasarlanmış bir olaydı... Uluslararası bankerler, hepimizi yönetenler olarak ortaya çıkmak için burada bir umutsuzluk ortamı yaratmaya çalıştılar". Curtis Dall (Roosevelt’in damadı yatırım şirketi Lehman Brothers’ın yöneticilerinden) çöküş günü New York Borsası’nın işlem salonundaydı. "Roosevelt: İstismar Edilen Kayınpederim" kitabında "çöküş, New York Borsası’nda gündelik paradaki planlanmış ani bir sıkıntının tetiklemesiyle halkın dünya para babaları tarafından planlı bir şekilde "soyulmasıydı". </span><br />
<span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Çöküş, Wall Street’in başkanlığa hazırladığı Franklin Delano Roosevelt’in (FDR) yolunu açtı. "Küçük insanların adamı" olarak lanse edilse de gerçekte Roosevelt’in ailesi New York bankacılığının 17. yüzyıldan beri içindeydi. Roosevelt’in amcası Frederic Delano, ilk Federal Reserve yönetim kurulunda görev yaptı. Roosevelt, Groton ve Harvard’da okudu; 1920’lerde de onbir farklı şirketin yönetim kurulunda görev yaptığı Wall Street’te çalıştı. Dall, kayınpederinden şöyle bahsediyor: "... Düşüncelerinin, siyasi "cephanesinin" çoğu... kendisi için önceden CFR-Tek Dünya Parası grubu tarafından dikkatlice hazırlanıyordu... Akıllı bir şekilde o, hazırlanan o "cephaneyi" şüphe etmeyen bir hedefin (Amerikan halkının) ortasında patlattı ve böylece başarılı olarak enternasyonalist siyasi desteğini korudu".</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Amerika’yı 1934’te altın standardından çıkaran Roosevelt, sınırsız para arzı genişlemesinin, enflasyon dolu onyılların ve bankaların kredi kazançlarının yolunu açtı. Altın fiyatlarını onsu 20 $’dan 35 $’a çıkaran Roosevelt ve Hazine Bakanı Henry Morgenthau, Jr. (CFR’nin kurucu üyelerinden birinin oğlu), uluslararası bankerlere büyük kazançlar sağladı. </span><br />
<span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Roosevelt’in en fazla hatırlanan programı New Deal, ancak yüksek miktarda borçlanmayla finanse edilebilirdi. Gerçekte, Bunalıma sebep olanlar kurtulması için Amerika’ya borç para verenlerdi. Daha sonra da Ulusal Yara Sarma İdaresi (NRA, Bernard Baruch tarafından 1930’da teklif edilmişti) kanalıyla ekonomiyi düzenleme görevi kendilerine verildi. Roosevelt, Baruch’un müridi Hugh Johnson’ı NRA’ya yönetici olarak atadı. Yardımcısı da CFR üyesi Gerard Swope idi. Ücretleri, fiyatları ve çalışma koşullarını düzenlemedeki geniş yetkileriyle NRA, Herbert Hoover’ın anılarında belirttiği gibi, "tam faşizm; Mussolini’nin "korporatif devlet"inin yeniden canlandırılması" idi. Yüksek Mahkeme sonunda NRA’nın Anayasa’ya aykırılığına karar verdi. </span><br />
<span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Roosevelt yıllarında Council on Foreign Relations, Amerikan siyasi hayatını ele geçirdi. Hazine Bakanı Morgenthau’dan başka, CFR üyeleri arasında Dışişleri Bakanı Edward Stettinus, Savaş Bakanı Henry Stimson, ve Dışişleri Bakan Yardımcısı Sumner Welles de vardı. 1934’ten bu yana hemen hemen tüm Amerikan Dışişleri Bakanları ve Henry L. Stimson’dan Richard Chenney’e kadar TÜM Savaş veya Savunma Bakanları CFR üyesi olmuşlardır.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">CIA kuruluşundan beri neredeyse hep CFR kontrolü altında olmuştur –CFR’nin kurucu üyesi ve Başkan Eisenhower’in Dışişleri Bakanı John Foster Dulles’ın kardeşi Allen Dulles ile başlayarak. Allen Dulles, Paris Barış Konferansı’na katılmıştı. CFR’ye 1926’da katıldı, daha sonra da başkanı oldu. </span><br />
<span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">John Foster Dulles, Woodrow Wilson’ın Paris Barış Konferansı’ndaki genç gözdelerinden biriydi. CFR’nin kurucu üyesi; Rockefeller’ların hısımı; Rockefeller Vakfı Başkanı; ve Carnegie Uluslararası Barış Vakfı Başkanı idi. </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Roosevelt 1940’ta enternasyonalist Wndell Wilkie’yi ("Bir Dünya" adlı bir kitap yazmış, daha sonra da CFR üyesi olmuştu) yenilgiye uğrattı. Kongre üyesi Usher Burdick o zaman Temsilciler Meclisi salonunda Wilkie’nin J. P. Morgan ve New York bankerleri tarafından finanse edildiği uyarısında bulundu. Kamuoyu yoklamaları çok az Cumhuriyetçinin onu desteklediğini gösterirken medya onu Cumhuriyetçi aday olarak lanse etti. O zamandan bu yana tüm başkan adayları CFR üyesi olmuştur. Gary Allen’a göre, üye olmayan Başkan Truman’a, hepsi CFR üyesi olan altı "akil adam" tarafından danışmanlık yapıldı. 1952 ve 1956’da CFR’li Adlai Stevenson, CFR’li Eisenhower’la yarıştı. 1960’ta CFR’li Kennedy (ki, muhtemelen onların tüm planlarına katılmama cesareti gösterdiği için öldürüldü) CFR’li Nixon’la yarıştı. Cumhuriyetçi Parti 1964’te Nelson Rockefeller’a karşı kendi adayını göstererek Establishment’i şaşkına çevirdi. Rockefeller ve CFR kanadı, Barry Goldwater’ı tehlikeli bir radikal olarak resmetme yoluna gittiler. 1968’de CFR’li Nixon, CFR’li Humphrey’e karşı yarıştı. 1972 "yarışması" CFR’li Nixon’la CFR’li McGovern’a tanık oldu. </span><br />
<span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">CFR’li Başkan adayları arasında George McGovern, Walter Mondale, Edmund Muskie, John Anderson ve John Bentsen de var. 1976’da da Jimmy Carter vardı. O da, David Rockefeller ve CFR üyesi Zbigniew Brzezinski tarafından Japonya, Avrupa ve ABD arasında ekonomik bağlantı ve "dünya ekonomisini yönetme, küresel sistemin yumuşak ve barışçıl evrimini sağlama" amacıyla kurulan Üçlü Komisyon’un üyesiydi. Adı tuhaf bir şekilde üye listesinden 1979’da yokolduysa da CFR direktörü (1977-1979) George Bush ve de CFR üyesi Bill Clinton’ımız var. </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Hepsi, Birleşmiş Milletler kontrolünde "Yeni Dünya Düzeni"nin savunusunu yapmışlardır. Ancak problem şu ki, Pat Robertson’ın dediği gibi, "... mevcut Birleşmiş Milletler teşkilatı gerçekte CFR’nin bir yaratığıdır ve binası Manhattan’da halen CFR’nin başkanlığını yapan David Rockefeller’in bağışladığı bir arsa üzerinde bulunmaktadır". İlk BM konsepti, 1943’te Dışişleri Bakanı Cordell Hull tarafından kurulan Gayriresmi Gündem Grubu’nun sonucuydu. Grubun Hull dışındaki tüm üyeleri CFR üyesiydi CFR’nin kurucu üyesi olan Isaiah Brown da bu konseptin fikir babasıydı. 1945’te Birleşmiş Milletler Şartı’nı hazırlayan San Francisco Konferansı’ndaki Amerikan heyetinde şu isimler de vardı: CFR üyeleri Nelson Rockefeller, John Foster Dulles, John McCloy; komünist ajanlar olan CFR üyeleri Herry Dexter White, Owen Lattimore ve Konferansın Genel Sekreteri Alger Hiss. Amerikan heyetine CFR toplam olarak kırk yedi üyesini gönderdi ve sonucu fiilen kontrol etti.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">O zamandan bu güne CFR ve onun medyadaki (büyük ölçüde "Washington Post"dan Katherine Graham ve "Time, Life"dan Henry Luce tarafından kontrol edilmektedir), vakıflardaki ve siyasi partilerdeki dostları sürekli olarak Birleşmiş Milletler’e daha fazla yetki ve güç verilmesi için lobicilik yapmışlardır. Bush ve Körfez Savaşı, bir "Yeni Dünya Düzeni" yönündeki çağrılardan yalnızca biridir. </span><br />
<span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">On yıldan fazla bir süre CFR üyesi kalan Amiral Chester Ward, Konseyi en sert eleştirenlerden oldu ve 1975’te "Sedirdeki Kissinger" başlıklı bir kitap yazdı. Ona göre, "Bu elitist gruplar içindeki en güçlü kliklerin ortak bir hedefi var: Birleşik Devletler’in egemenlik ve bağımsızlığını teslim almak". Üyelerin çoğunluğu tek dünya yönetimi ideologlarıdır. Onların uzun dönemli hedefleri, Nixon Yönetimi tarafından benimsenen Eylül 1961 tarihli ve 7277 numaralı bir Dışişleri Bakanlığı belgesinde "eyaletlerdeki iç düzeni korumaya yeterli olanların dışındaki tüm silahlı kuvvet ve silahların elimine edilmesi ve Birleşmiş Milletler’i barış kuvvetleriyle donatmak... Ta ki (BM küresel hükümeti) hiçbir ulusun meydan okuyamayacağı güce erişinceye kadar" şeklinde tarif ediliyor. Ward’a göre, CFR içerisinde "Wall Street uluslararası bankerleriyle onların anahtar temsilcilerinden oluşan küçük ama daha güçlü bir grup var. Temel olarak, küresel yönetimin eline hangi yetkiler geçerse geçsin dünya bankacılık tekelini ellerine geçirmek istiyorlar... Bu CFR fraksiyonunun başında Rockefeller kardeşler var". Unutulmaması gereken şey, sözkonusu olanın çılgın bir marjinal grup olmadığıdır. Bunlar, dünyadaki en güçlü özel kuruluşların üyeleridir. Amerikan ekonomik, sosyal, politik ve askeri politikasını belirleyen insanlardır. CFR’nin 1993 yılı raporuna göre üyelerinin nüfuz ve kontrolü "akademi dünyasının, kamu bürokrasisinin, iş dünyası ve medyanın önde gelenlerine" kadar uzamaktadır. Kuruluşlarını şöyle tanımlıyorlar: "Paris Barış Konferansı’nın Amerikan katılımcıları, daha fazla sayıda özel Amerikalının ABD’nin artan sorumluluk ve ödevlerine aşina olmasının zamanı geldiğine karar verdiler... Üyelerinin ve daha fazla sayıdaki ilgili Amerikalıların yararına, Amerikan dış politikasını sürekli olarak inceleyebilecek bir kuruluşa ihtiyaç vardı".</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">CFR, yüzlerce programın sponsorluğunu yapmaktadır. Buralarda üyeler, "Amerikalı ve yabancı yetkililerle ve politika uzmanlarıyla görüş alışverişinde bulunur, iş dünyasını ilgilendiren dış politika sorunlarını ele alır; ve ABD çapındaki ilişkili toplum önderleri, karar vericilerle biraraya gelir". CFR, "pekçok fikre ev sahipliği yaptığını, hiçbirini savunmadığını" ve "Amerikan hükümetiyle hiçbir bağlarının olmadığını" söylüyor. Evet şunları saymazsak hiç bağları yok: "Konsey’in bir üyesi Birleşik Amerika’nın Başkanı seçildi... Onlarca başka Konsey’li meslektaş, kabinede ve kabine altı görevlere atandı ("Foreign Affairs"de tarif ettikleri gibi). Bunun yanında Kongre’nin, Yüksek Mahkeme’nin, Genelkurmay’ın, Federal Reserve pekçok üyesi ve pek çok başka federal bürokrat CFR üyesidir. Hükümetle BAĞLANTILI değiller; hükümetin KENDİSİDİRLER.</span></div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Bir başka görüş de CFR’nin resmi yayını "Foreign Affairs" dergisinin 50. yıl sayısında ifade edildi. "Ulusal Amacımıza Dair Düşünceler" başlıklı ve Kingman Brewster, Jr. imzalı bir makaleye göre amacımız kendi milliyetimizden kurtulmak ve "egemenliklerini bizimle paylaşmaları için başkalarını davet ederken biraz risk almak" olmalıdır. "Riskler" arasında, küresel bir BM hükümetinin güçlerine karşı çaresiz kalıncaya kadar silahsızlanmak da var. Egemenliğimizi, "dünya toplumu" yararına güle oynaya dünya hükümetine devretmeliyiz. </span><br />
<span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Bugün önümüzde, Almanya’daki bir Amerikan askeri olan ve BM üniforması giymeyi reddeden, bu yüzden de idari bir kararla terhis edilmeyle karşı karşıya bulunan Michael New örneği çarpıcı bir şekilde duruyor. New, haklı olarak Amerikan Anayasasını (BM’i değil) savunmak üzere yemin ettiğini söylüyor. Başka pekçok Amerikalı da, be dahil, o yemini etti ve Anayasa’yı savunmanın hala bizim namus görevimiz olduğuna inanıyor, zira Tanrı huzurunda edilen yemine sadık kalınmalıdır (mahkemelerde gerçeği söylemek yahut da memuriyete başlarken bu yemini başka ne için edelim ki?). Bugünlerde Tanrı’ya ve adına edilen yemine İNANMAK yoksa suç mu? </span><br />
<span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Bu arada, Anayasamızı ve egemenliğimizi yoketmek isteyen başkaları onurlandırılmakta, makam mevki verilmekte. Onlar hiç değilse ikiyüzlü değiller; sadece aşırı kibirliler. Eski Dışişleri Müsteşar yardımcılarından Richard N. Gardner’in görüşüne göre (Foreign Affairs, Nisan 1974), "kısacası ‘dünya düzeni evi’ aşağıdan yukarıya doğru inşa edilmeli; yukarıdan aşağıya değil. Ulusal egemenliğe yönelik son hamle (onu parça parça eriterek), eski tarz saldırılardan daha başarılı olacaktır. </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">CFR kurucu üyesi Paul Warburg’un oğlu ve Roosevelt’in "beyin tröstünün" üyesi, 17 Şubat 1950’de Senato Dış İlişkiler Komitesi’ndeki ifadesinde "sevseniz de sevmeseniz de dünya hükümetimiz olacak –fetihle ya da rızayla". Bu konuşan bir AMERİKALI mı yoksa tehlikeli bir çılgın mı? "Bizi FETHETMEKLE tehdit eden bu "Biz" kim? Onlar aslında bunu yapacak gücü olan bir grup ve bunu hergün azar azar yapıyorlar.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Medyadaki, eğitim ve eğlence alanındaki CFR üyeleri, "hümanizm" ve dünya kardeşliği propagandalarını yayıyorlar. Bir dünya hükümeti altında hepimiz barış içinde yaşamalıyız ve milliyetler ve vatanperverlik gibi bencil şeyleri de unutmalıyız. Kendi sorunlarımızı çözebiliriz. Tanrıya veya moral değerlere ihtiyacımız yok. Bunların hepsi görece zaten, öyle değil mi?.. Çünkü gerçekte biraz manevi karakter ve değerlerimiz olsaydı, bu insanların aslında KÖTÜ oldukları sonucuna varabilirdik. Kitabı Mukaddes, para sevgisinin tüm kötülüklerin anası olduğunu söylüyor. Bu insanlar kötüdür, zira parayı ve gücü severken aç gözlülük onları amaçları için herşeyi yapmaya sürüklüyor. Tüm maneviyat ve bilinçlerini kaybettiler; bu tür kavramların ve de Anayasamızın "modası geçmiş" olduğuna inanıyorlar.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Harcayamayacağı kadar servete sahip olmak deliliktir. Ve hala asla yeterli değildir. Hükümetleri kontrol etmek, savaş çıkarmak, dünyayı yönetmek için komplo kurmak zorundadırlar. "Sıradan insanlar", onların servetlerini nasıl kazandıklarının farkına varıp, onu geri almak ve suçlarının bedelini ödetmek istemesinler diye. Bu nedenledir ki bizi birbirimize düşürüyorlar... Siyahı beyaza, erkeği kadına, taşrayı kente, çiftçileri çevrecilere karşı karşıya getirerek...</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Biz İnsanlar bir başka standarda tabi tutuluyoruz. Biz Başkanı veya bir kamu görevlisini tehdit edersek, suç işlediğimiz sonucuna varılır... Oysa Bir-Dünya-Çetesi, Anayasayı ve bu ulusun egemen yöneticileri olan Biz İnsanların özgürlüklerini tehdit edebilir, ama hiç bir şey söylenmez, yapılmaz. </span><br />
<span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Belki de İnsanoğlunun onlara yapabileceğinden korkmuyorlar...Herşeyi ayarladıklarına, güç ve servetlerinin bu dünyada galip geleceğine inanıyorlar. Ancak Anayasayı savunacaklarına Tanrı huzurunda yemin edenler (Başkan, Kongre üyeleri ve ordu), gerçekten korkacak birşeylerin olduğunu bir gün görebilirler. CFR’nin toplam üye sayısı yaklaşık 3000’i bulmaktadır. Aşağıdaki kısmi liste, 1993’teki Yıllık Rapordan alınmıştır:</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Elliott Abrams, ROGER ALTMAN, John Anderson, Roone Arledge, LES ASPIN, BRUCE BABBITT, Howard Baker, William Bennett, LLOYD BENTSEN, Shirley Black, Tom Bradley, TOM BROKAW, Harold Brown, RONALD BROWN, Z. Brzezinski, WILLIAM BUCKLEY, Frank Carlucci, JIMMY CARTER, John Chancellor, Richard Cheney, Henry Cisneros, BILL CLINTON, William Colby, WARREN CHRISTOPHER, Mario Cuomo, James Dalton, Richard Darman, JOHN DEUTCH, Charles Dodd, Michael Dukakis, L. Eagleburger, Daniel Ellsberg, Geraldine Ferraro, Thomas Foley, GERALD FORD, Robert Gates, DAVID GERGEN, NEWT GINGRICH, RUTH GINSBERG, Katherine Graham, ALAN GREENSPAN, Alexander Haig, Richard Helms, Benjamin Hooks, C. Hunter-Gault, JESSE JACKSON, Bernard Kalb, N. Katzenbach, George Kennan, John Kerry, Jean Kirkpatrick, Henry Kissinger, ANTHONY LAKE, JIM LEHRER, I. R. Levine, John Lindsay, Richard McFarlane, George McGovern, Robert McNamara, Robert McNeill, George Mitchell, Walter Mondale, Daniel Moynihan, Edmund Muskie, Jack Nelson, Paul Nitze, SANDRA O'CONNOR, Claiborne Pell, Richard Perle, COLIN POWELL, DAN RATHER, ALIVE RIVLIN, Charles Robb, David Rockefeller, John Rockefeller, William Rogers, Walt Rostow, W. Ruckelshaus, Warren Rudman, Dean Rusk, Carl Sagan, Harrison Salisbury, Jonas Salk, DIANE SAWYER, John Scali, James Schlesinger, Daniel Schorr, PAT SCHROEDER, Brent Scowcroft, William Scranton, DONNA SHALALA, William Shirer, S. Shriver, George Shultz, Gary Sick, L. Silberman, William Simon, Steven Solarz, G. Stephanopoulos, David Stockman, Robert Strauss, Peter Tarnoff, D. THORNBURGH, Stansfield Turner<BR> LAURA D'ANDREA TYSON, Cyrus Vance, John Vessey, Paul Volcker, BARBARA WALTERS, Paul Warnke, Ben Wattenberg, William Webster, Caspar Weinberger, Timothy Wirth, Frank Wisner, JAMES WOOLSEY, Elmo Zumwalt,</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">CFR’nin geçmişteki ve şimdiki başkanları arasında da su isimler yeralıyor.: George Bush, Thomas Foley, Averell Harriman, David Rockefeller, Donna Shalala, Zbigniew Brzezinski, John McCloy, Douglas Dillon, Adlai Stevenson, Bill Moyers, Cyrus Vance, Henry Kissinger, George Shultz, Alan Greenspan, William Rogers, Lane Kirkland, ve daha birçok ünlü isim.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><b><span style="font-family: Arial,sans-serif;">Üye şirketler:</span></b></span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">American Airlines, American Express, Archer Daniels Midland, ASARCO, AT&T International, Atlantic Richfield, Avon Products, BMW of North America, Bank of America Bankers, Trust Barclays Bank, Bristol-Myers Squibb, Capital Cities/ABC, Chase Manhattan Bank, Chevron Citibank/Citicorp, Coca-Cola, Deere & Company, Dow Chemical, Dow Jones &Company, Dun &Bradstreet, E. I. du Pont, Estee Lauder, Exxon, Forbes Magazine, Ford Motor Company, General Electric, General Motors, Georgia-Pacific, H. J. Heinz, Hilton Hotels, IBM Corporation, ITT Corporation, John Wiley &Sons, Johnson &Johnson, J. P. Morgan &Co., Peat Marwick, Merill Lynch, Mitsubishi, Mobil Corporation, New York Times, Nippon Steel, USA Occidental Petroleum, Olin Corportation, Paramount Publishing, PepsiCo, Pfizer, Phillips Petroleum, Price Waterhouse, Procter &Gamble, Prudential Insurance, RJR Nabisco, Rockefeller Group, Schlumberger Limited, S. G. Warburg &Co., Siemens Corporation, Smith Barney Shearson, Sony Corporation, Texaco, Times Mirror, Toyota Motor Corp., TRW, Xerox Corporation. </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Günahkar melek Albay House’un hala CFR’yi kontrol eden akrabaları var. Karen Elliot House, üyelik komitesinin başkanı ve Jeane Kirkpatrick’le beraber aday gösterme komitesinin de üyesidir. David Rockefeller, 1970-1985 arasında Başkan olarak görev yaptıktan sonra şimdi "Mütevelli Heyeti Onursal Başkanı"dır. Peter G. Pterson Başkan; Amiral B. R. Inman Başkan Yardımcısı; Thomas Foley ve Jeane Kirkpatrick de Yürütme Komitesinde direktör olarak görev yapmaktadır. </span><br />
<span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Bu "özel yurttaşların" hükümet görevlilerine ve politika yapıcılara diledikleri zaman ulaşma imkanı var. Ancak toplantılarının sonuçları sadece başka hükümet görevlilerine, şirket görevlilerine veya hukuki partnerlere verilebilir. Katılımcıların özellikli hiçbir açıklamayı, "hemen dağıtılma ve yayılma riski taşıyan" gazete ve televizyon gibi kamu araçlarına vermeleri yasaktır. BİZİM kamu görevlilerimizin özel gruplarla gizlice görüşmelerini yasaklamak gerekmez mi? Kamu görevlileri kamu işlerini ve politikasını kamu forumlarında açıklamalıdır. </span><br />
<span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Bu grup ve onların Amerika için planları hakkında daha söylenecek çok şey var. "Rockefeller Dosyası"nda Gary Allen’ın belirttiğine göre şehir, vilayet ve eyalet sınırlarını kaldırarak bizi federal bürokratların insafına terkedecek pek çok bölgesel yönetim planının ve "toprak kullanımı" kontrolleri propagandasının arkasındalar. "Herşeyin federal düzeyde kontrolünü istiyorlar. Çünkü federal yönetimi kontrol etmek istiyorlar.."</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Silah ve uyuşturucu kaçakçılığı, fuhuş ve seks köleliği işlerine; ve görgü tanıkları ve gerçeğe yaklaşanlara yönelik çok sayıdaki esrarengiz süikastlere karıştıklarına dair de pek çok suçlama var... Ama o ayrı bir hikaye.. n</span></div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">REFERANSLAR</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;">•</span><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Bo Adelmann, 1986. "The Federal Reserve System." The New American, October 17.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;">•</span><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Gary Allen, 1976. "The Rockefeller File". Seal Beach, CA: '76 Press.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;">•</span><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Gary Allen with Larry Abraham, 1972. "None Dare Call it Conspiracy." Rossmoor, CA: Concord Press.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;">•</span><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">"Congressional Record," December 22, 1913, Vol. 51.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;">•</span><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Phoebe and Kent Courtney, 1962. "America's Unelected Rulers, The Council on Foreign Relations." New Orleans: Conservative Society of America.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;">•</span><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Curtis B. Dall, 1970. "FDR My Exploited Father-In-Law." Washington D.C.: Action Associates.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;">•</span><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">A. Ralph Epperson, 1985. "The Unseen Hand." Tucson, AZ: Publius Press.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;">•</span><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">"F.D.R.: His Personal Letters," 1950. New York: Duell, Sloan and Pearce.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;">•</span><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">William P. Hoar, 1984. "Architects of Conspiracy." Belmont MA: Western Islands.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;">•</span><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Herbert Hoover, 1952. "The Memoirs of Herbert Hoover, The Great Depression 1929-1941." New York: Macmillan.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;">•</span><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Frederick C. Howe, 1906. "Confessions of a Monopolist." Chicago: Public Publishing Co.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;">•</span><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Robert C. Johansen, 1980. "Models of World Order," in "Dilemmas of War and Peace."</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;">•</span><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Peter Kershaw, 1994. "Economic Solutions."</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;">•</span><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Devvy Kidd, 1995. "Why A Bankrupt America?" Colorado: Project Liberty.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;">•</span><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Ferdinand Lundberg, 1938. "America's 60 Families." New York: Vanguard.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;">•</span><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Louis T. McFadden, 1934. "The Federal Reserve Corporation, remarks in Congress." Boston: Forum Publication Co.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;">•</span><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">James Perloff, 1988. "The Shadows of Power." Appleton, WI: Western Islands.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;">•</span><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Carroll Quigley, 1966. "Tragedy and Hope." New York: Macmillan.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;">•</span><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Pat Robertson, 1991. "The New World Order." Dallas: Word Publishing.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;">•</span><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Charles Seymour, ed., 1926. "The Intimate Paper of Colonel House." Boston: Houghton Mifflin.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;">•</span><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Colin Simpson, 1972. "The Lusitania." Boston: Little, Brown.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;">•</span><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Arthur D. Howde Smith, 1940. "Mr House ob5 Texas." New York: Funk and Wagnalls.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;">•</span><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Antony C. Sutton, 1975. "Wall Street and FDR." New Rochelle, New York: Arlington House.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;">•</span><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">George Sylvester Viereck, 1932. "The Strangest Friendship in History." New York: Liveright.</span></div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Kaynak: </span><span style="color: blue; font-size: small;"><u><a href="http://hardtruth.topcities.com/council_on_foriegn_relations.htm"><span style="font-family: Arial,sans-serif;">http://hardtruth.topcities.com/council_on_foriegn_relations.htm</span></a></u></span></div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div>altay ünaltayhttp://www.blogger.com/profile/01074664679964606101noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3211112078332654001.post-13512044450394138232011-08-22T17:33:00.001+03:002011-09-22T18:30:30.673+03:00DÜNYA POLİTİKASINA YÖN VERENLER: Zbigniew Brzezinski<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><span style="font-size: small;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi5mYY4lFzE78TJgdj8ghW6OkdSqS0X5ct_BqoEF1l1LyYnUaFf_PlVH_oBDaqhueBKOzcUvuGbt-stMXElip2HPi9O8NTNXQrAfxrRqB075gaRfhBgnVf0fDPJ0oB3CjKsOH7AfBzejms/s1600/Image36.JPG" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi5mYY4lFzE78TJgdj8ghW6OkdSqS0X5ct_BqoEF1l1LyYnUaFf_PlVH_oBDaqhueBKOzcUvuGbt-stMXElip2HPi9O8NTNXQrAfxrRqB075gaRfhBgnVf0fDPJ0oB3CjKsOH7AfBzejms/s1600/Image36.JPG" /></a></span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"><b>Doğum</b>: Varşova, Polonya. 28 Mart 1928’de. Küçük asalet ünvanlı bir ailenin (Tadeusz ve Leonia (Roman) Brzezinski) oğludur. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"><b>Ailesi</b>: 1953’te ABD’ye geldi. 1958’de vatandaş oldu. 11 Haziran 1955’te Emilie Anna Benes’le evlendi; üç çocukları oldu: Ian, Mark ve Mika. Brzezinski’nin eşi eski Çekoslovak Cumhurbaşkanı Eduard Benes’in kızıydı; onun kabinesinde Clinton’un dışişleri bakanı Madeleine Albright’ın babası Josef Korbel, dışişleri bakanı Jan Masaryk’in özel yardımcısı olarak görev almıştı. Madeleine Albright, Brzezinski’nin Ulusal Güvenlik Konseyi’nde Kongre kurye memuru olarak görev yapmıştı; daha sonra Brzezinski’ye anılarını yazmakta yardım etti. </span><br />
<a name='more'></a><br />
<span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"><b>Eğitim: </b>Ekonomi ve siyaset biliminden birinci sınıf takdirle B.A. derecesi, McGill Üniversitesi, 1949. 1950’de aynı yerde siyaset biliminden M.A. derecesi; 1953-56’da Harvard’dan Ph.D.</span></div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><b><span style="font-family: Arial,sans-serif;">Görevleri:</span></b></span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">* Rus araştırmaları Merkezi (Russian Research Center), Harvard Üniversitesi’nde eğitmen, araştırma görevlisi (1953-56); Devlet ,araştırma Birliği, Rus araştırmaları Merkezi ve Uluslararası İlişkiler Merkezi’nde (Center for ınternational Affairs) yardımcı profesör (156-60), </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">* Columbia Üniversitesi’nde Kamu Hukuku ve Yönetim (Public Law and Government) yardımcı prof. (1960-62)</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">* Çağdaş Çin Karma Komitesi (Joint Committee on Contemporary China) üyesi, Sosyal Bilimler Araştırma Konseyi (Social Science Research Council) (1961-62). </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">* Araştırma direktörü, Uluslar arası Değişimi enstitüsü (Institute for International Change - 1962-77) </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">* Politik Planlama Konseyi üyesi (Policy Planning Council), ABD Dışişleri Bakanlığı (1966-68).</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">* Trilateral Komisyon kurucu üyesi ve direktörü (1973-76). Komisyon Brzezinski ve David Rockefeller’ın inisiyatifi ve Henry Kissinger’ın kuvvetli desteğiyle kurulmuştur. Üyeleri arasında Kuzey Amerika, Avrupa, ve Japonya’dan öndegelen politik, mali, medya, işçi ve sanayi dünyası kişileri vardır. Komisyon, o sıra Georgia valisi Jimmy Carter’ı üyeliğe davet eder ve, Brzezinski’nin şahsi çabaları ile, onun 1976 başkanlık seçimini ayarlar.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Brzezinski, anılarından bahsederken, der ki: “1975 sonları, Carter’ın baş dışpolitik danışmanı olmuştum.” Trilateralci ve gelecekte Carter’ın İtalya büyükelçisi Richard Gardner’la (bu kişi Venedik oligarşisinden Danielle Luzzato ile evliydi) Brzezinski, Demokrat Parti başkan adayı Carter için Ocak 1976’da ana dış politika metnini yazarlar; bu metin Carter yönetimi dışpolitikasının temelini oluşturur. Brzezinski, yine anılarında sadece “tüm Carter yönetimi dışpolitika başdanışmanlarının eski Trilateral Komisyon görevlileri olduğunu” söylemekle almaz, “yeni Başkan’ın dış ilişkilerle ilgili özel görüşleri de ... Trilateral Komisyon’da olduğu zamanlar şekillenmişti,” der. </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">* Başkanın ulusal güvenlik yardımcısı ve kabine üyesi (1977-81). Ulusal güvenlik yardımcısı Samuel Huntington’la birlikte çalışarak , Brzezinski 43 sayfalık ve bir gizli bülten yazdı; burada gelecek yönetimin 10 önemli dış ve ulusal güvenlik politikası hedefi açıklanıyordu. Bu hedeflerden ikisi şuydu: “Çin’le askeri ilişkileri geliştirmek; böylece Sovyetler Birliği’ne karşı “Çin kartını” oynamak; ve insan hakları meselesini Carter yönetimi dışpolitikasının köşetaşı yapmak. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Anılarında Brzezinski Samuel Huntington’a en büyük övgülerini sunar. Huntington göreve Başkanlık Teftiş Tezkeresi 10 (Presidential Review Memorandum) ile atanmış, bu Brzezinski’ye göre Başkanlık Direktifi 18’in öncüsü olmuş (24 Ağ. 1977’de imzalandı), bununla Avrupa’ya taktik nükleer silahlar yerleştirilmesi ve ABD ordusunun çevik “alandışı” kaydırmalar için hazırlanması başlamıştır. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Yine de Brzezinski UGK’nın (Ulusal Güvenlik Kurulu) değiştirilmesi için bir plan önermiş, bu da gücü onun ellerinde toplamıştır. Başkanlık Karar Direktifi / UGK – 1 (Presidential Decision Directive / NSC – 1) Brzezinski’ye herhangi bir dış ilişkiler girişiminde Başkanlık Teftiş Tezkerelerini kaleme alma yetkisi vermiştir. Ve Başkanlık Karar Direktifi / UGK -2, UGK sistemini yeniden düzenleyerek iki alt komiteye ayırmıştır: 1) Politik Teftiş Komitesi – PTK (Policy Review Committee – PRC), başka bir kabine üyesinin başkanlığında olacak, ve 2) Özel Koordinasyon Komitesi – ÖKK (Special Coordination Committee – SCC) Brzezinski’nin başkanlığında ABD silahsızlanma politikaları, tüm kriz yönetimleri ve haberalma politikası konularından (“gizli eylem ve hassas operasyonlar onaylama” da dahil) sorumlu olacaktır.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Brzezinski, ayrıca tüm kararları Başkan’a bir kapalı “karar” tutanağı ile iletmeye ve Başkan’ın kararını da diğer kabine üyelerine iletmeye memur edilmiştir. Tüm hatlar, görüşme tutanakları ve kabine görevlilerinin konuşmaları (Dışişleri ve savunma bakanlarınınkiler de dahil) Brzezinski’den geçecektir. Başkan Carter’ın tam desteğiyle; Brzezinski adım adım Dışişleri bakanı Cyrus Vance’i ABD dışpolitikasının sözcülüğünden aşağıya indirir. </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Gücü elinde toplama girişiminin son adımı olarak Brzezinski, CIA Başkanı Stansfield Turner’ın yetkilerini de gaspeder. Anılarında Brzezinski şöyle der: “Çok iyi bilinmeyen şey, Carter döneminde CIA’in de sıkı UGK denetiminde olduğudur. CIA başkanının Başkan’a ulaşma imkanı zayıftı; başta ona haftada bir, sonraları ayda iki brifing veriyordu ve bunlarda ben hep vardım ... Tüm CIA bilgisi Başkan’a benim üzerimden gidiyordu. Dahası, CIA ile ilgili tüm genel kararlar ÖKK üzerinden ya da Turner ile benim başbaşa oturumlarımız ile iletilmek durumunda idi.”</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">13 Ocak 1980’deki ulusa sesleniş konuşmasında Başkan Carter, sonraları “Carter Doktrini” diye bilinecek şeyden bahsetti: “Basra Körfezi bölgesinde kontrol sağlamak için başka bir dış gücün her girişimi ABD’nin hayati çıkarlarına saldırı olarak anlaşılacaktır, ve bu saldırı her yolla, askeri güç kullanımı da dahil, püskürtülecektir.” Bu kelimeler, Brzezinski’nin “kriz yayı” tezine dayanıyordu; tezin babası İngiliz haberalma casusu Bernard Lewis’ti, amaç Ortadoğu’daki bağımsız milli devletleri yoketmek, ve İngiliz emperyal “Büyük Oyun” tipi birşeyi sahneye koyarak bölgede Sovyet varlığını durdurmaktı. </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Brzezinski kendi “Kriz yayı” konseptine anılarında değinir: “1978 sonu “Kriz yayı” tezini yaymaya başladım, ve 28 Şubat 1979’da, Başkan’a yolladığım bir notla ABD gücünün ve etkisinin Ortadoğu’da güvenceye alınması için yeni bir “güvenlik çerçevesi” oluşturmaya davet ettim; böylece önceki planlarımız olan ve o sıra dışişlerinin hala kendini bağlı hissettiği Hint Okyanusu’nun silahsızlandırılmasından vazgeçmeliydik. “Süveyş’in doğusundan” İngilizlerin ayrılışı ve Basra Körfezi’nin kuzeyinde stratejik dayanağımızın çöküşünden sonra, ABD’nin daha geniş bir cevabının gerekliliğini hissediyordum. Ve bu notumu birkaç ÖKK oturumunun konusu yaptım.” Brzezinski birkaç tırmandırma adımı ile “bölgeye etkin bir Amerikan gücü zerketmek” istedi; Hint Okyanusu ve İran Körfezi’nde ileri üsler kurmak da buna dahildi. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Brzezinski, Carter yönetiminin Ortadoğu politikasını da avucuna aldı, Dışişleri Bakanı Cyrus Vance’in Sovyetler’le ortak bir Cenevre konferansı toplamasına sert engeller getirdi; Carter’dan yetki alarak yeni İsrail Başbakanı Menahem Begin’le tüm ilişkileri yürüttü ve defalarca Vance’in Filistinlilerle bir “toprağa karşı barış” görüşmeleri girişimini defalarca baltaladı. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Alman Şansölyesi Helmut Schmidt, Alman “Ostpolitik”inin (Alman Doğu Avrupa Politikası – ç.n.) Vance üzerindeki Brzezinski baskılarıyla, Sovyetler Birliği ile detant anlaşmalarına set çekilmesi sonucu zayıfladığını gördüğünde, kendi “iyi makamlarını” SSCB ile görüşmelerin yürütülmesine yardım amacıyla önermişti. Brzezinski, sadece Başkan’ın bu teklifi geri çevirmesini sağlamakla kalmadı, ayrıca anılarında dediği gibi: “Başkan ve ben nasıl aynı kişilere hayransak, aynı kişileri de sevmiyorduk. Bunlardan biri de Alman Şansölyesi Helmut Schmidt’ti, başta yer alıyordu.”</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Sovyetler kısa menzilli SS -20’leri konuşlandırarak karşılık verince Şansölye “Avrupa stratejik dengesi” konusunda endişelenmeye başlamıştı; Brzezinski Schmidt’e bir problem görmediğini söyleyerek o kadar öfkelendirdi ki, Schmidt Brzezinski’yi makamından kovdu. Aslında, SS -20’lerle ilgili Avrupa’nın endişelerine cevap olarak Brzezinski nötron bombasının geliştirilmesi ve konuşlandırılmasını önermiş, bunun politik olarak uygun olmadığı anlaşılınca, Avrupa’ya Pershing 2 ve Cruise füzelerinin yerleştirilmesini önermişti. Schmidt’in açıkladığı gibi bu silahların yerleştirilmesi, bir sınırlı nükleer savaşı mümkün kılıyor ve Almanya ABD’nin tam nükleer desteği dışında ve iki arada kalıyordu. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Brzezinski, Başkan Carter’ın izniyle Çin’le ilişkilerin “normalizasyonu”na başladı; siyasi anahatları selefi Kissinger’ın jeopolitik hedefi olan “Çin kartını oynamak”tı. Brzezinski şöyle yazar: “1972’deki ilk Nixon -Kissinger seferinden sonra , ABD -Çin ilişkileri tedrici olarak yavaşladı.” Ve ilave eder: “Çin’le ilişkilerin normalizasyonu yeni yönetimin kilit stratejik hedeflerindendi. Kanaatimiz oydu ki, Washington ile Pekin arasında gerçek işbirliği ilişkileri Uzakdoğu’da istikrarı büyük ölçüde kolaylaştıracak ve daha genelde ABD’ye Sovyetlerle global rekabetinde üstünlük sağlayacaktı.”</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Gizlice desteğini müslüman köktendincilere verirken (önce İran’da, sonra Afganistan’da) Brzezinski Şah’ın devrilmesini ve Amerikalıların rehine olayını (1) fırsat olarak kullandı ve Vance ve CIA’yı devre dışı bıraktı. Brzezinski, Vance’in “yumuşaklığının” ve Şah’ın tereddütlerinin onun askeri darbe planlarını engellediğini söylemiştir. Haziran 1979’da – Afganistan’a Sovyet istilasından 6 ay önce – Brzezinski’nin kaleme aldığı ve Başkan Carter’ın imzaladığı bir icra emri ile , Afgan mücahitlerine ilk gizli yardım başlatıldı. Brzezinski, daha sonraları, Afganistan’daki bu gizli savaşın Sovyetleri Kabil’i işgale ittiğini ve bataklığa saplandıklarını söyleyecekti. </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Brzezinski, ayrıca Henry Kissinger’ın Malthus’çu politikalarının sürdürülmesinde de kötü bir ün sahibidir. (NSSM – 200 kod adı ile yazılmış rapor) (2) Brzezinski açıkça, İran Körfezi ya da Rio Grande’nin güneyinde(3) “yeni Japonyalara” izin vermeyeceğini söylemiştir, yani dünyanın petrol üreten bölgelerinde yeni modern ekonomilere yer yoktur.</span></div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><b><span style="font-family: Arial,sans-serif;">Diğer Görevleri:</span></b></span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">* Columbia Üniversitesi’nde profesör (1981-89)</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">* CSIS (Center for International and Strategic Studies) - Uluslararası Stratejik Etüdler Merkezi’nde danışman (1981 -)</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">* Başkan Dış Haberalma Danışman Kurulu (President’s Foreign Intelligence Advisory Board) danışman (1987 –91)</span> <br />
<div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><b><span style="font-family: Arial,sans-serif;">Eserleri:</span></b></span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">* The Permanent Purge: Politics in Soviet Totalitarianism, Harvard Uni. Press, 1956 (Sürekli Tasfiye: Sovyet Totaliterliğinde Politika)</span><br />
<span style="font-size: small;"><br />
</span><br />
<div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">* Ideology and Foreign Affairs, Center for International Affairs, Harvard Uni., 1959, katılımcı yazar (İdeoloji ve Dışilişkiler, Uluslararası İlişkiler Merkezi)</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">* The Soviet Bloc: Unity and Conflict, Harvard Uni. Press, 1960 (Sovyet Bloku: Birlik ve Çatışma)</span><br />
<span style="font-size: small;"><br />
</span><br />
<div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">* Totalitarian Dictatorships and Autocracy, Praeger, 1961, Carl Friedrich ile birlikte (Totaliter Diktatörlükler ve Otokrasi)</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">* Ideology and Power in Soviet Politics, Praeger 1962, (Sovyet Politikasında İdeoloji ve İktidar)</span><br />
<span style="font-size: small;"><br />
</span><br />
<div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">* Africa and the Communist World, Stanford Uni. Press, 1963, editör olarak (Afrika ve Komünist Dünya)</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">* Political Power: USA/USSR, Viking 1964, Samuel Huntington ile birlikte (Siyasi İktidar: ABD / SSCB)</span><br />
<span style="font-size: small;"><br />
</span><br />
<div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">* Alternative to Partition: For a Broader Conception of America’s Role in Europe, Viking 1965, (Bölünmenin Diğer Seçeneği: Amerika’nın Avrupa’daki Rolü Üzerine Geniş Konsept)</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">* Dilemmas of Change in Soviet Politics, Columbia Uni. Press 1969, editör olarak (Sovyet Politikasında Değişim İkilemleri)</span><br />
<span style="font-size: small;"><br />
</span><br />
<div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">* The Fragile Blossom: Crisis and Change in Japan (Harper, 1972 – Hassas Çiçek: Japonya’da Kriz ve Değişim)</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">* Between Two Ages: America’s Role in the Technocratic Era, Harper 1972 (İki Çağ Arasında: Amerika’nın Teknokratik Dönemdeki Rolü. Bu kitapta Brzezinski, Samuel Huntington’a girişte teşekkürden sonra, kendi teknokratik korporatist devlet hayalini anlatır. Burada “bilgisayar devriminin”, sibernetikin vs.nin tüm imkanları kullanılarak bir dikta kurulacaktır. O buna “teknetronik devrim” der. New Age tapınıcılarına katılarak Brzezinski, dünyanın “iki çağ arasında” olduğunu ve yükselen dünya düzeninde, klasik sınai üretim yerine “bilginin” hakim olacağını söyler. </span><br />
<span style="font-size: small;"><br />
</span><br />
<div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">* The Relevance of Liberalism, Westview Press, 1977 (Liberalizmin Uygunluğu)</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">* Power and Principle: Memoirs of the National Security Advisor (1977-81), Farrar, Strauss, Giroux, 1983 (Güç ve İlke: Ulusal Güvenlik Danışmanının Anıları 1977-81)</span><br />
<span style="font-size: small;"><br />
</span><br />
<div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">* Democracy Must Work: A Trilateral Agenda for the Decade: A Task Force Report to the Trilateral Commission, New York Uni. Press, 1984, Trilateral Komisyon üyeleriyle birlikte (Demokrasi İşlemeli: Onyıl İçin bir Trilateral Gündem: Trilateral Komisyon’a Özel Kurul Raporu)</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">* Game Plan: A Geostrategic Framework for the Conduct of the US -Soviet Contest, Atlantic Monthly Press, 1986, (Oyun Planı: ABD Sovyet Rekabetini Sürdürmek İçin Çerçeve)</span><br />
<span style="font-size: small;"><br />
</span><br />
<div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">* Promise or Peril, the Strategic Defense Initiative: Thirty Five Essays by Statesmen, Scholars and Strategic Analysts, Ethics and Public Policy Center, 1986, ortak yazar olarak (Vaad ya da Serap: Stratejik Savunma İnisiyatifi(4): Devlet Adamları, Akademisyenler ve Stratejik Analistlerden 35 Makale)</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">* In Quest of National Security, editör: Marin Strmecki, Westview Press, 1988 (Ulusal Güvenlik Arayışı). Bu kitapta Brzezinski, “UGK ve Başkan” başlığıyla eklediği bir bölümde, 1960’tan 1980’e dek (William Yandell Elliott’un, McGeorge Bundy’ler, Henry Kissinger’lar ve Brzezinski’lerden kurulu “çocuk bahçesi” dönemine denk gelir) başta bir “Başkanlık” sistemi olduğunu, bunun da Ulusal Güvenlik Danışmanına sınırsız yetki verdiğini kaydeder. </span><br />
<span style="font-size: small;"><br />
</span><br />
<div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">* The Grand Failure: The Birth and Death of Communism in the Twentieth Century, Scribner, 1989 (Büyük Çöküş: 20. Yüzyılda Komünizmin Doğumu ve Ölümü)</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">* Out of Control: Global Turmoil on the Eve of the Twenty First Century, Scribner, 1993 </span><br />
<span style="font-size: small;"><br />
</span><br />
<div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">* The Grand Chessboard: American Primacy and Its Geostrategic Imperatives, Basic Books, 1997, (Büyük Satranç Tahtası: Amerikan Egemenliği ve Jeostratejik Sonuçları) Bu kitapta, ABD’nin Pax Romana ya da Pax Britannica’dan daha geniş bir imparatorluk olduğunu iddia eder ve “ödül Avrasya’dır” der. İddiasına göre kendi jeopolitik selefleri Sir Halford Mackinder ve Karl Haushofer’dır. Brzezinski, burada kendi “kriz yayı”nı daha da açarak “Avrasya Balkanları” dediği bir alana yayar. Burada Transkafkasya ve Ortaasya’da petrol, altın ve diğer hammaddelerin ele geçirilmesi için “Büyük Oyun” tekrar oynanacaktır. Şurası tesadüf değil, ki kitabını yazdığı sıralar Brzezinski Amoco petrol şirketinin Ortaasya petrolleri konusunda danışmanı idi. Belki bundan da önemlisi, iddiasına göre, ABD için Çin’in Ruslarla birleşerek Avrasya’yı geliştirmesinden daha büyük tehlike yoktur. Bu fikrin karşıtı Lyndon LaRouche tarafından öne sürülür.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">* The Geostrategic Triad: Living with China, Europe and Russia, CSIS, 2000 (Jeostratejik Üçlü: Çin, Avrupa ve Rusya’yla Birlikte Yaşamak) n</span> <br />
<div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"><b>Kaynak</b>: Zbigniew Brzezinski and September 11th, February 2002, EIR Special Report</span></div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><span style="font-size: small;"><b><span style="font-family: Arial,sans-serif;">Notlar:</span></b></span><br />
<span style="font-size: small;"><br />
</span><br />
<span style="font-size: small;"><span style="font-family: Arial,sans-serif;">1) </span></span><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">1979 İran İslam Devrimi’nden kısa sure sonar ABD’nin Tahran büyükelçilik personeli casusluk yaptıkları gerekçesi ile elçiliği basan üniversite öğrencilerince rehin alınmış; olay ciddi bir bunalım doğurmuştu – ç.n.</span><br />
<span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> <br />
<div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">2)Henry Kissinger ABD çıkarları açısından dünya nüfusunun 8 milyardan daha çok artışına engel olunmasını istemiş ve bunu engellemeye yönelik politikalar önermiştir. – ç.n.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">3) Meksika sınırı, ç.n.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">4) ABD’nin Yıldız Savaşları Projesi ç.n.</span></div>altay ünaltayhttp://www.blogger.com/profile/01074664679964606101noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3211112078332654001.post-45168744554775300332011-08-22T17:31:00.002+03:002011-09-22T18:31:33.099+03:00KİSSİNGER VE BRİTANYA<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><span style="font-size: small;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEipMKqtyUhEJtFj3Fk52SGsUGQ4ctAWLUkGSep-Eh23ew83QDjFgpia_IOFvSiWut47mafsboFIe5MZyOZnrdRxImRQg7QBgDQ3sHajrTDnf0C00x2Px-Am2Wj29chJsV6b7W7ffk68RH4/s1600/Image27.JPG" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEipMKqtyUhEJtFj3Fk52SGsUGQ4ctAWLUkGSep-Eh23ew83QDjFgpia_IOFvSiWut47mafsboFIe5MZyOZnrdRxImRQg7QBgDQ3sHajrTDnf0C00x2Px-Am2Wj29chJsV6b7W7ffk68RH4/s1600/Image27.JPG" /></a></span></div><span style="font-size: small;"><br />
</span><br />
<span style="font-size: small;"><i><span style="font-family: Arial,sans-serif;">Aşağıda Henry Kissinger’ın 10 Mayıs 1982’de Kraliyet Dışişleri Enstitüsü’nde (Royal ınstitute of International Affairs) Dışişleri Sekreterliği Ofisi’nin 200. kuruluş yıldönümü nedeniyle yaptığı konuşmanın metnini bulacaksınız. Konuşmanın başlığı: "Savaş Sonrası Dışpolitikaya Britanya ve Amerika’nın Yaklaşımları"dır.</span></i></span><br />
<span style="font-size: small;"><b><span style="font-family: Arial,sans-serif;"> </span></b></span> <br />
<div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"><b>Çevirenin Notu:</b> Konuşma 1982’de yapılsa da konuların güncelliği bugünün kimi meselelerini anlamak için okunmasını zorunlu kılıyor. </span><br />
<a name='more'></a></div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Michael Howard, ilk derslerinde benim düşündüğümü doğrulamıştı: ABD de Britanya’nın bir Dışişleri Ofisi kurmasında pay sahibidir. Dışişleri Dairesi Yorktown Savaşı’ndan (Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nda bir çarpışma) kısa süre sonra kurulmuştu. O zamanın Amerika’yı yoldan çıkaran "politikacıları" nedeniyle daha profesyonel bir mekanizma ile Britanya’nın yeni ortaya çıkan alanındaki "Dışilişkiler"i yürütmenin gereği ortaya çıkmıştı. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">O günden beri Britanya ve Amerika’nın birbirlerinin tarihinde önemli rol oynamadıkları bir zaman olmadı. Genelde yapıcı ve yaratıcı bir ilişki oldu; belki de milletlerin ilişkiler tarihinde en uzun sürelisi. Son 200 yıl birbirimize değişik şekillerde yaklaştık, ve dış ilişkileri değişik perspektiflerden ele aldık. Sonuçta ve tartıldığında ilişkimiz dünya barışına hayli katkı sağladı. Bu özellikle 2. Dünya Savaşı sonrası dönem için böyledir.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">İkinci Dünya Savaşı’ndaki ve erken savaş sonrası dönemin İngiliz-Amerikan ittifakının muhasebesi yapıldığında dikkatler Franklin Roosevelt ile Winston Churchill arasındaki farklı milli tarihlere dayanan önemli değişikliklere takılır. Bekasına hiçbir zaman bir yabancı tehdit almamış olan Amerika savaşları kötü kişi ya da kurumlarca çıkarılmış bir sapkınlık olarak görmüş; zaferden Mihver’in kayıtsız şartsız teslimini anlamıştır. Britanya kendi tarihi deneyi saldırganlığın çok çeşitli şekiller alabileceğini görmüş, dikkatlerini savaş sonrası dünyaya çevirerek savaş zamanı stratejiyi değiştirerek Orta Avrupa’da Sovyet yayılmacılığının önünü almaya çalışmıştır. Birçok Amerikan lideri Churchill’i güç politikalarına fazlaca kafasını takmakla, aşırı anti Sovyetçi olmakla, şimdi Üçüncü Dünya denen partiye karşı sömürgecilik taraftarı ve Amerikan idealizminin hep temayül ettiği yeni bir dünya düzenine hiç ilgi göstermemekle suçlamışlardır. İngi-lizler ise şüphesiz Amerikalıları naiv, aşırı ahlakçı ve dünya dengelerini gözetmekteki vazifelerini ihmalci görmüşlerdir. Tartışma Amerika’nın istekleri doğrultusunda ve – benim görüşüme göre, savaş sonrası güvenliği feda edilerek sonlandırıldı.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Çok şükür ki, Britanya’nın Amerika'nın sonraki yıllarda hızla uyanıp olgunluğa ermesine ağırlıklı etkisi oldu. 1940’lar ve 50’lerde iki ülke birlikte Sovyetler Birliği’nin jeopolitik meydan okumasına karşı cevap verdiler ve savaş sonrasının Batı işbirliği mekanizmalarının kurulması için liderliği ele aldılar; bu bir kuşak boyu güvenlik ve refah getirdi.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Bu süreçte adeta mizahi bir rol değişimi de yaşandı. Bugün güç dengelerine kafayı takmakla suçlanan ABD ve Avrupalı müttefiklerimiz bizi ahlaki sorumluluklardan kaçmakla suçluyor.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">İnanıyorum ki, demokrasiler arasındaki üstün işbirliği gazete manşetlerinin konusu geçici sürtüşmeleri aşacak ve daha önemlisi ülkelerimizin karşılaştığı yeni somut tehditleri göğüsleyecektir. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><b><span style="font-family: Arial,sans-serif;">Dış Politika Felsefeleri</span></b></span></div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Britanya ile Amerika arasında 2. Dünya Savaşı ve sonrasındaki tartışmalar şüphesiz tesadüfi değildir. İngiliz politikası iki yüz yıllık Avrupa güç dengeleri tecrübesine dayanıyordu, Amerika ise 2 yüzyıl bunu reddetmişti. </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Amerika kendini dünya olaylarından soyutlanmış görürken, Britanya yüzyıllarca herhangi bir ülkenin Avrupa kıtasında hakimiyet kurmasının, bu hakimiyetin içyapısı ya da metodu ne olursa olsun, Britanya’nın bekasını tehlikeye soktuğu gerekçesiyle dikkatli bir alarm halinde idi. Amerikalılar savaşların, liderlerin ahlaki zayıflığı nedeniyle çıktığına inanırken, İngiliz görüşü saldırının haklı nedenler kadar fırsatlara da dayandığı ve belli bir güç dengesiyle sınırlandırılması yönünde idi. Amerikalılar diplomasiyi zaman zaman gerekli görürken – bir takım birbirinden ayrı olayları kendi isteklerine göre çözmek için – Britanya onu herzaman organik bir tarihsel süreç olarak gördü ve doğru yönde seyrini sağlamak için sürekli müdahalenin gereğine inandı. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Britanya çok nadiren ahlaki mutlak temeller öne sürdü ya da güvenini teknolojinin nihai etkinliğine bağladı, oysa bu alanda çok gelişmeler sağlamaktaydı. Felsefi açıdan o hep Hobbes’çu oldu: Hep en kötüsünü bekledi ve hiçbir zaman düş kırıklığına uğramadı. Ahlaki konularda Britanya geleneksel olarak hep uygun bir ahlaki egoizm uygulamıştır; yani Britanya için iyi olanın diğerleri için de iyi olduğuna inanmak. Bunu yürütmek tarihi bir kendine güven gerektirir, tabii sinir sağlamlığı da. Ama o bunu her zaman bir tabii ılımlılık uygar bir insancıllıkla uyguladı ve böylece varsayımları hep haklı çıktı. 19. y.y.da Britanya politikası bir –belki de tek- denge unsuru olarak Avrupa sistemini 99 yıl büyük bir savaş olmadan barış içinde birarada tuttu. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Amerikan dışpolitikası çok farklı bir geleneğin ürünüdür. Kurucu Babalar şüphesiz geniş kültürlü kişilerdi; Avrupa güçler dengesini kavradılar ve onunla oynayarak bağımsızlığı kazandılar. Ama bundan bir küsur yüzyıl sonra Amerika, iki okyanusça çevrili olmanın sağladığı rahat içinde –ki bunlar Kraliyet donanmasınca korunuyordu- nevi şahsına münhasır bir görüş geliştirerek talihin zaten olayların doğal seyri içinde olduğu, dolayısıyla dünya politikasına müdahalenin bizim isteğimize bağlı olduğuna inandı. Biryanda (İngiliz Başbakanı) George Canning Monroe doktrinini dünya dengesi içinde bir yere koyup "Yeni Dünya’yı eskisinin dengelerini düzenlemek için yarattık" derken, Amerikalılar tüm Batı yarıküreyi özel bir yer gördüler, burası dünyanın geri kalanından tecrit edilmişti. Yarattığımız millet bilinçli olarak "kendinden zahir" gerçeklere inandı, ve Amerikan kamuoyunun tartışmalarında dünyaya katılmamız (ya da katılmamamız) hep ahlaki nedenlere tabi kabul edildi. Coğrafyamızın bize bu lüksü sunmuş olması Tanrı’nın bizi sevdiğinin bir delili idi, bunun karşılığında O’na borçlu idik ve rekabetçi ve kimi zaman da şüpheci ve her zaman göreli Avrupa güç politik stili Amerika’da hep rezil ve kaçınılması gereken bir örnek ve bizim ahlaki üstünlüğümüze bir delil olarak görüldü.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Amerikan dış politik tartışmalarında, 20. y.y.ın büyük bölümünde bile, "güç dengesi" tabiri aşağılayıcı bir takı yapmadan –"çağdışı" güç dengesi, "iflas etmiş" güç dengesi gibi- çok az yazılmış ya da konuşulmuş birşeydir. Woodrow Wilson Amerika’yı 1. Dünya Savaşı’na soktuğunda beklenen Amerika’nın et-kisi ile savaş sonrası düzenin "yeni ve daha mükemmel bir diplomasi" ile yönetileceği, al takke ver külah düzeninin, sırların ve demokratik olmayan uygulamaların biteceği düşünülüyordu; zaten savaşa da bunlar yolaçmıştı. Franklin Roosevelt, 1945’te Kırım Konferansı'ndan döndüğünde Kongre’ye savaş sonrasının "tekyanlı müdahaleler, özel ittifaklar, inhisar alanları, güç dengeleri ve yüzyıllara damgasını vurmuş diğer tedbirler döneminin kapanacağını umduğunu – ama haklı çıkmadığını" söylemiştir. Hem Wilson hem Roosevelt kolektif güvenlik sağlayan bir evrensel örgüte güvenlerini bağlamışlardı; burada barışsever milletler saldırganlara karşı savunma ve savaş için işbirliği yapacaklardı. Tüm milletlerin neyin saldırganlığa yolaçtığı konusunda fikir birliğine varacakları ve ona karşı çıkmayı, nereden gelirse gelsin, kendilerinden ne kadar uzak olursa olsun, ya da onda kendi çıkarları ne olursa olsun eşit derecede isteyecekleri varsayıldı. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Amerikan görüşüne göre milletler ya doğuştan barışsever ya da doğuştan savaşçıydı. Dolayısıyla 2. Dünya Savaşı’ndan sonra "barışsever" ABD, Britanya SSCB biraraya gelerek dünyanın Almanya ve Japonya’ya karşı jandarmalığını yapacaklardı; bu eski düşmanlar her nekadar kayıtsız şartsız teslim olsa da potansiyel tehlike taşıyordu. Eğer savaş zamanı müttefiklerimizin barışseverliğinden kuşkusu olan varsa bu kuşkular birçok Amerikan liderinin gözünde Britanya ya da SSCB’ninkinde taşıdığından fazla önem taşımıyordu: Roosevelt, güç dengelerine oynayan sömürgeci Britanya ile ideolojik yaramaz Sovyetler Birliği arasında bir bağlantısızlar hareketini ciddiye almadı. Truman bile Churchill ile Potsdam Konferansı öncesinde buluşmamaya özen gösterdi; SSCB’ye karşı Britanya ile "aynı safta" görünmek istemiyordu. Amerikan liderlerinin gizli rüyası, eğer büyük güç çekişmesi kaçınılmaz olursa, kendilerine daha sonra bağlantısızların alacağı rolü biçmekti: Ahlaki arabuluculuk; böylece uluslar arası diplomasinin pis oyununa girenlerin kendilerine tepeden bakan yargılarını kırıp atacaklardı. </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">1949’a gelindiğinde Dışişleri Bakanlığı Senato Dışilişkiler Komitesi'ne bir tezkere sunarak, Kuzey Atlantik Paktı’nı (NATO) diğer geleneksel askeri ittifaklardan kuvvetle ayrı ve dünya dengelerine yönelik her ilişkinin üstünde gördüğünü vurguladı. Pakt, bu tezkereye göre, "kimseye yönelik değildi; sadece saldırganlığa yönelikti. Amaç değişen bir "güç dengesini" düzenlemek değil, "ilkeler dengesini" güçlendirmekti.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Son onyıla dek Amerikan tercihi tarihi tecrübenin aşılabileceğine, problemlerin nihai olarak çözülebileceğine ve ahengin insanlığın normal hali olabileceğine inançtı. Bu nedenle diplomasimiz sık sık uluslar arası hukuktan, onun yaptırımları ve barışçı çözümlerinden dem vurdu; sanki tüm politik çekişmeler hukuki çekişmelerdi ve akıl sahibi insanlar adil bir çözümde uzlaşabilirlerdi. Theodore Roosevelt 1905’te Rus-Japon savaşındaki arabuluculuğu için Nobel barış ödülünü kazanmıştı. Alexander Haig’in Falkland sorunundaki çabasının ardında uzun bir gelenek vardı. Ayrıca eski bir Amerikan inancına göre ekonomik refah otomatik olarak politik istikrar getirirdi; bu inanç Herbert Hoover’ın 1. Dünya Savaşı’ndan sonraki yardım çabalarından Marshall Planı'na ve oradan son Karayip İnisiyatifi’ne dek temel oluşturdu; dünyanın birçok köşesinde ekonomik gelişme ve politik istikrarın gelişim zamanlarının birbirleriyle uyuşmadığını bir yana bırakıyorum. Bu yüzyılın iki dünya savaşına ve sonrasına katılımımız ve enerjik tavrımız çabalarımızın bir gün son bulacağı ve ondan sonra da milletler arasında tabii ahengin sağlanmış olacağı inancına bağlıdır. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Tabii düş kırıklığı kaçınılmaz oldu. Amerika ahlaki bir haçlı seferi ile kızgın bir izolasyonizm arasında, aşırı yayılma ile kaçış arasında, sabit fikirlilik ile gönül almanın aşırı uçları arasında gidip geldi. Ama tarih bize iyi davrandı. Uzun süre bizi temel tercihler yapma gereğinden azat etti. Dengeyi koruma görevine çağrılmadan –uzun süre Britanya’nın "bedava" verdiği bir hizmet- dünya politikalarına sürekli katılımın, nihai sonuçlar ya da çözüm olmadan süresiz çabanın sorumluluğundan kaçabildik. </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">ABD 1945’ten sonra barış zamanı sürekli diplomasinin dünya sahnesine çıktıktan sonra bile, bunu kendi tarihi beklentilerimizin doğrulandığını gösterir koşullarda yaptık. Birkaç onyıl bol kaynaklarımızla çözümlerimize güç sunabildik ve böylece dış politikayı 1930-40’ların büyük oluşum süreci tecrübesinde yapabildik: New Deal Marshall Planı’na dönüştü; Nazilere karşı direniş Kore’de "politik müdahale" ve "sınırlandırma" (containment) politikasına dönüştü. Batı ittifakı içindeki hakimiyetimizi üstün gücümüz yerine hareketlerimizdeki soyluluğa bağlamayı tercih ettik. Aslında ABD Dünya GSMH’sının yarısını ve atom tekelini elinde tutuyordu. NATO müttefiklerimiz, bağımlılıkları nedeniyle kendilerini bağımsız milletler değil Washington karar alma mekanizması içindeki lobiciler gibi gördüler. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Dolayısıyla 1960’larda ve 70’lerde ABD kendi gücünün sınırlarının da farkına vardığında sarsıcı bir uyanış oldu. Şimdi Dünya GSMH’nın %20’sinin biraz üstünde bir payla ABD hala güçlüdür, ama egemen değildir. Vietnam bir şok ve hastalık idi, ama zamanla kabul edildi. 1970’lerle ilk defa ABD Avrupalıların hep bildiği türden bir dış politika uygulamak zorunda kaldı: Birçok ülke içinde biri, dünyaya hükmedemez, ondan kaçamaz da; uzlaşmalar, (diplomatik) manevralar, güç dengesindeki küçük kaymalara bile dikkat, sürekliliğin anlaşılması ve olayları birbirine bağlamak gereklidir. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Alışılmış iç tartışmalarımız bu uyumun eksikliğini ve acısını yansıtır. Amerikan sağı hala jeopolitik çaba olmadan ideolojik zafer bekler; Amerikan solu hala Dünyayı güçle kirletilmemiş iyiniyetle reforme etmek ister. Bir senteze yaklaşıyoruz, ama bu yavaş, acılı ve sıkıntılı bir süreç olacak. </span> </div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><b><span style="font-family: Arial,sans-serif;">Özel İlişkinin Tabiatı</span></b></span></div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Bu kadar farklı geleneklerden iki ülkenin dayanıklı bir ilişki kurabilmeleri kendi başına bile dikkat çekicidir. Sıkı İngiliz-Amerikan "özel ilişkisi" dönemleri bugün özlenir olsa da, bunlar kavga dönemleri de oldu.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Uzun bir süre tarihlerimizin farklı boyutlarına vurgu yaptık; birden çok anlamda farklı zaman boyutlarında yaşıyorduk. "Alabama Olayının" bir yüzyıldan daha da önce çözüme bağlanması ( ) ile Amerikan ve İngiliz çıkarları paralel yürümeye başladı. Gizlilik Atlantik’in bu yakasında daha gerekli görüldü (yani Britanya’da) ve Britanya kendisini ABD’ye karşı sıkıntıya düşürecek ittifaklardan kaçındı; bunların arasında yüzyıl başında Almanya’dan gelen ve aslı çıkmayan bir teklif de vardı. Amerikan hafızası daha uzun dayandı: 1. Dünya Savaşı geçici bir çaba idi; sonra izolasyonizme geri çekildik. 1920’lerde ABD Donanması hala Britanya Donanması ile savaş halinde uygulanacak "Kırmızı Planı" saklıyordu. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Hitler’le savaşa dek bu ara kapanmadı. Savaşın hemen sonrasında, felsefi öncüller ne olursa olsun, ortak gerekleri buyuran stratejik koşullar nedeniyle bir arada kaldık. Amerikan kaynakları, organizasyon ve teknoloji imkanları ile Avrupa güç dengesini anlamada İngiliz tecrübesi hep birlikte Sovyetler Birliği’nden gelen tehdide karşı durmak için gerektiler. Marshall Planı ve Kuzey Atlantik Paktı resmen Amerikan girişimleri idilerse de, İngiliz tavsiyeleri ve İngilizlerin çabuk ve etkin bir Avrupa cevabını organize etmeleri olmadan mümkün olamazlardı. Ernest Bevin, ilk dersinde Profesör Howard’ın söylediği gibi, Avrupa'nın cevabının vazgeçilmez mimarlarından ve Britanya’yı hakimiyetten etkileme politikasına götüren güvenilir bir yönetici idi. </span> </div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">O zaman bile İngiliz Amerikan sürtüşmelerine rastlanılıyordu. Filistin’e Yahudi göçü konusunda şiddetli kavga, atom işbirliği konusunda yanlış anlamalar, İran petrolü ile ilgili rekabet, Kiralama-Ödünç Verme (Lend-Lease) programının aniden bitirilmesi ve hızlı asker terhisi rastlanacak tahriş nedenleridir. 1950’lerde daha ciddi politik ayrılıklar Anthony Eden’i "İngiliz Amerikan ilişkilerinin acımasız gerçeği" hakkında konuşmaya zorladı. Politikalar paralel olsa da, kişilikler farklıydı. Eden ve Acheson dost ve iş arkadaşı idiler; aynısı Eden ve John Foster Dulles için doğru değildir. Yanlış anlamalar ve çıkar sürtüşmeleri Avrupa entegrasyonu, Almanya’nın tekrar silahlandırılması ve Çinhindi Olayları boyunca sürdü ve Süveyş Krizi ile zirveye tırmandı – buna kısa süre sonra döneceğim. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Bu huzursuzlukların temel birliği hiçbir zaman bozmamasının nedeni iki taraftaki devlet adamlığıdır. Bir faktör yeni koşullara uyum sağlamadaki İngiliz parlak zekasıdır. Dışarıdan Britanya’nın emperyal hayallere kendini fazlaca kaptırdığı izlenimi edinilebilir; Washington’la ilişkilerinde gösterdi ki, eski bir ülke kendini aldatmaksızın temelleri üzerinde durur. Bu politikanın beklenmedik mimarı Bevin zekice gördü ki, Britanya, Amerikan politikasını alışılmış baskı ve risk dengelemesi yöntemleriyle etkileyemeyecek kadar zayıftır. Ama, iyi tavsiyeler vermek, tecrübenin bilgeliğini ve ortak hedefleri öne çıkarmakla kendini vazgeçilmez kılabilir; böylece Amerikan liderleri artık Londra ile fikir alışverişini bir lütuf olarak değil, AMA KENDİ KARAR MEKANİZMAMIZIN BİR İÇ PARÇASI OLARAK yaparlar (vurgu çevirenin). Savaş zamanının saklı ve gayrıresmi işbirliği böylece SÜREKLİ BİR UYGULAMA OLDU, ÇÜNKÜ BUNUN İKİ TARAFA DA FAYDALI OLDUĞU AÇIKTI (vurgu çevirenin).</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">İngiliz-Amerikan işbirliğinin hız ve pratikliği üçüncü ülkelerde hayret –ve bayağı da alınma- konusu olmuştur. Savaş sonrası diplomatik tarihimiz yolboyu İngiliz-Amerikan "ayarlamaları" ve "anlaşmaları" ile doludur. Bunlar bazan hayati konularda olup resmi belgelere girmezler. B-29 atom bombardıman uçaklarının 1948’de Britanya’da üslendirilmeleri politik li-derler ve bürokratlarca anlaşmaya bağlandı ama kağıda dökülmedi. Sevimsiz olsa da, yalnız genel prensipler Roosevelt ile Churchill arasında 1942’de imzalanan atom bombası yapımında işbirliği konusunda kağıda döküldü. Roosevelt’in ölümünden sonra Clement Atlee hayranlık uyandıracak bir kendine hakimiyetle şöyle dedi: "Biz müttefik ve dosttuk. Her şeyleri de böyle sıkıca anlaşmaya bağlamak şart değildi." </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">İngilizler işin doğası gereği o kadar yardımcı oldular ki, İÇ AMERİKAN DEĞERLENDİRMELERİNİN BİR KATILIMCISINA DÖNÜŞTÜLER; BU DERECESİ BELKİ BAĞIMSIZ MİLLETLER ARASINDA DAHA ÖNCE GÖRÜLMEDİ (vurgu çevirenin). Benim bakanlığım döneminde İngilizler kimi Amerikan Sovyet ikili görüşmelerinde temel rol oynadılar – temel anlaşma taslağının hazırlanmasına katıldılar. Sonraki Beyaz Saray görevimde İNGİLİZ FOREIGN OFFICE’E, AMERİKAN STATE DEPARTMENT’TAN DAHA ÇOK BİLGİ VERDİM (vurgu çevirenin). Ancak bu uygulamamın, İngiliz olan herşeye düşkünlüğüme rağmen sürekli kılınmasını tavsiye etmem. AMA BU TİPİK BİR GÖSTERGEDİR(vurgu çevirenin).</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">1970’lerde kısa bir dönem Britanya özel ilişkiye bir son vererek "iyi bir Avrupalı" olduğunu kendine ispata kalktı; aynı yıl AB’ye girdi. Deneme kısa sürdü. 1976’da James Callaghan ve Anthony Crosland geleneksel dostluğu tekrar başlattılar –ama ismini koymadan- ve bu, o sene başlayan Güney Afrika görüşmelerinde çok kıymetli, hatta vazgeçilmez olduğunu gösterdi. Rodezya ile ilgili görüşmelerimizde İngiliz aksanı ile yazılmış bir İngiliz taslak belgesi ile işe başladım; gerçi bir çalışma taslağı ile (working paper) kabinece onaylı taslak (Cabinet approved document) arasındaki farkı hala anlamıyordum. İşbirliği pratiği bugüne dek geldi; iniş-çıkışlar oldu, ama son Falkland krizinde bile ilişkinin anafikrine kaçınılmaz dönüş sağlandı. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Açıkçası Britanya’nın AB üyeliği yeni bir boyut açtı. Ama bence çözüm İngiliz-Amerikan bağlantısının özelliğini Avrupa idealinin mihrabı önünde kurban etmekten geçmiyor; daha çok bunu Amerika’nın tüm Avrupalı müttefikleriyle ilişkilerinin geniş planına yaymaktan geçiyor; sonuçta ister tektek ülkeler ya da Avrupa Birliği olsun, buna Avrupa kendi karar verecektir. Güç eşitsizliklerini karşılayıcı bu özel açıklık ve güven ilişkisi şimdi eşitler arası ilişkide daha önem kazanabilir ve Amerika ile Avrupa’nın gelecekteki ilişkilerini karakterize etmelidir. </span> </div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><b><span style="font-family: Arial,sans-serif;">Britanya, Amerika, Avrupa</span></b></span></div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Aslında, Avrupa hem Britanya hem de ABD için üzücü bir konu olmuştur. Amerikalılar sık sık Britanya’nın isteksiz bir enternasyonalist olduğunu unuturlar, özellikle de konu Avrupa olduğunda. Gelenek Britanya’yı uzak okyanuslar ötesine çeker. Dış ilişkilerin görkemi İmparatorluk ve Commonwealth ile karakterize idi; problemler ve tehlikeler ise kıta Avrupası ile. Çekoslovakya, ki –Avrupa’nın kalbindeki bir ülkedir- bu ülkeyi Chamberlain İngilizlerin hakkında çok az şey bildiği küçük ve uzak bir ülke olarak tanımlamıştır – o sıra neredeyse bir buçuk yüzyıldır İngiltere Hindistan’ın sınırlarında savaşıyordu. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Britanya’da Avrupa’ya katılmada isteksizlik her zaman iki siyasi kanatta da oldu ve biraz mistik bir hal aldı. Eden bir zamanlar Britanya’nın ona katılamayacağını "kemiklerinde hissettiğini" söyledi ve Hugh Gaitskell 1000 yıllık geleneği bir yana atmanın imkansızlığından dem vurdu. Ama daha temel sorunlar da var: Bağımsızlık hakkındaki kaygılar – solda bu kaygılar sosyalist planlamanın engellenmeden gelişimi ile birliktedir; kıtalılarla eşit koşullarda görüşmekteki içgüdüsel isteksizlik, Commonwealth ile ticaret bağları ve özel ilişki. Churchill bile, geleceğe ilişkin imalarına, hükümette de muhalefette de ileriyi gören 1947’deki Avrupa Birleşik Devletleri çağrısına rağmen kararsız kaldı. Görevdeyken hiçbirzaman bu içiçe geçmiş üç halka arasında tam dengeyi bulamadı: Commonwealth, Avrupa ve diğer İngilizce konuşan milletler. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Ancak Süveyş’ten sonra tecrit halinin tehlikeleri ve yükselen Avrupa’nın Britanya'ya geleneksel kıtasal dengeyi koruma görevinden farklı, ama o derecede önemli başka bir görev teklifi ortaya çıktı. Ekonomik faydaları belirsiz olsa da politik gerekleri açıktı: Yalnız Avrupa’nın liderlerinden biri olarak Britanya dünya sahnesinde önemli rol oynayabilirdi. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Avrupa Birliği’ne katılmakla Britanya kendi denge içgüdüsünü kaybetmedi. Ama ilke kez barış zamanı kendini tartıya çekti. Daha önce de söylediğim gibi, bunu, on yıl kaderin kapılarında beklemiş ve düş kırıklığına uğramış bir muhtedinin taşkınlığı ile yaptı. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Britanya’nın Avrupa ile ilişkilerini ayarlamakta sorunları varsa, ABD’nin de vardır. </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Savaştan sonra, Amerikan liderleri bizim geleneksel görev adımı şevkimiz ve "problem çözücü" enerjimizden güçlü bir dozu Avrupa entegrasyonu sorununa adadılar. Federalizm, tabii ki, kutsal bir Amerikan prensibiydi. Philadelphia Konvansiyonu’ndan kısa süre sonra, Benjamin Franklin Fransızları Federal bir Avrupa kurmaya davet ediyordu. Benzer bir misyonerlik, daha pratik bir düzeyde, Marshall planında da görülür. Acheson bile, genelde bir ahlakçı kabul edilmezken, Avrupa ideali ile coşuyordu; o Robert Schuman’ı Avrupa Kömür-Çelik Birliği planını açıklarken dinlediğini hatırlıyor ve "o konuştuğunda, coşkusuna ve fikrinin genişliğine kapıldık," diyordu. Acheson, "Avrupa’nın yeniden doğuşu bu, o Reformasyon’dan beri tamamen bir tutulma halindeydi," diye yazar. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Taahhütlerimizdeki idealizme rağmen, Amerika ve Birleşik Avrupa arasındaki gerilimler, desteklediğimiz şeyin doğasında açığa çıktı. Savaş sonrası Avrupası’nın yıkılmış ve geçici olsa da güçsüz haline alışmış, sanayi devrimini başlatan, milli bağımsızlık ilkesini icat eden ve üç yüzyıl boyu karmaşık bir güçler dengesi içinde yürüyen Avrupa’yı unutmuştuk. Kişiliğini tekrar kazanan bir Avrupa ABD ile ilişkilerindeki dengeyi yeniden ayarlamak zorundaydı; Charles deGaulle, yalnızca bunun şeklinde Jean Monnet’den ayrılır; sonuncusu güçlü ve etkili bir Avrupa sesinin hayalini hiçbir zaman terketmedi. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Böylece, sonraki Amerikan şaşkınlıkları aslında hedeflerimizde gizliydi. Federal bir Avrupa’nın tam bizim gibi olacağını ve birleşik Avrupa’nın otomatik olarak yükümüzü omuzlayacağını, ve savaş sonrası Avrupa toparlanmasının –ve bağımlılığının- ilk yıllarındaki gibi Amerikan global hedeflerini takip edeceğini beklemek Amerikalıların saflığıydı. Bu böyle olamazdı.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Şimdi kimi tarih dışı beklentilerimiz kırılsa da, temel yargımız doğru idi: Avrupa birliği, gücü ve kendine güveni Batı’nın geleceği için gereklidir. Komünizm dışı dünyada tek inisiyatif ve sorumluluk merkezi olmak ABD’nin psikolojik –ve fizik- imkanlarının dışındadır. (Bu da bağımsız İngiliz ve Fransız nükleer caydırıcılığını desteklememin bir sebebidir). Avrupa’nın birleşmesine Amerikan desteği bu nedenle aslında kendi çıkarlarının bir gereği idi; gerçi bu diğergamlık sancağı altında geçit resmi ile yapıldı; ama, kimi zaman yazı-turanın çatışan perspek-tifler tarafı gelse de, bu bizim faydamıza idi –yeter ki temellerde uzlaşmanın yaratıcı yolunu bulalım. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Britanya, Avrupa, ABD, ve Sovyetler Biriliği; Britanya, Amerika ve Avrupa’nın 1945’ten beri birlikte göğüsledikleri ana dış politik sorun Sovyetler Birliği’dir şüphesiz. Ve biz bunu yaparken aramızdaki yapıcı birlik tükenmedi. </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Tarihe kayıt açısından önemli bir nokta, Atlantik’in iki yakasının da probleme özel bir bakış tekeli taşımamalarıdır. Savaş biter bitmez, hem Britanya hem Amerika askerlerini terhiste birbirleriyle yarıştılar. Tüm Amerikan askerleri 1947’de Avrupa’yı terkedeceklerdi. Mayıs 1945’te Moskova’ya bir ziyaretten sonra Harry Hopkins başka Truman’a Amerika ile Rusya arasında herhangi bir temel çatışma nedeni görmediğini söylemişti.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Churchill görevden ayrıldıktan sonra İngiliz politikası kısa süre Amerikan li-derlerinin aklını karıştıran aynı beklentilerin kurbanı oldu. Yeni İşçi hükümeti önceleri "Sol Sol’la konuşabilir" diye umdu. Kısa nostaljik anda umuldu ki, Britanya Amerikan dizginsiz kapitalizmi ile Sovyet komünizmi arasında tarafsız durabilirdi. İngiliz İşçi Partisi ile diğer Komünist partiler arasında "ilerici birlik" kararı az oy farkla kabul edilmedi. Şüphe yok ki, ABD 1947’de Türk-Yunan yardım programını başlattığında Britanya’da kimileri, daha önce Roosevelt ve Truman’a olduğu gibi, sadece Avrupa’nın değil, süpergüç çekişmelerinin de uzağında kalmak ve Avrupa’daki dengenin geleneksel gözetici rolüne Doğu-Batı arasında aracılık rolünü de ekleyerek İngiliz etkisini artırabilecekleri fikrine kendilerini kaptırdılar. Bugün aynı eğilim kimi Avrupalı çevrelerde ortaya çıkıyor.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Tarihi hiçbir revizyonist saptırma şu gerçeği değiştiremez: İngiliz Amerikan ümitlerini serapa dönüştüren Kremlin’dir. Bugün bazı çevrelerde, şeytani bir Sovyet zekası ve ileriyi görme konusunda tuhaf inançlar vardır. Ama o yıllarda Stalin’in eski müttefikleriyle ilişkiyi sürdürme biçimi onu NATO’nun baş mimarı yaptı. Biraz Bay Molotov’un sert hatlarında kısa süreli gülümsemeler, biraz kendine hakimiyet ve diplomatik ustalık olaydı, bu, o sıra çocukluk evresindeki ve zayıf Atlantik işbirliğini kırmaya yeter ve planlandığı gibi tüm çocuklar (askerler, ç.n.)1947’de evlerine dönmüş olurdu.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Sovyetler bu derece bir ince ustalığı gösteremedi. Bunun yerine Moskova kendi yolunda devam ederek uzak ve yabancı oldu; biraz nezaket gösterip yumuşayacağı yerde paldır küldür davrandı. Ruslar Britanya’nın zafer resmi geçidine bir birlik gönderme ricasını reddetti ve Stalin Attlee’nin (İngiliz İşçi P. Başbakanı, ç.n.) savaş zamanı ittifakını koruma teklifine uzak durdu. Ernest Bevin’in, kendi partisinin sol üzerindeki etkisinin de bilinciyle, açık tutmaya çalıştığı her kapı yüzüne çarpıldı ve gürültüyle kilitlendi. Doğu Avrupa’da kısa süre sonraki sosyal demokratların kocuşturmalarında görüldüğü gibi, Sovyetler tektip bir "sosyalizmi" onaylıyor ve diğer demokratik versiyonları ile kapita-listlerden de daha sert mücadele ediyordu. Sovyetlerin Marshall Planı'nı açıkça reddetmeleri berbat bir gaftı; yumuşak bir ilgi gösterisi, beceriksizce de olsa, Batı kampında derin parçalanma ve gecikme yapabilirdi. Kabul savaş sonrası politikasının görünümünü değiştirebilirdi. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">O zamanlar, Amerikan eylemciliği ve idealizminin en iyi sonuçları yarattığı zamanlardandı. 1940’lar, Atlantik’in iki yakasında hayal gücü kuvvetli adamlar ve cesur eylemlerin zamanıydı: Marshall Planı, Truman Doktrini, Berlin hava köprüsü, Brüksel anlaşması, ve sonuçta NATO bunlarca oluşturuldu. Sonraki yıllarda ABD ve müttefikleri Kore’de, Berlin’de ve Küba füze krizinde Sovyet baskı ve tehditlerine sıkı karşı durdular.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Ama Amerika’da bizler ABD-Sovyet nükleer çağ ilişkilerinin uzun vadeli problemlerinin yüzeyini yeni kazımaya başlıyorduk, kısa sürede bunlar daha karmaşık meydan okumalar doğurdu. En temelde sorun kavramsal idi. Amerikalılar bir Soğuk Savaş fikrinden hoşlanmamıştı. Onlar savaş ve barışı iki ayrı politik ortam olarak anlamaya yatkındı. Savaşın tek meşru hedefi topyekün zaferdi; uzlaşma barışın en iyi yoluydu. Bu anlamda savaş sonrası dönem Amerika’nın kavramsal beklentilerinin hiçbirini memnun etmedi. Savaşta bir politik strateji kavramından yoksunduk, barışta güç ve diplomasi arasında kalıcı bir ilişki anlayışı geliştirmekte güçlük çektik. Sınırlandırma (containment) politikası ve onun türevi olan "güç ile konuşma" anti-Hitler koalisyonu tecrübesine dayalıydı. Hedef askeri gücün nihai bir eşitlik sağlanacağı güne dek artırımıydı; bir yandan da Sovyetlerle görüşülecek, ama bu askeri güç hakkında zamanlama, içerik, hatta bu gücün yapısına dair hiçbir ipucu içermeyecekti. George Kennan’ın ünlü "X" makalesi 1947’de Foreign Affairs’te yayınlandı; makale Sovyet Sistemi’nin "olgunlaştırılması" konusuna müphem bir bakış getirdi. Dean Acheson "kuvvet durumları"nın oluşturulmasından sözetti; bunlar yolda bir yerde Kremlin’i "gerçekleri anlamaya" yöneltecekti. Ama bu görüşmeler hangi ayrıntılarla yapılacak ve hedefine olacak sorusu açık bırakıldı.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Sınırlandırma fikrindeki tek kusur, bugün artık klişe olduğu gibi, sadece askeri üstünlükle uğraşması değildi; ama Batı’nın savaş sonrası durumda askeri gücünün zirvesinde olduğu gerçeğini de yanlış kavramıştı. Sınırlandırma, böylece Sovyetlerle müzakereleri, Sovyetlerin gücünün arttığı bir döneme erteledi. 1945’te ABD’nin atom tekeli vardı ve Sovyetler 20 milyon ölü ile savaştan çıkmıştı. Politikamız böylece paradoksal şekilde Kremlin’e toprak fetihlerine sağlam yerleşmek ve nükleer eşitsizliği aşmak imkanı verdi. SSCB’ye nisbeten Batı’nın askeri ve diplomatik konumu hiçbir zaman 1940’larda Sınırlandırma’nın başladığı zamanki gibi avantajlı olmadı. Oysa o dönem Avrupa’nın geleceği ve dünyada barış üzerine ciddi bir tartışma başlatılabilirdi.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Genellikle olduğu gibi, Winston Churchill bu durumu iyi anladı. Ekim 1948’de Llandudno’da pek dikkat çekmemiş bir konuşmasında der ki:</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">"Şu soru soruluyor: Eğer onların da atom bombası olur ve bundan çokça yığarlarsa ne olur? O zaman ne olacağını bugün ne olduğuna bakıp anlayabilirsiniz. Görünen köy kılavuz istemez. Ay be ay dünyayı rahatsız ve tehdit etmeye devam ederlerse ve bizim Hıristiyan ve diğergam ahlakımız nedeniyle bu yeni gücü onlara karşı uygulamayacağımıza güvenirlerse, peki muazzam miktarda atom bombası yığdıklarında ne olacak? ... aklı olan hiçkimse önümüzde sonsuz zaman olduğuna inanmaz. Meseleleri bir sonuca bağlamalı ve nihai bir anlaşma yapmalıyız. Öyle amaçsız, yetersiz, birşeylerin kendiliğinden değişmesini bekleyip ortalıkta dolaşamayız. Birşeyler değişirkenden kastım, başımıza kötü birşeyler gelmesidir. Batılı milletler, eğer adil önerilerini ellerinde atom gücü varken ve henüz Rus komünistlerinde yokken ortaya koyarlarsa, büyük ihtimalle kan dökülmeden kalıcı bir anlaşma sağlayabilirler."</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Böylece savaş sonrası dönem açıldı. Sallantıda bir barış kuruldu, nükleer dengeye dayandırıldı; zaman zaman görüşmelerle gerilimler geçici yumuşamalar sağlandı; ama nihai olarak temeli dehşet dengesiydi. Güvenliği sağlamak sorunu beklenmedik ve yepyeni bir boyut kazandı. Teknoloji kısa sürede ABD’yi doğrudan saldırıya maruz kıldı. Atlantik ittifakı giderek savunma stratejisini kitle imha silahlarına dayandırır oldu; oysa onların savunulan hedeflerle bağdaştırılması giderek daha da zorlaşıyordu.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Nükleer çağda barış ahlaki bir gereklilik oldu. Ve bu yeni bir ikileme yolaçtı: Barış isteği her uygar insanın özelliğiydi. Ama demokrasilerin barış isteği, özgürlüğü savunmaktan kopartıldığında daha acımasızların elinde bir tehdit silahına dönebilirdi. Nükleer savaşları engelleme isteği sınır tanımaz bir histeriye dönerse, nükleer tehdit aslında özendirilmiş olacaktı. Gücün barışla ilişkisi sorunundan, bir kuşak boyunca teknolojiden vazgeçilmek yoluyla kaçıldı. Ama tarih kaçanları affetmez. Amaçlarla araçları ilişkilendirecek bir strateji geliştirmek, Armageddon ile teslimiyet arasında seçimden bizi kurtaracak yeterli askeri güç geliştirmek dönemimizin birinci ahlaki ve politik sorunudur. En az aynı derecede önemli başka birşey de silahlanma kontrolü tekliflerinin ardına bir ittifak oydaşmasını koymaktır. Bu ise panik değil analize dayalı olmalı, saldırıya can atmak ile elini eteğini çekmek eğilimlerinin etkisinde kalmamalıdır. </span> </div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><b><span style="font-family: Arial,sans-serif;">Üçüncü Dünya Perspektifi: İttifak İçi Anlaşmazlığın Sınırları</span></b></span></div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Bu nükleer duraklama çağında, mizahi olarak yerel ve nükleer olmayan krizler daha olası hale geldi. Sömürge tasfiyesi çağında bu çatışmaların çoğu Üçüncü Dünya’da olmuştu. Bu alanda ise savaş ertesi Amerikan ve Avrupa eğilimleri kesin olarak farklıydı.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Amerikalılar Franklin Roosevelt’ten beri ABD’nin "devrimci" geleneği ile, sömürgeciliğe karşı çarpışan halkların doğal müttefiki olduğuna inandılar; bu yeni milletlerin bağlılığını Avrupalı müttefiklerimize sömürgeci hakimiyet alanında karşı çıkarak ya da baltalayarak kazanabilirdik. Şüphesiz Churchill bu Amerikan baskılarına direnmiş, Fransızların diğer Avrupalı güçlerin direnişi daha da uzun sürmüştür.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Avrupa sömürgelerini tasfiye ettiğinde, ki bu kısmen Amerikan baskısı ile oldu, bir rol değişimi yaşandı; her iki taraf da diğerinin felsefesine doğru yürüdü – Amerika uluslar arası güvenliğe eğilirken Avrupa genel ahlaki siyasal prensiplere yöneldi. Özellikle 3. Dünya sorunlarında Avrupalıların çoğu Roosevelt’in anti-kolonyalizmi ve Eisenhower’ın Süveyş krizine yaklaşımını benimsedi. Artık Avrupa 3. Dünya’nın ekonomik ve politik istekleri ile kendini özdeşleştirecek, 3. Dünya’nın talepleri giderek daha ısrarcı, inatçı ve radikal oldukça, çabalarını arabuluculukta yoğunlaştıracaktı. Aynı zamanda ABD, en azından kimli yönetimler sırasında, Eden’inkine çok benzer şu yaklaşıma geldi: Radikal değişikliklere destek ancak onları çoğaltmaya yarar. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Milli çıkar konusunda da değişik anlayışlar oluştu. 1971 Hint-Pakistan savaşında Britanya, Çin’le ilişkileri ilk geren ülke ile ilgili taşıdığımız kaygıyı taşımadı; Hindistan’a duyulan tarihi özlem çok kuvvetliydi. Aynısı Falkland krizinin başlangıcında da oldu. Amerikan Atlantikli ve Batı yarıküreli çağrılar arasında bocaladı. Ama bu anlaşmazlıkların hiçbiri kalıcı bir zarar vermedi. Sonunda yine biraraya geldik, eski dostluk diğer kaygılara üstün geldi.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Bundan çıkardığım sonuç şu ki, 3. Dünya konusunda değişik perspek-tiflerden iş görebiliriz. Ama farlılıkların diğer tarafın kendine güven ve görev duygusunu zedeleyecek duruma gelmemesine dikkat etmeliyiz.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Bu konuda Süveyş deneyimi öğreticidir. Uzun ve uzlaşmaz çatışmamız yalnız Ortadoğu ve 3. Dünya için değil, ama Batılı politikaların uzun vadeli gelişimi açısından da kalıcı etkiler yaptı.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Bu felaketin detayları konumuz dışındadır. Kanala yapılan İngiliz-Fransız seferi yanlış tasarlanmıştı. Şu da var ki, Eden aklen problemin doğru yanını yakalamıştı; ama Amerikan reaksiyonu, diğer şeylerle beraber, kimi ha-yati soruları getirdi: "Devrimci" geçmişimiz bugün nereye kadar geçerliydi, kendi yakın müttefikini rezil etmek ne derece akıllıcaydı; ve bu gidişin uzun vadeli sonucu ne olurdu?</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Britanya ve Fransa, benim görüşümce, stratejik bir analizle hareket etmişlerdi. Bu eski moda ve bencil olabilirdi; ama maceraperest değildi. Nasır, Sovyet silahlarını ilk kabul eden ve radikal Sovyetçi oyunuyla Batı’ya şantaj yapan ilk 3. Dünyalı lider olmuştu. Eden’in görüşüne göre tehlikeli bir yol açılıyordu: Buna bugün kim yanlış der? Eğer Nasır’ın yolunun çıkmaz olduğu gösterilseydi, bambaşka bir uluslar arası ilişkiler sistemi gelişecek, ya da bu en azından 10 yıldan daha da erken böyle gelişecekti. Ama Nasır politikası haklı çıkmıştı; devrimler sonraki yıllarda Ortadoğu’ya yayıldı, ve bugünün dünyasında (konuşma tarihi: 1982, ç.n.) Sovyet silahlarına güvenerek nüfuzunu artırmak ve komşularının istikrarını bozmak isteyen birçok Nasır taklidi çıktı.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Bundan da önemlisi, Süveyş’te Fransa ve İngiltere’yi rezil edişimiz bu ülkelerin büyük güçler olarak dünyadaki rolüne sarsıcı bir darbe vurmuştur. Bu onların uluslar arası sorumluluklarını terkini hızlandırdı; bunun kimi sonuçlarını sonraki onyıllarda gördük; gerçekler bizi onların pabuçlarını giy-meye zorladığında – İran Körfezi’nde, ki iyi bir örnektir. Süveyş, bu anlamda Amerika’ya çok yük yüklemiş – ve aynı anda global rolüne bu güne dek gelen Avrupa kırgınlığını artırmıştır. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Açıktır ki, barış ve gelişme içinde bir dünya için yeni oluşan 100 milletin de uluslar arası sistemin parçası olmaları gerekir; eğer bu onlar için riskli hale gelirse uluslar arası düzey yürüyemez. Şurası tartışılmaz ki, gelişen dünyada birçok çatışma meşru sosyal, ekonomik, ya da politik nedenlerle çıkmaktadır; ama bu onların aşırılıkçılarca kullanılması ve Batı’nın uzun vadeli çıkarları aleyhine döndürülmesi tehlikesini kaldırmaz. Demokrasiler, değişen konumları ne olursa olsun, kendi felsefi ve ahlaki kanaatlerini devrimlerin tutarlı bir analizi ve değişimin nasıl yürütüleceği üzerine bir anlayışla ilişkilendirmeyi başaramadılar. Bunlardan öte, bu konuda demokrasiler arası tartışmalar müttefikler arasında bir tür gerilla savaşına çevrilmemelidir. Konu ne olursa olsun, sonuç Batı’nın genel dünya dengelerini sürdürmekteki psikolojik hazırlığının zayıflaması olacaktır. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Yakın bir müttefikin, hayati önemde gördüğü bir konuda kendine güvenen stratejik duruşu baltalanmamalıdır. Bu bugün de aynen geçerlidir. Bu anlamda Falkland Krizi sonuçta Batı beraberliğini güçlendirecektir. </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Süveyş, Avrupa’nın bir dünya gücü olarak kendine verdiği değeri yaralayarak Avrupa’nın ABD ile Sovyetler arasında "aracı" rolüne sığınmasını hızlandırdı. Bazı Amerikan liderlerinin Churchill ve Stalin arasında ABD’nin oynadığı role benzetmek yanlışlığına düştükleri bu rolü, sonuçta birçok Avrupalı Washington ile Moskova arasında oynamayı kabule yanaşmıştır. </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Bu yeni bir şey de değil. Bu, Britanya’nın bize, görüşmenin de bir stratejik eleman olduğu bilgece tavsiyesini yaptığında başlamıştır. Ama bu ders Amerikalılara sık sık hatırlatılmalıdır. Öncüllerini Attlee’nin, Truman Kore’de nükleer silahlar kullanmak istediğinde onu yatıştırmak için Washington’a uçuşunda; Eden’in bir çok Cenevre konferansında Dulles’ın ahlakçılık dönemi içinde diyaloga destek çabalarında; Macmillan’ın Astragan bir kalpakla 1959’da Moskova’da ortaya çıkışında; 1969’da Nixon hükümetini Detant’a ısrarla sokmaya çalışan birçok Batı Avrupalı çağrılarda bulur. Ama çok ileri gittiğinde , SSCB’ye karşı ya da 3. Dünya’daki Batı düşmanlığına karşı tutarlı bir Batı politikasının takibindeki sorumluluk payını terk tehlikesi taşır. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Ve böylece kimi güncel tartışmalarımızda birbirimizin yerine geçmiş mizahi konum kaymasını görüyoruz. Gücün değerini küçümsemek, iyi niyete soyut bir güven, ekonomik ilişkilerin pasif etkisine inanç, savunma ve güvenlik gereklerini ihmal, global güç dengesini korumanın kimi kirli ayrıntılarından kaçmak, ahlakın üstünlüğünü varsaymak – bu özellikler bir zamanlar Amerika için karakteristik olup şimdi Avrupa’da daha sık rastlanmaktadır. Gerçi ABD eski ahlakçılığını tamamen terk ya da bir zamanlar Avrupa’nın yaptığı gibi tam bir güçler dengesi anlayışını kabul etmemiştir, ama Avrupa’da çokları paradoksal biçimde Amerikalıların sorumluluktan kaçtığı yıllardaki düşlerini benimsemiştir. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Sanayi demokrasilerinin birliği demokratik değerlerin yaşaması ve küresel dengenin sürmesi için hayatidir. En azından ittifakların şu kalıcı sorusunu sormalıyız: Ne kadar birliğe muhtacız? Ne kadar farklılığı kaldırabiliriz? Her konuda fikir birliği ısrarı felç halini davet olabilir. Ama her müttefik de hoşuna gittiği gibi davranırsa ittifakın anlamı ne olur? İttifakın önünde, bu sorunlarla somut, ciddi ve en önemlisi derhal ilgilenmekten daha önemli bir konu yoktur. </span> </div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><b><span style="font-family: Arial,sans-serif;">Güncel Tartışma</span></b></span></div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Birkaç genel tesbitle Amerika ile Avrupa arasındaki tartışmaya girelim:</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Asla ABD’nin her bildiğinin doğru olduğunu iddia etmiyorum. Ama Avrupalılar, Amerika’da sonuçta kırgın bir milliyetçilik ya da tek yanlılık veya dünya işlerinden çekilmek doğuracak düş kırıklıkları yaratmaktan dikkatle kaçınmalıdırlar. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">ABD’nin bazı yaptıklarıyla Avrupa’da Avrupa’nın artık kendi çıkarlarına, kendi kimliğine, kendi siyasetine bakması gerektiği duygusunu körüklediğini kabul ediyorum. Gerçekten de, dediğim gibi, genç ve atak bir Avrupa’nın bizi izlemesi şeklindeki saf Amerikan beklentileri, kimi zaman Avrupa’nın kendi rolünü hatırlatmakta sinirli davranmasına yol açıyor. Son zamanlarda ABD kasten olmasa da nükleer bir savaş tehlikesine atılmakta katı ya da barış ihtimallerine karşı yeterinden az ilgili görünüyor olabilir. Ama ABD de en az eleştirenleri kadar şu uyarısında haklıdır: Güçle desteklenmemiş barış arayanlar ergeç o barışın koşullarını kendilerine dikte ediliyor bulacaklardır. Barış anlamlı olacaksa adil olmalıdır; milletler ütopik bir dünyada değil belli bir tarih içinde yaşamaktadırlar; ve dolayısıyla hedeflerine adım adım varabilirler. Eylemin ilk koşulu olarak mükemmelliği görmek kendini aldatmak ve sonunda bir kaçıştır. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Ben de dahil birçok gözlemci, yıllardır Batı ittifakı içinde şu ya da bu "krizin" geleceği tehlikesine karşı alarm çalıyor. Ama bugün korkarım, bu tehlike her günkinden daha yakın ve ciddi. Tehlike onyıllarca sürmüş amansız bir Sovyet silahlanmasından sonra geldi. Batı onyıldır, kimi alanlarda tehlikeli derecede ekonomik olarak Doğu’ya bağlı bir hale kayıyor. Polonya’da Sovyetler imparatorluklarının birliğini empoze ederken, şimdi onun müşterileri Batı’nın güvenlik çıkarlarını Güneydoğu Asya’dan Ortadoğu’ya, Afrika’dan Orta Amerika’ya baltalıyorlar. Tüm sorunlarımız Sovyetlerin ürünü değil, ama Sovyetler bunları sömürmekte bir sakınca görmüyorlar ve bunun çözümü, ne sebeple olursa olsun, birleşememiş bir Batı cevabının yokluğu ile zorlaşıyor. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Britanya’nın Batı ittifakına katkılarından biri gerekli bir global perspektifi sağlamasıdır: Avrupa’da yüzyıllar sürmüş bir tecrübeden edinilen bilgiye göre barış net bir denge anlayışı ve bunu koruma isteği gerektirir. Yüzyıllık dünya liderliğinin getirdiği içgüdüye göre, Avrupa güvenliği daha geniş dünya dengesi çerçevesi dışına çıkarılamaz. Bu yüzyıldaki cesurca atılımların getirdiği uyanıklığa göre Batı uygarlığının değerlerini yaşatanlar onu savunmak da zorundadır. Falkland krizinde, Britanya yine hepimize hatırlattı ki, şeref, adalet ve vatanseverlik gibi kimi temel değerler geçerliliğini korumaktadır ve onları ayakta tutmaya kelimelerden fazlası gerekir. </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Müttefiklerin önündeki konu suçlu aramak değil geleceğimize bakmaktır. Doğu Batı diplomasisi, ekonomi politik, Ortadoğu, orta Amerika, Afrika ve 3. Dünya ile ilişkiler gibi merkezi konularda çekişen bir ittifak ciddi ve açık sıkıntı içindedir. Eğer "tek bir" konuda bile anlaşmamışsa ona ittifak denmez. Ergeç bu bölünmeler güvenlik alanını da et-kileyecektir. Çok uzun bir süre biz özgür milletler kervanındakiler bu nahoş soruları kenara koyduk; şimdi kaçtığımız yağmur dolu olarak geliyor. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Savaştan 35 yıl sonra demokrasiler bir süre ani tehlikeleri çok önemsediler ve kendi imkanlarını az önemsediler; ama sonunda yapıcı ve etkin bir cevap için biraraya geldiler. Bugün de imkanlarımızı küçümsüyor ve uzun-kısa vadeli tehlikeleri karıştırıyor olabiliriz. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Tuhaf olan şu ki, dağılma tam da insan ruhunu tanımayan sistemin çöküşü (komünizm kastediliyor ç.n.) açıkça ve şüpheden beri olarak ortaya çıkmışken oluyor. Komünist dünyanın temel ve sistematik problemleri vardır ve onları tekrar tekrar güç kullanmak dışında çözecek bir yetenek gösterememiştir; bu da yalnız son günü geciktirir. Sovyet devletinin 65 yıllık tarihinde, hiçbir zaman politik liderliğin yasal ve alışılmış biçimde elden ele geçişi başarılamadı; ülke kendi gayri-Rus nüfusunun artışının demografik saatli bombası üstünde ve onlar yakında çoğunluk olacak. Sistem kendi aydın ve idareci elitinin politikaya katılımı isteğine bir cevap verebilmek konusunda başarısız. Ya da o onların politik isteklerini, yönetici grubu kariyerist bir "yeni sınıf"a çevirmek suretiyle önledi; bu yeni sınıf ise eğer çürüme değilse sadece duraklama üretiyor. Onun ideolojisi tamamen tükenmiş ve başarısız, meşruiyeti yok, Komünist Parti’ye de kendini beğenmiş bir ayrıcalıklı elit kalıyor; bunların toplumdaki tek rolleri ise kendilerini sürdürmekten ve kendi katılıklarının yolaçtığı toplumsal darboğaz ve krizleri çözmekle uğraşmaktan ibaret. Şurası talihin bir cilvesidir: Her komünist devletteki nihai kriz, açık ya da gizli olsun, komünist partinin rolü konusundadır. </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Sovyet ekonomik üretimi bir felakettir. Görülüyor ki, modern bir ekonomiyi bir toplu planlama sistemiyle yürütmek mümkün değildir; ama komünist bir devleti de toplu planlama olmadan sürdürmek mümkün değildir. Ne tuhaftır ki, Batı kendi mali, teknolojik ve tarımsal yardımıyla modern bir ekonomi bile sürdüremeyen bir "süpergücün" nasıl yardımına koşacağı konusunda kendini parçalıyor. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Kısaca, eğer Moskova koordine bir Batı politikasıyla kendi iç krizlerini uluslar arası arenaya yansıtmaktan engellenirse sadece tarihin bizim yanımızda olduğuyla övünmek hoş olmayacak belki. </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Batı değil, Komünist dünya derin bir sistem krizinin içindedir. Bizimkiler koordinasyon ve politika problemleri; onlarınkisi yapısaldır. Bu nedenle ümid etmekteyiz ki, tutarlı ve birlik halinde bir Batı politikası sonunda bir global anlaşma imkanını getirecektir; Churchill bunu Llandudno’da görmüştü.</span></div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Batı’nın problemlerinin çözümü büyük oranda kendi elimizdedir. </span> </div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Bir sorun. Demokrasilerin geleceğe somut biçimde yönelmek için bir platformlarının olmayışıdır; uzlaşmazlıkları uyuşturmak ve ortak politikalar uygulamak güçlüğü de buna eklenir. Dostum Christopher Soames’un da geçenlerde vurguladığı gibi, Atlantik İttifakı ekonomik, 3. Dünya ile ilgili sorunların ya da uzun vadeli politikaların, konuşulduğu bir mekanizmaya sahip değildir. Öte yandan Avrupa Birliği siyasal işbirliğinde belirgin derecede başarılı ise de savunma konusunda tutarlı bir Avrupa görüşü formüle etmekten uzaktır. Batılı ve Japon liderlerin ekonomik zirveleri 1970’ler ortasında başladı ve bu prosedür darboğazını aşmaya çalıştı, ama ilerigelen liderlerin dikkatini önemli sorunlara çekmekte informel ve sistematik dışı bir usul olmaktan ileri gitmedi. Prosedürler temel sorunları çözmez. Yine de, daha geniş ve derin fikir alışverişi için bir forum oluşturmak önemli bir ilk adım olacaktır.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Amerika savaş sonrası dönemde, Britanya’dan çok şeyi, belki herşeyi öğrendi. Son onyılda biz kendi sınırlarımız hakkında da birşeyler öğrendik ve yeni yönetimle (Başkan Reagan dönemi, ç.n.) bu sınırlarımızla belki fazlaca meşguliyetin getirdiği çöküntüyü kırdık. Kendi hayatiyet ve geleceğe güvenini yeniden keşfetmiş bir Amerika Batı’nın ve kendi kimliğini oluşturan Avrupa’nın çıkarınadır. </span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"> </span> </div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Hem Britanya hem Amerika tarihlerinin farklılığına rağmen öğrendiler ki, gelecekleri, özgürlüğün geleceğinin bir parçası olacaktır. Tecrübe gösterir ki, ahlaki idealizm ve jeopolitik kavrayış birbirlerinin alternatifi değil tamamlayıcısıdır; uygarlığımız bunların her ikisine de tamamen hakim olmazsak yaşayamaz. Britanya ve Amerika hür dünyanın birlik ve gücüne bu kadar katkıda bulunmuş ülkeler olarak, şimdi diğer müttefiklerimizle birlikte şunu gösterme imkanına sahiptirler: Demokratik milletler kendi kaderlerinin efendileridir.</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;">Teşekkür ederim. </span></div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-family: Arial,sans-serif; font-size: small;"><b>Kaynak</b>: Zbigniew Brzezinski and September 11th, Special Report, </span><span style="color: blue; font-size: small;"><u><a href="http://www.larouchein2004.com/"><span style="font-family: Arial,sans-serif;">http://www.larouchein2004.com</span></a></u></span></div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div><div align="JUSTIFY" lang="tr-TR" style="margin-bottom: 0cm;"><span style="font-size: small;"><br />
</span></div>altay ünaltayhttp://www.blogger.com/profile/01074664679964606101noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3211112078332654001.post-62029452312908684492010-09-16T17:38:00.001+03:002011-09-16T18:53:10.413+03:00DÜNYA POLİTİKASINA YÖN VERENLER SAMUELP. HUNTİNGTON<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh41qUr8qEWdDYq0HLunt6vHFuoASn53PPL2fDUy_9xu7oW40ZsmxZZbA6mmonA2bMqjbqG3wTMEeppm60zU47t2VdKnd-5GlFlxTjo2imGLlCE7f79mPCPpAWLvnMQwS1OXshGAmaJcfg/s1600/Image31.JPG" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh41qUr8qEWdDYq0HLunt6vHFuoASn53PPL2fDUy_9xu7oW40ZsmxZZbA6mmonA2bMqjbqG3wTMEeppm60zU47t2VdKnd-5GlFlxTjo2imGLlCE7f79mPCPpAWLvnMQwS1OXshGAmaJcfg/s1600/Image31.JPG" /></a></div><b>Samuel P. Huntington</b><br />
<b>Doğum</b>u: 1927, New York<br />
<b>Eğitimi</b>: Yale'den BA. derecesi, Chicago Üni.'den MA. derecesi, Harvard'dan Ph.D.<br />
<b>Görevleri</b>: Siyaset Yardımcı Profesörü, Harvard (1953-58), Siyaset Konuk Profesörü, Columbia Üni. (1959-62), Siyaset profesörü Harvard (1962 -şimdi)<br />
<b>Profil:</b> 11 Eylül 2001 darbesinin temelindeki fikirlerin babası; "<b>uygarlıklar çatışması</b>" fikrini gündeme getirerek okullar ve medyada başrole oturttu.<br />
<a name='more'></a><br />
Son 44 yıldır zaman zaman Huntington denen bu fanatik Harvard ideologu, gün gelip 11 Eylül 2001'in temelinde yatacak kavramları açıklamaya memur edilmişti.<br />
Bunların en ünlüsü, tabii ki "uygarlıklar çatışması" doktrini olup, ilk <b>Bernard Lewis</b>'ce 1990'da ileri sürülmüş, ama 1993'ten beri Huntington markası taşır olmuştur. O bunu çok meşhur edilen makaleleri ve söyleşilerinde işledi. Daha 1997 başlarında Huntington 20 ülkeye giderek "uygarlıklar savaşı" tartışmalarını yaymış ve karşıtlarıyla tartışmıştı.<br />
Henry Kissinger, Zbigniew Brzezinski ve McGeorge Bundy gibi Huntington da Harvard'lı Prof. William Yandell Elliott'un kuluçkasından çıkmıştır. Son bir söyleşisinde Huntington, Elliott'un görüşmede öncelik sırasını Kissinger'a vermesini kıskandığını anlatır. "Biz elliott'un ön ofisinde beklerken dakikalar geçiyor ve geç oluyordu; çünkü o sırada Elliott çok değer verdiği bir öğrencisine yol gösteriyordu. Sonra kapı açılacak ve bu öğrenci dışarı çıkacaktı."<br />
Huntington'un yakın dostu olarak tanımladığı Zbigniew Brzezinski, onu Trilateral Komisyon'un ve Başkan Carter yönetiminin kimi kurumlarına soktu -hepsinin başında Brzezinski vardı- , böylece Huntington aşırı ve fraksiyoner fikirlerini buraya sokacaktı; bunlar o kadar aşırıydı ki Brzezinski, bir hükümet görevlisi olarak, bunlardan diğerleri önünde bahsedemiyordu. Huntington'un Trilateral Komisyon'ca 1975'te yayınlanan "Demokrasi Krizi" (Crisis of Democracy) kitabına katkısının özeti budur.<br />
1957'de Huntington'un ilk kitabı, "<b>Asker ve Devlet"</b> (The Soldier and the State) çıktı. İki fikir öne sürüyordu ki, bunlar daha sonra 11 Eylül darbesinin temeli olacaktı: Biri pagan Roma İmparatorluğu'nun bir modern çağ karikatürü için felsefi temel sunuyordu. Öbürü, bununla ilişkili olarak, ABD ordusu içinde bir çeşit Roma Pretor muhafızları tipi bir birlik kurmayı öneriyordu; bunlar gerekirse Amerikan anayasal kurumlarına emperyalist darbeciler adına saldıracaklardı.<br />
<b>Asker ve Devlet</b><br />
1957'de, video oyunları ve Columbine High School (Lisesi katliamı ç.n.) öncesi, Huntington kimi ABD ordu subaylarına aşırı methiyeler düzdü; bu kişiler emir verilince derhal öldürmek istiyorlar, öte yandan bunun nedenini bilmek bile istemiyorlardı. Tüm istedikleri kendilerindeki ve emirleri altındakilerdeki herhangi bir, emir verilince anında şiddet göstermeyi engelleyecek tepkiyi boğmaktı; bu "düzen" adınaydı.<br />
Bu birlikteki hiçbir subayın adından bahsetmez, ama bunun sebebi var. 1957'de böyle bir ekibe dahil herhangi bir Amerikalı subay <b>şüpheli </b>olarak tasnif edilirdi.<br />
Huntington, bu askeri geleneğin, ki bunu Fransız Yabancılar Lejyonu'yla kıyaslar, vatandaşlık görevi gereği askerliğin yerine geçmesini istiyordu; oysa bu ikincisi ile Bağımsızlık Savaşı, İç Savaş ve 2. Dünya Savaşı kazanılmıştı. 1957'de Huntington, General Douglas MacArthur görevden alındıktan sonraki versiyonu ile <b>Kore Savaşı'</b>nı, Amerikan askeri "profesyonelliğinin" en iyi örneği olarak selamladı, çünkü artık birlikler hiçbir savaş sonrası siyasi hedef ile kendilerini tanımlamıyorlardı -hedeflerin ne olduğunu bilmiyorlardı- sadece itaat ettiklerinden savaşıyor, ve herbiri 9 aylık rotasyonunun sona ermesini bekliyordu. Burada o, anlamsız bir "sınırlı" savaşın, Vietnam'da olduğu gibi , Amerika'nın cumhuriyetçi askeri geleneğinden kalanları da yokedeceğini gördü; yerine geçen profesyonel "zombiler" lehine.<br />
Huntington, "Asker ve Devlet"in son sayfalarında kendi <b>Pretorlar</b>ının zihinlerini tasvir eder; bunun için West Point (Askeri Akademisi - Amerikan Harbiyesi ç.n.) ile komşu Highland Falls kasabasını kıyaslar: "Burada (Highland Falls'ta) binalar hiçbir bütünün parçaları değillerdir: envai çeşit, oradan buradan toplanmış şekil rastgele biraraya getirilmiştir; ortak bir bütün ya da amaç duygusu yoktur. Oysa South Gate'in öbür tarafındaki askeri bölgede başka bir dünya vardır. Düzenli bir sükunet vardır. Parçalar kendibaşına değildir, ama bütüne bağlılıklarına boyun eğerler. Güzellik ve kullanışlılık gri taşlarda birleşmiştir. Küçük, derlitoplu binaları hoş bahçeler çevreler, bunların herbiri kalan kişinin adı ve rütbesi ile anılır. Binalar sabit aralıklarla uzanırlar, bu genel bir planın parçasıdır, duruş ve havaları katkılarını sembolize eder; yüksek rütbeli subaylar için taş ve tuğla, alt rütbeliler için ağaç. Garnizon kollektif iradenin bireysel irade yerine geçtiği bir ritim ve uyumu yansıtır. West Point yapılaşmış tek bir amaç topluluğudur; içindeki insanların davranışları kurala bağlıdır, birçok kuşaktan süzülüp gelmiştir. Burada havailik ve bireyciliğe yer yoktur. Topluluğun birliği kimseye olduğundan çok değer atfetmez. Düzende barış, disiplinde görevi bitirmek, toplulukta güvenlik vardır. Highland Falls'ın ruhu ise ana caddesinde görülür. West Point'un ruhu ise büyük gri Gotik kilisede görülür; tepelerden başlar, düzlüklere hakimdir. Akla Henry Adams'ın Mont St. Michael'da ordunun ve dindar ruhların birliği üzerine notları gelir. Ama kilisenin birliği daha da büyüktür. Burada toplumun 4 büyük direği birbirine kavuşur: <b>Ordu, Devlet, Okul ve Kilise</b>. ..<br />
<i>"West Point en iyi haliyle orduyu yansıtır; Highland Falls ise en bayağı haliyle Amerikan ruhunu. West Point alacalı bir denizde gri bir adadır; Babil içinde bir parça Isparta. Askeri değerlerin -sadakat, görev, çaba, kendini adama- Amerika'nın bugün en ihtiyaç duydukları olduğu yadsınabilir mi? West Point'un disiplinli düzeninin ana caddenin cafcaflı bireyciliğinden daha fazla şey vereceği yadsınabilir mi? Askerlerde, düzenin koruyucularının omuzlarında ağır sorumluluk vardır...</i>"<br />
Huntington "askeri etiği"nin karamsar bir görüş olduğunu, insanı <b>Thomas Hobbes</b>'un gördüğü gibi gördüğünü söyler. Ona göre <b>insan kötüdür</b>, akıl sınırlıdır, ve insan tabiatı bu anlamda evresel ve değişmezdir; heryerde insanlar böyledir. İnsan sadece tecrübe ile öğrenir, ve İngiliz Feldmareşali Montgomery'nin dediği gibi,<b> ilerleme yoktur</b>. Bireyin iradesi gruba tabidir. Bu korporatif ve bireycilik karşıtı bir bakıştır.<br />
Milli devlet siyasi örgütlenmenin son biçimidir; ve milli devletler arasındaki rekabet, ve bunun sonucu sürekli savaş kaçınılmazdır. Bunun sebebi insan doğasıdır. Devletleri <b>güç ve fayda</b>dan başka hiçbirşey yönetmez.<br />
Zeka geçici ve tehlikeli birşeydir -gereken <b>organize vasatlık</b>tır. Büyük planlar ve silkeleyici amaçlar olmamalıdır.<br />
En büyük erdem "<b>derhal itaat</b>"tır, coşkuyla ve düşünmeden. "Onlarınki niye diye soran bir akıl değildir", der Huntington tasdiken.<br />
<b>Felaketli Carter Dönemi</b><br />
Asker ve Devlet, ABD'de askeri profesyonelliğin Güney'den geldiğini söyler; içindeki şiddet, cesaret, askeri ideal ve Sir Walter Scott'vari bir eskiye özlem feodal romantizmi ile birlikte. Antre parantez de "mülkünden" olan tek Amerikalı topluluğun da Güneyli köleciler olduğunu ekler.<br />
Kitap 1957'de çıktığından beri 18 baskı yaptı ve West Point'ta yardımcı ders kitabıdır; muhtemelen Batı yarımkürenin başka askeri okullarında ve bazı kolejlerin kurslarında da böyledir.<br />
İlk yayınlandığında, <b>The Nation</b> dergisinin tanıtım köşesi onun "vahşi safsatalarıyla" alay etti ve, Mussolini'nin aynı şeyi "<b>inan, itaat et, savaş</b>" sloganıyla daha iyi ifade ettiğini söyledi. Huntington ve yakın dostu <b>Brzezinski</b>'ye, kitabın bayağı entelektüel düzeyi, ve muhtemelen faşist eğilimleri nedeniyle bir müddet Harvard'da görev verilmedi. Her ikisi de daha sonra 1962'de Harvard'a profesörlük verilmek üzere davet edildiler ve Huntington bu teklifi kabul etti.<br />
1974'te Brzezinski'nin <b>Trilateral Komisyonu</b> sonra Carter yönetimi olacak ekibi topluyordu (Trilateralcılar Carter'ı aday seçmiş, ve Trilateral Komisyon başkanı Brzezinski'ye onu başkanlığa hazırlama işini vermişlerdir. Brzezinski, <b>Federal Reserve</b> (ABD Merkez Bankası) başkanı Paul Volcker'la bu rezil yönetimi yürütmüştür). Brzezinski Huntington'u Trilateral Komisyon'a sokmuş ve sonunda 1975'te Trilateral Komisyon raporu <b>"Demokrasi'nin Krizi</b>" (The Crisis of Democracy) ortaya çıkmıştır.<br />
Brzezinski ve patronları biliyorlardı ki, gelecek yönetimde teşvik edecekleri ekonomik politikalar, özellikle düşük gelirli hanelerin ve azınlıkların ekonomik imkanlarını kısıtlayacaktı. Bu ekonomik politikaları değiştirmek yerine siyasal sistemi değiştirmeyi önerdiler.<br />
Brzezinski'nin yönetiminde Huntington ABD'nin "<b>aşırı demokrasi</b>" ile malül olduğunu yazdı. Devamla, "<i>bir demokratik siyasal sistemin etkin çalışabilmesi bazı grupların isteksizlik ve katılmamasını gerektirir</i>" diyordu... Marjinal sosyal gruplar, örneğin zenciler, siyasal sisteme artık tamamen katılıyorlardı. Siyasal sistemin işlevlerini aşan taleplerle bu aşırı yüklenme ve otoritesinin zedelenme tehlikesi vardı... Anlamalıydık ki, ekonomik büyümenin de bir haddi vardı. Bunun gibi demokrasinin nihayetsiz genişlemesine de sınırlar olmalıydı.<br />
Raporun sonunda ABD için, (Huntington'un ABD raportörü sıfatıyla bu bölümleri yazdığı kabul edilir) yüksek öğrenimin genişlemesine kısıtlar getirilmesi, ya da üniversite eğitimlilerin meslek beklentilerinin düşürülmesi öneriliyordu. ayrıca basın özgürlüğü de sınırlanmalı idi. Brzezinski Huntington'u bu raporun yayınlanması üzerine patlayan vaveylada görüşlerini savunmak üzere serbest bıraktı.<br />
Bu çizgiler doğrultusunda <b>Federal Kriz Yönetim Ajansı</b> (Federal Emergency Management Agency - FEMA) Carter yönetimince kuruldu; kimi çevrelerce bunun anayasa dışı bir dikta organı olduğu söylendi. Huntington bunun danışman heyetinin üyesiydi. (1980-891).<br />
Huntington'un son yıllardaki çalışmaları Olin, Bradley ve Smith Richardson Vakıflarınca finanse edildi. Bunlar birlikte onun çalışmaları için 1988-2000 döneminde 5 milyon Dolar verdiler O ve Brzezinski Smith Richardson mütevelli heyeti üyesidirler. 1989'da Olin Stratejik Araştırmalar Enstitüsü (Olin Institute for Strategic Studies) Harvard'da kuruldu ve Huntington'un kişisel emrine verildi, finansçısı bu üç vakıftı. Huntington, "uygarlıklar çatışması" polemiğinin aslen 1990'lar başı bir Olin Enstitüsü projesinden çıktığını yazar; proje adı "<b>Değişen Güvenlik Çevresi ve Amerikan Milli Çıkarları</b>"dir (The Changing Security Environment and American National Interests).<br />
"Uygarlıklar Çatışması" 1993'te <b>Foreign Affairs</b>'te makale olarak yayınlandı ve 1996'da kitaplaştı. Huntington, soğuk savaşın yerine kaçınılmaz, uzun ve dünya çapında bir din savaşının geçtiğini ilan etti, buna uygarlıklar çatışması dedi; Batı'ya karşı İslam ya da "<b>Batı ve geri kalanı"</b>, ("the West vs. the rest") ki bunu tekrarlamaktan zevk duyar.<br />
<i>"İnsanlığın soğuk savaş saflaşması bitmiştir. İnsanlığın daha temel ayrımlar, etnik, dini ve uygarlık kökenleri bağlamında kalmıştır ve yeni çatışmalar doğuracaktır.</i>" Daha sonraları aynı noktayı daha açık vurguladı: "<i>Uygarlıklar nihai insan kabileleridir ve uygarlıklar çatışması global düzeyde bir kabile savaşıdır... Değişik uygarlıklardan gruplar arası ilişkiler ... hiçbirzaman samimi olmaz, genelde serin ve sıksık da düşmancadır."</i><br />
Bunun "Asker ve Devlet"teki aynı bakış açısı olduğu, kitabın daha 2. sayfasında anlaşılır. Burada Huntington'un görüşü için sunduğu bir kanıt, Michael Dibdin'in romanı "<b>Ölü Lagün"</b>den (Dead Lagoon) bir "Venedikli milliyetçi demagog"un sözleridir. Bu lagün yaratığı der ki: "<i>Gerçek düşmanlar olmadan gerçek dostlar olmaz. Kendisi olmadığımız şeyden nefret etmedikçe, kendi olduğumuz şeyi sevemeyiz. Bunlar eski gerçeklerdir ve biz bunları , yüzyıldan çok sürmüş duygusal bir danstan sonra yeniden keşfediyoruz. Bunu reddedenler kendi soyunu, kendi geleneğini, kendi kültürünü, kendi doğum hakkını, kendi kendini reddeder. Bunlar öyle kolay unutulmaz."</i><br />
Son yıllarda Huntington'un fikirleri, giderek daha da şüpheci, şok edici ve sapkın hale geldi; hatta Hitler'vari oldu. Okuyucularının zihnini bir din savaşı için çalıyor. Bunların okunmasını akademik zorunluluk yapmak resmen ruha tecavüzdür. 1999'da Colorado Koleji'ndeki bir konuşmasını şöyle bitirir: "<i>Amerikalıların meselesi, kültürümüzü yenileyip güçlendirmeyi başarıp başaramayacağımızdır; bu kültür bizi tarihte bir millet kıldı. Ve mesele, Avrupalı, Hıristiyan, Protestan İngiliz kültürünü yıkmak isteyenlerin, bu ülkeyi parçalayıp parçalayamayacağıdır. Bu kültür bizim milli zenginlik ve gücümüzün kaynağı oldu ve özgürlük, eşitlik ve demokrasinin büyük prensipleri bu ülkeyi tüm dünyadaki insanların umudu yaptı. İşte bu meydan okuma 21. y.y.ın ilk yıllarında karşımıza çıkacak. "</i><br />
Birilerinin tüm dünyada din savaşı, yani en berbat türden savaş kampanyası yapabileceğine inanmak zor. Ama 11 Eylül'ün bizzat inanılması zor koşullarında görülüyor ki, fikrini açık açık söylemektedir. O bir fraksiyon için konuşuyor ki, onlar için dünyanın ateşler içinde batması, Avrasya uluslarının ekonomik reform ve işbirliği ile şimdiki yapısal çöküş krizini aşmalarından iyidir. Onlar evrensel mahvoluş, kendi kimi adet ve geleneklerine ve siyasal güçlerine elveda demeğe yeğlerler. Ya "onların hayat tarzı" ya hiç. Huntington, nefret ettiği milletlerarası işbirliğinin getireceklerini çok iyi bilir. Örneğin Foreign Affairs'in Nisan 1999 sayısında açıkça yalan söyleyerek Rus Başbakanı Yevgeni Primakov'un Rus -Hint -Çin "stratejik üçgeni" önerisini, Amerika'ya karşı hamle olarak mahkum etmiştir.<br />
<b>Diğer görevleri:</b> Huntington, Ulusal Güvenlik Planlama, ABD Ulusal Güvenlik Konseyi (National Security Planning, US National Security Council) koordinatörüydü (1977-78). Smith Richardson vakfı mütevelli heyeti, Foreign Policy Research Institute (FPRI -Dışpolitik Araştırma Enstitüsü) direktörler kurulu, Yeni Atlantik İnisiyatifi (New Atlantic Initiative) uluslar arası danışmanlar kurulu (International Advisory Board), Freedom House mütevelli heyeti, The National Interest dergisi editörler kuruul, Journal of Democracy dergisi editörler kurulu, ve American Enterprise Institute (AEI -Amerikan Girişim Enstitüsü) Akademik Danışmanlar Konseyi (Council of Academic Advisors) üyesidir.<br />
Kaynak: <i>Zbigniew Brzezinski and September 11th</i>, February 2002, <b>EIR Special Report </b><br />
Tercüme: <b>Altay ÜNALTAY </b><br />
<b>Yarın Dergisi</b>altay ünaltayhttp://www.blogger.com/profile/01074664679964606101noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3211112078332654001.post-3125179642004266332010-09-16T17:34:00.000+03:002011-09-16T17:38:20.502+03:00DÜNYA POLİTAKASINA YÖN VERENLER: GEORGE SOROS<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjsoqp35q_AKl_NXuHkTljSGRqzglT5AKJBYE5q_OtsR6EdMCCR33GxxXS3P215meok3DgC0y_5CSYUkyseWqsxyfsLWapnv-SGdyZyukVnaeOdfBTgbKotx_lq-4IlZ8S_DNh4kuwHz08/s1600/Image30.JPG" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjsoqp35q_AKl_NXuHkTljSGRqzglT5AKJBYE5q_OtsR6EdMCCR33GxxXS3P215meok3DgC0y_5CSYUkyseWqsxyfsLWapnv-SGdyZyukVnaeOdfBTgbKotx_lq-4IlZ8S_DNh4kuwHz08/s1600/Image30.JPG" /></a></div><div style="margin-bottom: 0cm;"><b>GEORGE SOROS, </b><b>Emperyal Büyücü, Çifte Ajan</b></div><br />
Konu bir <b>narsist</b> kişilik bozukluğu değildir; konu George Soros'un ABD hegemonyasını dünyada <b>uygulayış</b> biçimidir. Soros vakıfları ve finans mekanizmaları Doğu Avrupa ve SSCB'de sosyalizmin çöküşünün kısmi sorumlusudur ve o şimdi gözlerini Çin'e çevirdi. <br />
<a name='more'></a>Öte yandan Yugoslavya'yı parçalayan saldırının bir parçasıdır. Kendini bir insansever olarak nitelerken Dolar milyarderi George Soros'un görevi globalizm ve Yeni Dünya Düzeni'nin ideolojik idam ipini sıkmak ve bu sırada da kar etmektir. Soros'un ticari ve "insani" örgütleri gizli, karşıt ve işbirlikçidir. Ve onun ekonomik faaliyetleri sözkonusu olduğunda, kendi tabiriyle <b>vicdanı </b>yoktur, tam ahlakdışı bir düzlemde çalışan bir kapitalisttir.<br />
Yeni bir rüşvet sisteminin mimarı olarak kendini devlet adamlarına takdim etmekte ve onlardan iyi cevaplar almaktadır. Henry Kissinger'a, Vaclav Havel'e, Polonyalı General Wojciech Jaruzelski'ye yakındır. Dalay Lama'yı desteklemektedir; onun ve diğer dostu eski Sovyet lider Mikhail Gorbaçev'in enstitülerinin de merkezi San Francisco'dadır. Soros "Council of Foreign ,Relations"un (CFR - Dışilişkiler Konseyi), World Economic Forum'un (Dünya Ekonomik Forumu) ve Human Rights Watch'ın (Helsinki İnsan Hakları Gözlem Örgütü) ilerigelen üyesidir. 1994'te kendi felsefi "şeyhi" Sir <b>Karl Popper</b>'la görüştükten sonra Soros şirketlerine Orta ve Doğu Avrupa iletişim sektörüne yatırım emrini verdi.<br />
Çek Cumhuriyeti'nin Federal Radyo - Televizyon Kurumu teklifini kabul ederek Radio Free Europe (Hür Avrupa Radyosu) arşivlerini devir ve onlara destek kararı aldı. Soros, arşivleri Prag'a getirtti ve bakımı için 15 milyon Dolardan çok harcadı. Şimdi bir Soros Vakfı, ABD hükümeti ve RFE/RL ile birlikte, CIA'ce oluşturulan Radio Free Europe - Radio Liberty'yi işletmektedir. Faaliyet alanı Kafkaslar ve orta Asya'ya kaymıştır. Soros Open Society Institute'un (<b>Açık Toplum Enstitüsü</b>) kurucu ve destekçisidir. Onun kurduğu International Crisis Group (ICG), diğer şeylerin yanısıra Yugoslavya'nın yıkımından beri Balkanlarda da faaldir. Soros açıkça U.S. Institute of Peace (ABD Barış enstitüsü) ile birlikte çalışmaktadır; bu kuruluş CIA'in açıkta çalışan bir kanadıdır.<br />
Anti-globalizm taraftarları Şubat 2002'de New York'ta Waldorf Astoria otelinin önünde soğuktan donarken, George Soros içeride Dünya ekonomik Forumu'na hitap ediyordu. Polis göstericileri Park Avenue'daki kafeslere tıkarken, Soros "Açık Toplum"un meziyetlerini göklere çıkartıyordu; Zbigniew Brzezinski, Samuel Huntington, Francis Fukuyama ve diğerleri de ona eşlik ediyordu.<br />
<b>Kim Bu Adam?</b><br />
George Soros 1930'da Macaristan'da doğdu. Ailesi aslen Yahudi olsa da köklerinden o kadar uzaklaşmışlardı ki, rahatça Nazi Almanyası'na tatile gidebiliyorlardı. Soros <b>Nazi</b> hükmü altında yaşadı, Komünistlerin zaferi ile 1947'de<b> İngiltere</b>'ye geçti. Burada Soros, London School of Economics'te Filozof Karl Popper'ın öğrencisi oldu. Popper aşırı bir antikomünist ideologdu ve onun öğretileri Soros'un siyasi eğilimlerinin temelini oluşturdu. Soros'un yazdığı hiçbir kitap ya da makale, yaptığı hiçbir konuşma yoktur ki, Popper'dan bir etki yansıtmasın.<br />
1965'te Sir olan Popper "<b>Açık Toplum</b>" sloganını icat etti; bu Soros'un Açık Toplum Vakfı ve Enstitüsü'nde yankısını buldu (Open Society Foundation and ınstitute). Popper'ın takipçileri onun sözlerini gerçek imanlılar gibi tekrarladılar. Popperci felsefe Batılı <b>bireyciliğin</b> şiarı oldu. Soros İngiltere'yi 1956'da terketti ve Wall Street'te iş buldu; burada 1960'ta bir menkul değerler şirketi ("hedge fund") kurdu. <br />
"..<i>menkul değer şirketleri çok zengin insanlara hizmet eder... Genellikle gizli fonlar, genellikle de offshore işlerde kullanılır... astronomik karlar getirir. "Bahis" parasının çapı genellikle sonucu garantiler: 'bir hissenin büyük menkul şirketlerince satın alındığı dedikodusu diğer yatırımcıları da buna sevkeder,' sonuçta alınan hisseler değer kazanır."</i><br />
Soros 1969'da Quantum Fund'ı organize etti ve dövizlerle oynamaya başladı. 1970'lerde finans faaliyetleri gelişmişti:<br />
"alternatif kısa ve uzun vadeler... Soros, hem gayrimenkul fiyatlarının yükselişinden, hem de düşüşünden kazanıyordu! . 20 yıllık yönetimi boyunca Quantum yılda şaşırtıcı bir %34.5 gelir sağladı. Soros en çok döviz spekülasyonu ile bilinir (ve ondan korkulur)... 1997'de bir devlet başkanı, Malezyalı <b>Mahathir Muhammed</b> tarafından "<b>haydut</b>" olarak tanımlanma şerefine erişti; bu ülkenin parasına spekülatif bir saldırı yapmıştı."<br />
Bu tür gizli finans operasyonlarıyla Soros bir Dolar mültimilyarderi oldu. Şirketlerinin Arjantin, Brezilya ve Meksika'da arazileri, Venezuela'da bankaları var; dünyanın en karlı döviz ve kambiyo işlerini yapıyorlar ve genelde kabul edilen o ki, yüksek makamlardaki dostları onun finans işlerinde yardımcı oluyorlar, hem siyasi hem de maddi kazanç için.<br />
George Soros 1997'de Tayland ekonomisini çökertmekle suçlandı. Bir Taylandlı göstericinin ifadesiyle "<i>Biz George Soros'u bir tür Drakula olarak görüyoruz. O insanların kanını emiyor.</i>" Çinliler ona "timsah" diyor, çünkü onun Çin'deki faaliyetleri o kadar doymak bilmezce ve Tayland ile Malezya ekonomilerini silip süpürdü.<br />
Soros bir keresinde İngiliz Sterlini üzerine spekülasyonla bir günde 1 milyar Dolar kazandı (spekülasyon sözünü pek sevmez!). "Sterlin üzerine spekülasyonla İngiliz vergi mükelleflerinin cebini boşaltmakla" suçlandığında şöyle dedi: "<i>Finans piyasalarında spekülasyon yaptığınızda normal bir ticareti bağlayan ahlaki sınırlardan özgürsünüz... Finans piyasalarında benim ahlaki kaygılarım yoktur.</i>"<br />
Soros'un sınırsız kişisel servet elde etmek ve başkalarınca hakkında iyi düşünülmek şeklinde şizofrenik istekleri vardır:<br />
"<i>Döviz alım-satımcıları tezgahlarında oturur; üçüncü dünya ülkelerinin dövizlerini çok miktarda alır - satar. Para değeri dalgalanmalarının bu ülkelerde yaşayan insanlara etkisi onların akıllarına gelen bir konu değildir. Gelmemelidir de; yapacak işleri vardır. Eğer durup düşünmeye başlarsak kendimize şunu sormalıyız: Acaba döviz tacirleri ... milyonların hayatını mı yönetiyorlar?"</i><br />
Soros, <b>George W. Bush</b>'u da petrol şirketi batmak üzereyken kurtardı. Soros <b>Harken Energy Corp</b>.'un sahibiydi ve Bush'un şirketinin batmadan önce hızla gerileyen hisselerini aldı. Geleceğin ABD Başkanı bu işten 1 milyon Dolar nakit ile çıktı. Soros, gerçi "siyasi güç" satın almadığını söyledi. Yine Soros meşum <b>Carlyle Group</b>'un da bir ortağıdır. 1987'de kurulan bu "dünyanın en büyük özel hukuk firması" 12 milyar Dolarlık bir ciroyu yönetir; "idare eski Cumhuriyetçi liderlerden birinin kayyumluğunda yürütülür", bu kimi zaman eski CIA'ci Frank Carlucci, kimi zaman eski CIA başkanı (Baba) George Bush'tur. Carlyle Group karlarının önemli kısmını da silah ticaretinden kazanır.<br />
<b>"İnsansever" Hortlak</b><br />
1980'de Soros milyonlarca Doları Doğu Avrupa'da sosyalizme karşı harcamaya başladı. Kendisiyle işbirliği yapan kişilere paralar aktardı. İlk başarısı Macaristan'daydı. Macar <b>eğitim ve kültür</b> kurumlarını aldı, bunlarla ülkedeki sosyalist kurumları devre dışı bıraktı. Böylece doğrudan Macar hükümetine bir kanal açtı. Sonra Soros Polonya'ya geçti, CIA güdümündeki <b>Dayanışma</b>'yı finanse etti. Ve aynı yıl Çin'de faaliyete başladı. Sonra SSCB geldi.<br />
Bütün bu ülkelerde CIA faaliyetlerinin de olması tesadüf değildir. CIA'in de amacı Açık Toplum Vakfı ile aynıdır: Sosyalizmi yıkmak. Güney Afrika'da CIA antikomünist muhalifler aradı. Macaristan'da, Polonya'da ve SSCB'de CIA, "National Endowment for Democracy"nin (Milli Demokrasi Derneği), AFL-CIO'nun (Amerikan Federal İşçi Sendikaları), USAID'in ve diğer kurumların açık desteğiyle antikomünistleri organize etti ve destekledi; bunlar Soros'un Açık Toplum Vakfı'nca da gönüllü listesine yazılmışlardı. CIA bu kişilere "birikim" (assets) derdi. Soros'un dediği gibi, "her ülkede bir grup insan farkettim - kimi lider kişiler, diğerleri o kadar bilinmeyenler; bunlar benim görüşlerimi paylaşıyorlardı.." <br />
Soros'un Açık Toplum Vakfı antikomünist Çekler, Sırplar, Rumenler, Macarlar, Hırvatlar, Boşnaklar ve Kosovalılarla konferanslar düzenledi. Onun giderek artan etkisi ABD haberalma sisteminin bir parçası olduğu kuşkularına neden oldu. 1989'da Washington Post gazetesi, ilk kez 1987'de Çin hükümetinin yaptığı, Soros Vakfı'nın Çin'de reform ve dışa açılma ile ilgili faaliyetlerinin CIA bağlantılı olduğu, iddialarına yer verdi.<br />
Hedef Moskova<br />
1990'dan sonra Soros yardımları Rus eğitim sistemini hedef aldı; tüm ülkeye ders kitapları dağıtıldı. Aslında Soros "Açık Toplum" propagandasıyla tüm genç Rus kuşağının beyninin yıkanmasını sağladı. Soros vakıfları Rus finans sisteminin, özelleştirme planlarının ve bu ülkede yabancı yatırımların kontrolünü almak için stratejiler yürütmekle suçlandı. Ruslar Soros'un yargı girişimlerine sert cevap verdi. Soros'un ve diğer Amerikan vakıflarının karşıtları bu manevraların amacının "Rusya'yı, dünyanın tek süpergücüyle başedebilecek bir devlet olmaktan çıkarmak" olduğunu söylediler. Ruslar Soros ve CIA'in bağlantılarından şüphelenmeye başladılar. Para babası Boris Berezovsky "<i>birkaç yıl önce Soros'un bir CIA ajanı olduğunu duyduğumda düşüp bayılacaktım,"</i> dedi. Berezovsky'ye göre Soros ve Batı "Rus sermayesinin güçlenmesinden korkuyordu". <br />
Eğer ABD ekonomi ve siyaset eliti Rusya'dan bir ekonomik rekabetten korkuyorsa, onu kontrol etmek için, Rus medyasını, eğitimini, araştırma merkezlerini ve bilimini hakimiyet altına almaktan daha iyi ne yol vardır? 250 milyon Doları "yüksek okul ve üniversite düzeyinde sosyal ve iktisadi bilimler eğitiminin transformasyonu" için harcadıktan sonra Soros 100 milyon Dolar ile International Science Foundation'u (Uluslar arası Bilim Vakfı) kurdu. Rus Federal Karşı İstihbarat Servisi (FSK) Soros'un Rusya'daki vakıflarını "casusluk yapmakla" suçladı. Onlara göre Soros tekbaşına çalışmıyordu; <b>Ford ve Heritage </b>vakıflarından gelen paralar, <b>Harvard, Duke ve Columbia</b> üniversitelerinden destek ve Pentagon ile ABD haberalma servislerinden bağlantılardan oluşan bir sistemin parçasıydı. FSK Soros'un 50.000 Rus bilimadamına para verdiğini bildirdi; böylece Soros binlerce Rus bilimsel buluşu ve teknolojisi ile devlet ve ticari sırları üzerinde kontrol sağlayarak çıkarlarını genişletiyordu.<br />
1995'te Ruslar ABD Dışişleri Bakanlığı görevlisi Fred Cuny'nin Çeçen krizine karışması nedeniyle öfkeye kapıldılar. Cuny'nin görünüşte görevi felaket yardımı idi ama onun ABD çıkarlarını ilgilendiren uluslar arası çatışma bölgelerindeki, ve yanısıra FBI ve CIA'deki geçmişi Amerikan devletine bağlantılarını ortaya koyuyordu. Kaybolmadan önce Cuny Soros Vakfı için çalışıyordu. Çeçenistan'daki şiddet dalgasının genelde Washington'un sıcak baktığı, ve belki de güdümündeki bir politik destabilizasyon kampanyasının sonucu olduğu pek bilinmez. Yazar Tom Clancy için bu değerlendirmeler yeterli olacak ki, bunları birer gerçek olarak "The Sum of All Fears" (Tüm Korkuların Toplamı) adlı çok satan kitabında sundu. Ruslar Cuny'yi bir CIA görevlisi olmak ve bir Çeçen başkaldırısını desteklemekle suçladı. Soros'un Açık Toplum Vakfı ve diğer Soros kuruluşları hala Çeçenistan'da faaldir.<br />
Rusya, Soros'un cebini şişirecek en azından bir operasyona sahne olmuş; olaya Clinton yönetiminden diplomatik görevliler karışmıştır. 1999'da Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, 500 milyon Dolarlık bir ABD Exim Bank kredisinin Rus şirketi Tyumen Oil'a verilmesini engelledi; gerekçe bunun ABD milli çıkarlarına aykırı oluşuydu. Tyumen Amerikan malı petrol ekipmanı ve hizmetlerini Dick Cheney'in Halliburton Şirketi'nden ve, Bloomfield New Jersey'deki ABB Lummus Global'dan almak istiyordu. George Soros ise Tyumen'in almak istediği bir şirketin ortağı idi. Soros ve BP Amoco bu işlemi durdurmak için lobi yaptı ve Albright araya girmek zorunda kaldı.<br />
<b>Sol Antisosyalizmi Beslemek</b><br />
Soros'un Açık Toplum Enstitüsü'nün her delikte bir parmağı vardır. Onun direktörler kurulu, adeta "<b>Soğuk Savaşta ve Yeni Dünya Düzeninde Kim Kimdir"</b> kitabı gibidir. Paul Goble, İletişim Direktörü ve eski Radio Free Europe'un şef politik yorumcusudur. Herbert Okun, Nixon yönetiminin dışişlerinde hizmet etmiş ve Henry Kissinger'a haberalma danışmanlığı yapmıştır. Kati Marton, eski Clinton yönetimi dönemi Yugoslavya'daki BM temsilcisi Richard Holbrooke'un eşidir. Marton, Soros'un desteklediği B-92 Radyosu için lobicilik yapmıştır; bu radyo National endowment for Democracy'nin de bir projesidir (başka bir CIA yan kuruluşu); Yugoslav hükümetini devirmekte etkili olmuştur.<br />
<b>Helsinki Watch</b><br />
Soros, Açık Toplum Vakfı'nı kurduğunda liberal ermiş Aryeh Neier'ı yönetime geçirdi. Neier, Helsinki Watch'ın da başkanıydı; burası antikomünist eğilimli bir insan hakları örgütüdür. 1993'te Açık Toplum Vakfı, Açık Toplum Enstitüsü oldu. <br />
<b>Helsinki Watch</b>, 1975'te <b>Human Rights Watch</b> (İnsan Hakları Gözlem Örgütü) olmuştu. Soros şu sıra onun Amerikalar, Doğu Avrupa ve orta Asya danışman heyetlerindedir; ve onun Açık Toplum Enstitüsü sponsorlar listesinde yeralır. Soros Helsinki Watch ile daimi ilişkiler içindedir; ve Neier düzenli olarak "<b>The Nation</b>" dergisine yazılar yazar; ama Soros'tan bordrolu olduğu bilinmez.<br />
Soros Helsinki Watch ile ilişkisini saklamak için elinden geleni yapar. Sadece programları finanse ederek planladığını ve yürüttüğünü söyler; ama onlar yürütücüsünün felsefesinden uzakta değillerdir. Helsinki Watch ve Açık Toplum birbirine yakındır. Görüşlerinde pek fark yoktur. Tabii ki, başka kurumlar da bu kurumu finanse etmektedir; ama Soros ideolojisi burada hakimdir.<br />
George Soros'un faaliyetleri 1983'te National; Endowment for Democracy'nin kurucusu Allen Weinstein tarafından kurulan bir yapının çerçevesi içine düşer. Weinstein, "<b>bugün bizim açıkça yaptıklarımız 25 yıl önce CIA'ce gizlice yapılıyordu</b>," der. Soros, tam da bu istihbarat yapısı içinde çalışmaktadır. CIA'in 1960'ta Laos'ta faal uyuşturucu kaçakçılarından, ya da Afganistan'daki "Mücahitlerin" esrar ticaretinden kar ederken CIA görevlerini yerine getirmesinden biraz farkı vardır. O, diğer piyonlardan çok daha fazla parayı yönlendirmekte (ve kazanmakta) ve işinin çoğunu da günışığında yapmaktadır. İçtenlikle söylediğine bakılırsa görevi hasar giderimi yaparak ABD dışpolitikasına meşruiyet kazandırmaktır. Bugün Amerikan merkez solunda kendini değerlendiren birçok kişi toplumun sosyalist bir dönüşümünden ümitsizdir. Böylece Soros'un "desantralizasyon modeli" ya da "adım adım" bir "negatif ütiliteryanizme (kullanışçılık) yaklaşarak, sefaleti azaltma" anlayışı, ki bu Popper felsefesiydi, onlara çekici geliyor. Soros bir Açık Toplum araştırması düzenlettirerek Kaliforniya ve Arizona'daki uyuşturucu yasalarının gevşetilmesini destekledi. Soros uyuşturucunun tam serbest olması taraftarıdır; yani bu sayede artık sefaletinizin farkında olmazsınız. Soros <b>fırsat eşitliği ile aldatır.</b> Sosyal seviyesi yüksek Sosyal demokratlar Soros'un desteğini kabul eder ve kapitalizm içindeki sivil haklara inanır. Bu gibiler için Soros'un ticari faaliyetlerinin korkunç sonuçlarını (dünyanın heryerinde insanların fakirleşmesi) onun insani faaliyetleri affettirir. Benzer şekilde, ABD içinden - dışından liberal-sol aydınlar "Açık Toplum" fikrinin cazibesine kapılırlar, tabii parasal desteğin de.<br />
ABD'deki <b>Yeni Sol </b>bir sosyal demokrat harekettir. Kesinlikle anti-Sovyettir ve Doğu Avrupa ve SSCB çöktüğünde onların çok azı sosyalist sistemlerin yıkımına karşı çıktı. Yeni Sol Doğu Avrupa ve Orta Asya'da milyonların işlerini, evlerini, eğitim haklarını, sağlık hizmetlerini ve kültürel gelişim imkanlarını kaybetmelerine ne üzüldü ne de bunu protesto etti. Çoğu, CIA ya da National Endowment of Democracy veya the Open Society Fund gibi kimi "NGO"ların sosyalizmin yıkımındaki aktif rollerini küçümsedi. Bu insanlar zannettiler ki, Batı'nın 1917'den beri SSCB'yi yıkmaktaki kararlılığının Sovyetlerin çöküşüyle ilgisi yoktur. . Onlara göre sosyalizm kendi inanırlığını yitirmişti, çünkü yanlıştı.<br />
İhtilallere gelince, Mozambik, Angola, Nikaragua ya da El Salvador'dakiler işbirlikçi güçlerce yıkıldı ya da göstermelik "seçimlerle" durduruldu; Yeni Sol pragmatikleri ise omuz silktiler ve arkalarını döndüler. Yeni Sol'un, bazan Amerikan dışpolitikasının Sovyetler sonrası dünyadaki mekanizmalarını kasten görmezden geldiği görünüyor<br />
Hırvatistan'da siyasi faaliyetleri olan Bogdan Denitch, Açık Toplum Enstitüsü'nde faal bir kişi idi ve fonlar aldı. Denitch, Hırvatistan'dan Sırpların etnik temizliğini, NATO'nun Bosna ve Yugoslavya'yı bombalamasını, hatta Yugoslavya'nın karadan işgalini savundu. Denitch, Amerikan Demokratik Sosyalistlerinin kurucusu ve uzun süre başkanıydı. Bu önemli bir liberal sol Amerikan grubuydu. O uzun süre prestijli Sosyalist Bilimadamları (Socialist Scholars) Konferansı'nın da başkanlığını yaptı. Bu kanalla birçok kişinin NATO'nun genişlemesine olumlu bakmasını sağladı. Soros'un yardım yönelttiği diğer yerler "Refuse and Resist the ACLU" (Amerikan Sivil Özgürlükler Birliğine Direniş ve Red) Örgütü, ve bir kısım diğer liberal kurumlardır. Soros listesine "New School for Social Research", New York (Yeni Sosyal Araştırmalar Okulu) gibi yeni renkler de ekledi; burası uzun süredir sol aydınların tercihi bir akademiydi. Şimdi Burada Orta ve Doğu Avrupa programlarını destekliyor.<br />
Nikaragua'daki devrimden etkilenen birçok solcu üzüntüyle 1990'da Violetta Chamorro'nun Sandinistaları seçim yenilgisine uğratmasını kabul etti. Birçok Nikaragua'ya yardım kuruluşu bundan sonra dağıldı. Belki Yeni Sol, Michael Kozak'ın yükselen yıldızından birşeyler öğrenebilirdi. O Nikaragua, Panama ve Haiti'de başa sempatik liderler geçirmek, ve Küba'yı baltalamak hedefli ve Washington üslü bir kampanyanın kıdemlilerindendi. Burada Havana'daki ABD çıkarları ile ilgili bir büronun müdürlüğünü yürüttü. <br />
Nikaragua Chamorro'nun zaferini organize ettikten sonra, Kozak Beyaz Rusya'ya geçti ve ABD büyükelçisi oldu. Kozak, Soros'ça desteklenen "Internet Access and Training Program"da (IATP - İnternet erişimi ve eğitim programı) çalıştı. Bu program Beyaz Rusya'da geleceğin liderlerini yaratmakla meşguldü. Aynı program eşzamanlı şekilde Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan, Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan ve Özbekistan'da uygulandı. IATP, ABD Dışişleri'nin açık desteğiyle yürütüldü. Çok şükür ki Beyaz Rusya, Kozak ve Soros Açık Toplum Vakfı/ABD Dışişleri güruhunu ülkeden kovdu. Aleksandr Lukaşenko hükümeti keşfetti ki, Minsk'e gelmeden 4 yıl önce Kozak, on milyonlarca Doların Beyaz Rus muhalefetine akıtılmasını sağlamıştı. Kozak bir birleşik muhalefet cephesi kuruyor, web sitelerine, gazetelere ve piar şirketlerine para veriyor ve Yugoslav Otpor'una benzer öğrenci direniş hareketini eğitiyordu. Kozak, Otpor liderlerine Beyaz Rus muhalifleri eğitme görevi verdi. 11 Eylül 2001'den kısa süre önce ABD, Başkan Aleksandr Lukaşenko'ya karşı bir karalama kampanyası başlatıyordu. Lukaşenko'yu karalama şu sıra "terörizme karşı savaşla" birlikte yürütülüyor.<br />
OSI (Açık Toplum V.) ve HRW (Helsinki W.) kanalıyla Soros, Belgrad'daki B-92 Radyosu'nun ana sponsorlarından oldu. Soros Otpor'a da para verdi; bu örgüt 5 Ekim 2000 darbesinde "para valizleri" aldı ve Yugoslav hükümeti devrildi. İnsan Hakları Gözlem örgütü (Helsinki) bunun akabinde Slobodan Miloşeviç'in kaçırılmasını ve Lahey'deki mahkemesini, onun hakları üzerine hiçbirşey söylemeyerek meşrulaştırdı. Bu illegal mahkemenin başkanı Louise Arbour şu sıra Soros'un Uluslar arası Kriz Grubu yönetim kurulundadır. Açık Toplum/Helsinki çetesi şimdi Makedonya'da çalışmakta ve buna "uygarlaştırma misyonunun" bir parçası demektedir. Bu cumhuriyetin de Yugoslavya'nın parçalanmasını tamamlamak için "kurtarılmasını" bekleyin.<br />
<b>Gücün Vekilleri</b><br />
Soros, aslında kendi insani felsefesinin ahlaka uygun, bunun için para kazanma işinin ahlak dışı olduğunu söylemektedir. Ancak Soros'ça desteklenen NGO'larda çalışanların önünde açık ve tutarlı bir gündem vardır. Soros'un en etkili kurumlarından International Crisis Group (1986'da kuruldu) siyaset ve iş aleminin merkezinden kimi isimlerce yönetilmektedir. Yönetim kurulunda Zbigniew Brzezinski, Morton Abramowitz, eski ABD dışişleri bakan yardımcısı ve eski NATO Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanı Wesley Clark, eski ABD Milli Güvenlik danışmanı Richard Allen vardır. Allen'ın Nixon'un Milli Güvenlik Kurulu'ndan "Henry Kissinger'ı fazla liberal bulduğu için" istifa ettiğini, Oliver North'u(1) Reagan'ın Milli Güvenlik Kurulu'na önerdiğini ve İran Contra skandalında İran'a rehineler karşılığı füze pazarlığında rol aldığını not düşelim Bu kişiler için "<b>sınırlı çatışma</b>" ABD'nin dünya insan ve kaynakları üzerindeki kontrolünün diğer adıdır.<br />
1980 ve 90'larda, Reagan Doktrini zamanında, ABD'nin Afrika, Latin Amerika, Karayipler ve Asya'daki gizli-açık operasyonları hazırlanıyordu. Soros bunların birçoğunda faaldi; "müstakbel devrimcilerin" satın alınmasından politikacıların, aydınların ve devrimci dalga geçtikten sonra iktidarda kalan kim varsa "sübvansiyonuna" kadar uğraşıyordu. James Petras diyor ki:<br />
<i>"1980'lerin başında neoliberal yönetici elitin akıllı kesimi, politikalarının toplumu kutuplaştırdığını ve geniş çaplı sosyal rahatsızlık doğurduğunu farkettikten sonra, neoliberal politikacılar "<b>aşağıdan</b>" bir paralel strateji başlatıp desteklediler; bu anlamda "kendiliğinden" ve "<b>anti devletçi</b>" ideoloji sahibi kuruluşlara yardım ederek, potansiyel çatışma tehlikesi taşıyan kesimlere sızdılar ve bir "<b>sosyal tampon</b>" oluşturdular. Bu örgütler parasal olarak neoliberal kaynaklara bağlı olup doğrudan yerel liderlerin etrafındaki sosyopolitik hareketler ve eylem komiteleriyle rekabete sokuldular. 1990'larda bu örgütler (NGO, "hükümet dışı" diye adlandırıldılar) binlerceyi bulmuştu ve tüm dünyada toplam 4 milyar Doları bulan yardım alıyorlardı.</i>"<br />
"Underwriting Democracy" adlı kitabında Soros "<b>Doğu Avrupa'nın Amerikanlaşması</b>" ile övünür. Ona göre, onun eğitim programları ile artık bir <b>Sorosçu genç liderler</b> kadrosu yoldadır. Bu Soros Vakfı eğitimli genç insanlar "<b>nüfuz ajanları</b>" olarak işlev görecektir. Onların Akıcı dil yetenekleri, ve hedef ülkelerde bürokratik merdivenleri tırmanmaya başlamaları sayesinde bu gönüllü askerler felsefi açıdan Batılı çokuluslu şirketlerin giriş yollarını temizleyeceklerdir.<br />
Meslekten diplomat Herbert Okun (şimdi Helsinki Watch'ın Avrupa Komitesi'ndedir) George Soros'la birlikte bir seri ABD Dışişleri bağlantılı kurumla ilişki içindedir; bunlar arasında USAID'den Rockefeller Vakfı'nca desteklenen Trilateral Komisyon'a kadar kurumlar vardır. 1990'dan 97'ye dek Okun, "Finans Hizmetleri Gönüllüler Teşkilatı" (Finance Services Volunteer Corps) denen birşeyin başkanıydı; bu kurum USAID'in alt kuruluşudur; amacı "eski komünist ülkelerde serbest Pazar finans sistemlerinin yerleşimine yardımdır". George Soros, dünya ekonomisini devralmaya çalışan diğer kapitalistlerle tam uyum içindedir.<br />
<b>Kâr Amacı Gütmeden Kâr</b><br />
Soros, döviz spekülatörü olarak çalıştığı ülkelerde insani amaçlar gütmediğini söylemektedir. Ama Soros sık sık bu türden bağlantılarından da yatırım amaçlı yararlanmaktadır. ICC'nin bir araştırması, ve, Kosova Geçici BM Yönetimi şefi Bernard Kouchner'in yardımı sayesinde, Soros Balkanlardaki en kârlı maden ocağını almak istedi.<br />
Eylül 2000'de, Yugoslav seçimlerinden önce Trepca madenlerini bir an önce almak için, Kouchner bu madenden yayılan kurşunun çevre standartlarını aştığını açıkladı. Aynı kişinin, NATO Yugoslavya'yı seyrelmiş Uranyumlu mermilerle bombalar ve 100,000 ton (kg olmalı, ç.n.) kanser yapıcı madde havaya, suya, toprağa karışırken bunu alkışladığını bilmek hayret vericidir. Ama Kouchner kendi işine bakıyordu ve madenler "sağlık nedeniyle" kapatıldı. Soros 150 milyon Dolar vererek Trepca'nın altın, gümüş, kurşun, çinko ve kadmiyum madenlerini almak istedi; tesisin değeri 5 milyar Dolardı.<br />
Bulgaristan "serbest Pazar" kaosu içinde çökerken Soros sinekten yağ çıkarmaya bakıyordu; Reuters 2001 başlarında şu haberi verdi:<br />
"Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası" (EBRD - European Bank of Reconstruction and Development) (Bulgar ileri teknoloji şirketi) Bila'ya 3 milyon Dolar kredi verdi. Bu şirket, orta ve Doğu Avrupa'daki teknoloji şirketleri için hazırlanmış 300 milyon Dolarlık bir kredi diliminden ilk yararlanan kurum olacak... Bir 3 milyon Dolar da Amerikan Argus Capital Partners'tan geliyor; kredi sponsoru Prudential Insurance Company of America ve çalışma alanı Orta - Doğu Avrupa ... Soros, Rila'ya yaptığı önce 3 milyon Dolarlık ve sonra 1 milyon Dolarlık yatırımla yine en büyük hissedar olarak kaldı."<br />
<b>Konulara Hakimiyet</b><br />
Soros'un insansever görüntüsü ona, kimlerin kurban kimlerin suçlu olduğu tartışmaları patladığında uluslar arası kamuoyunu yönlendirme gücü veriyor. Diğer NGO'lar gibi, Soros'un borazanı Helsinki Watch da birçok bağımsız ve organize emekçi sınıf hareketini görmezden geliyor. <br />
Kolombiya'da işçi liderleri rutin olarak ABD güdümlü hükümetle işbirliği içindeki paramiliterlerce katledilmektedir. Bu kişilerin geldiği sendikalar neoliberal ekonomiye karşı olduklarından Helsinki Watch bu konuda fazla ses çıkarmaz. Bu yılın Nisanı'nda Helsinki Watch'tan Jose Vivanco ABD Senatosu'nda "Plan Kolombiya" lehine ifade verdi:<br />
"<i>Kolombiyalılar insan hakları ve demokrasiye bağlıdırlar ve yardıma muhtaçlar. Helsinki Watch'ın ABD ile temel bir sorunu yoktur.</i>" Helsinki Watch, devlet terörü, fakirlik ve istismara karşı savaşan Kolombiyalı gerillaları ABD destekli silahlı güçler ve paramiliter idam mangalarıyla aynı kefeye koymaktadır. Helsinki Watch, görevi mülkiyet hakları ve ekonomik statükoyu korumak olan Pastrana hükümeti ve onun ordusunu haklı görmektedir. Helsinki Watch'a göre (bile ç.) sivil ölümlerinin %50'si hükümetin göz yumduğu idam mangalarının işidir. Gerçek rakam %80'dir. <br />
Helsinki Watch aynı şekilde 2002'de Uribe hükümetinin seçimini de onayladı. Uribe ABD'nin Latin Amerika'da desteklediği diktatörler kuşağından kalmadır; gerçi "seçilmiştir", ama Helsinki Watch çoğunluğun seçimi boykot ettiğinden sözetmez.<br />
Karayiplerdeki Küba başka bir neoliberalizm karşıtı olup Helsinki Watch tarafından karalanmıştır. Yanıbaşındaki Haiti'de Soros destekli faaliyetler Duvalier rejiminin devrilmesinden sonra oluşan popüler hareketleri silmiş, Haiti'nin ilk demokratik lideri Jean Bertrand Aristide'i baltalamıştır. Helsinki Watch'tan Ken Roth, ABD'nin Aristide'i "demokrasi dışı" nitelemelerine katılmıştır. Kendi "demokrasi" anlayışlarını göstermek için Soros vakıfları Haiti'deki faaliyetlerini diğer ABD faaliyetlerine gizlice katmaktadır; örneğin USAID'in FRAPH ile ilişkili kişileri desteklemesi gibi. FRAPH meşum CIA destekli idam mangalarının adıdır; onlar "Bebe Doc" Duvalier'in düşüşünden beri ülkede terör estirmekteler.<br />
Helsinki Watch'ın web sitesinde, Direktör Roth ABD'yi Çin'e karşı daha sert çıkmamakla eleştirmektedir. Roth'un faaliyetleri arasında Tibet özgürlük Konserinin organizasyonu da vardır; bu gezgin bir propaganda topluluğu olup, ünlü rock'çılarla birlikte ABD'yi dolaşmış ve gençleri Çin'e karşı Tibet'i desteklemeye çağırmıştır. Tibet, yıllardır CIA gündemindeki ana dosyalardan biridir. <br />
Roth, geçenlerde petrolce zengin Sincan'da Çin kontrolüne karşı çıktı. Sömürgeci "böl ve yönet" anlayışıyla Roth, kimi Uygur etnik azınlık gruplarını Kosova'daki ABD/NATO müdahalesinin onlar için de iyi bir örnek olduğu konusunda iknaya çalıştı. Ağustos 2002'de ABD hükümeti de bu çabaya destek verdi. <br />
ABD'nin bu bölgedeki projeleri açıkça New York Times'ta Sincan üzerine yayınlanan bir makalede tasvir edilmiş; burada Uygurlar "bir Müslüman azınlık olup huzursuz bir Çin egemenliği yaşamaktadırlar" denmiştir. Onlar "Yugoslavya'daki NATO bombardımanından çok etkilenmişler, kimi bunu Kosova'daki müslümanların kurtarılması olarak kutlamıştır; kendileri de benzer bir kurtarılışın hayalini kurmaktadırlar" denmiştir. The New York Times yazısı "<b>Sincan'da son bulunan petrol rezervleri burasını uluslararası ticaret açısından çok çekici kılmaktadır</b>" notu düşülmekte ve bir yandan da "buranın yerli halkı Tibetlilere benzer" görülmektedir.<br />
<b>Sayı Sayamamak</b><br />
Soros örgütleri rakam tesbitlerinde, gerçekten gerçekle ilgilerini kesmiş gibidirler. Örneğin Helsinki Watch 500 kişinin (2000 değil) Yugoslavya'ya NATO bombardımanlarında öldüğünü söylerler. Afganistan'a Amerikan saldırısında da 4000 değil 350 kişi ölmüştür. 1989'da ABD Panama'yı bombaladığında Helsinki Watch raporunun giriş bölümünde "Manuel Noriega'nın devrilmesi... ve demokratik Başkan Guillermo Endera hükümetinin kuruluşu Panama'ya çok ümitler getirmiştir..." der. Rapor ölü sayısından bahsetmez.<br />
Helsinki Watch Bosna'ya NATO saldırısının temellerini 1993'te sahte tecavüz ve soykırım haberleriyle attı. Bu politik histeri doğurma taktiği ABD için kendi Balkan siyasetini uygulamakta gerekliydi. 1999'da, Helsinki Watch Yugoslavya'ya NATO saldırısı için propaganda gücü olarak çalışırken bu tekrarlandı. Soros'un "kanun hakimiyeti" palavralarının çoğu unutulmuştu. ABD ve NATO kendi kanunu yaptı, George Soros'un kurumları bunu destekledi. 11 Eylül 2001'le bu devam etti. Bu sefer konu Dünya Ticaret Merkezi'nde ölen 2801 kişiydi. CFR (Dışişleri Konseyi) 6 Kasım 2001'de toplandı ve bir "büyük kamuoyuna dönük kampanya" planladı. CFR, bir "Amerika'nın Teröre Cevabı İçin Bağımsız Görev Gücü" oluşturdu; Soros, Richard Holbrooke, Newton Gingrich, John Shalikashvili'nin (eski ABD Genelkurmay Başkanı) ve diğer etkili kişilerin katılımıyla DTÖ'de ölenler ABD dış politikasına malzeme yapıldı. CFR raporu teröre karşı savaş öngörüyordu. George Soros'un parmak izleri kampanyanın heryerinde vardı:<br />
<i>"Yüksek düzey ABD memurlarının dost Arap ve diğer Müslüman ülke hükümetlerine 11 Eylül olaylarının kınanması için baskı yapmasını sağlayın, öte yandan da ABD antiterör kampanyasının mantık ve hedeflerini de kollayın. Eğer hükümetleri sessiz kalırsa Ortadoğu ve Güneydoğu Asyalıların çoğunu hiçbirzaman haklılığımıza ikna edemeyiz. Onların bu açıklamaları nedeniyle eleştirilmelerini engellemeli ve onların yanımızda ses vermelerini sağlamalıyız... Boşnak, Arnavut ve Türkleri, ABD'nin Kosova'da 1995-99'da Bosnalı ve Kosovalı müslümanları nasıl kurtardığını ve dünyanın her yerindeki müslümanlarla sıkı ve uzun vadeli ilişkilerimizi diğer kişilere anlatmaları için teşvik edin. Yerel aydınlar ve gazetecileri işe katın, görüşlerine bakmayın. Yerel basını yakından izleyin ve hücumlara hemen cevap verin... Amaç ve hedeflerimizi konuştuğunuzda sürekli kurbanlara (özellikle adlarını vererek ve böylece onları somutlaştırarak) atıf yapın."</i><br />
<b>Soros'un Sayı Sanatı: ABD Dış Politikasına Destek ve Savunma İçin Saymak</b><br />
Soros, Dünya kapitalist sistemindeki gerilemeden çok endişelidir ve bu konuda hemen birşeyler yapmak ister. Geçenlerde şöyle dedi: <i>"Şimdiden nihai krizin adımlarını farkediyorum... Yerli siyasi hareketler çıkacak ve onlar çokuluslu şirket mülklerine el koyarak "Milli" serveti geri alacak."</i><br />
Soros Birleşmiş Milletler'i devre dışı bırakmak için ciddi bir plan önermektedir. Önerisi, "<b>Dünya demokrasilerinin liderliği ele alması ve BM olsun - olmasın işleyecek bir global ittifaklar sistemi kurması"</b>dır. Eğer deli olsaydı, kriz geçirdiğine hükmedebilirdiniz. Ama gerçek şu ki, Soros'un "<i>Birleşmiş Milletler yapısal olarak kendi anayasasının girişinde yazan vaadleri yerine getirebilecek durumda değil,</i>" saptaması, American Enterprise Institute gibi bir seri reaksiyoner kurumun görüşünü yansıtmaktadır. Birçok muhafazakar Soros şebekesine sol-kanat gözüyle baksa da, ABD'nin BM ile ilişkilerinde Soros, örneğin John R. Bolton (Silahlanma Kontrolü ve uluslar arası Güvenlik Dairesi'nden sorumlu Dışişleri bakan yardımcısı), gibileriyle aynı tarafa düşer. Bolton "<i>Kongre'deki birçok Cumhuriyetçi artık BM sistemine zırnık dahi ödenmemeli fikrindedir"</i> demiştir. BM'e karşı onyıllardır süregelen bir sağ kampanya vardır. Şimdi bunu Soros götürüyor. Çeşitli Soros web sitelerinde BM'in çok zengin, bilgi konusunda ketum, ya da dünyayı (Soros'un istediği gibi - çev.) yönetmeye yakışmayacak işlere bulaşmış olduğu gibi eleştirilere rastlarsınız. <br />
The Nation yazarları bile, bu konuyu iyi bilirlerken Soros etkisinde kalmışlardır. Örneğin William Greider, geçenlerde Soros'un eleştirilerinde bir haklılık payı bulmuş ve BM'in artık "<i>bayağı diktatörler ve totaliterlerin buluşma yeri olmaktan ve eşit ortaklar gibi muamele görmekten çıkarılmasını"</i> istemiştir. Bu tür Batı merkezci ırkçılık tam Soros'a uygundur. Ona göre BM'in Dünya'yı idare etmesi global güzeyde Faşizmdir. Batılı "ilericiler" Soros'a gereğinden çok yüz vermişlerdir; ve herhalde Greider de artık bu faşizm konusunu aşırı, haksız ve sinirlendirici bulur. <br />
Ama yine de Soros'un şu söylediklerini dinleyelim: "<i>Eski Roma'da yalnız Romalılar oy kullanırdı. Modern global kapitalizmde de yalnız Amerikalılar oy kullanabilir; Brezilyalılar oy kullanmaz.</i>"<br />
Covert Action Quarterly<br />
(yazı, shamireaders@yahoogroups.com adresinden alınmıştır)<br />
Çevirenin Notu: <i>*Heather COTTİN Amerikan liberal-Sol çevrelerinden bir yazar olup, kimi görüşleri okuyucularca aşırı bulunabilir. Ancak aktardığı bilgiler yine de önemlidir.)<br />
*Yarbay Oliver NORTH: İran - Contra Skandalının kilit ismi</i><br />
Tercüme: Altay Ünaltay<br />
Kaynak: Yarın Dergisialtay ünaltayhttp://www.blogger.com/profile/01074664679964606101noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3211112078332654001.post-61679233526608602882010-09-16T17:29:00.008+03:002011-09-16T17:33:13.868+03:00DÜNYA POLİTİKASINA YÖN VERENLER: WILLIAM YANDEL ELIOT<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjHgETTx27cXdFW2XdfgdXi_XCNNn1VkP6vLOa-rSlTws2f_VdrqJ8vlxapib9irzZeQwxCTcz8-lUlzVULAy5SnO8SFgfNREMkLbxlHfZRP-rGAS6JVkAuXDYCIaG4AjygXgKkRJaGTMY/s1600/Image29.JPG" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjHgETTx27cXdFW2XdfgdXi_XCNNn1VkP6vLOa-rSlTws2f_VdrqJ8vlxapib9irzZeQwxCTcz8-lUlzVULAy5SnO8SFgfNREMkLbxlHfZRP-rGAS6JVkAuXDYCIaG4AjygXgKkRJaGTMY/s1600/Image29.JPG" /></a></div><br />
<b>Doğum</b>: 12 Mayıs 1896, Murfreesboro, Tennessee.<br />
<b>Ölümü:</b> 9 Ocak 1979, Haywood, Virginia<br />
<br />
<b>Ailesi</b>: William Yandell Elliott, "<b>Tennessee Templar'ları</b>" denen örgüt içindeki bu isimli üçüncü kişi olup, örgütünün İç Savaş sonrası Masonik kökenli kişilerce kurulan Ku Klux Klan'la sıkı ilişkileri vardır. <br />
<a name='more'></a>Dedesi (1827-93) Toparlanma (Reconstruction) dönemi "radikal" Cumhuriyetçi bir yargıç olup, ölümcül ırkçı hadiseleri provoke ettiği söylenir. İlk William Yandell Elliott'a bu "provokatör" yaftasını, görünüşte bir kölelik karşıtı Cumhuriyetçi olmasına rağmen Ku Klux Klan'ın Masonik kurucularından James Daniel Richardson'ın hizmetinde çalışması da kuvvetlendirir; sonuncusu 1898'de Kongre üyesi olarak Klan'ın ünlü kurucusu Albert Pike'ın başkentte bir anıtının dikilmesine önayak olmuştur.<br />
Hayatı boyu Elliott Nashville'li olan ve aynı Ku Klux Klan kurucularının soyundan gelen akrabalarıyla ortak hareket etmiş; birlikte "Kaçak Şairler" (Fugitive Poets) ve "Nashville Agrarians" (Nashville Tarımcıları) gruplarını kurmuşlardır (bkz. Stanley Ezrol, "Seduced From Victory: How the Lost Corpse Subverts the American Intellectual Tradition" - Zaferin Baştan Çıkardıkları: Bir Kayıp Ölü Nasıl amerikan Entelektüel Geleneğini Devirdi; EIR Ağustos 2001 sayısında Nashville Agrarians'ın fikir ve eylemlerini genişçe bulabilirsiniz). <br />
<br />
<b>Eğitimi</b>: Webb School Koleji, Bull Buckle, Tennessee; Vanderbilt Üniversitesi, Nashville, Tennessee, B.A. derecesi, 1917; M.A. derecesi, 1920; Balliol Koleji, Oxford Üniversitesi, Londra'da (Rhodes'un öğrencisi olarak) Ph.D. derecesi, 1923.<br />
<br />
<b>Kariyer</b>: Elliott'un tüm kariyeri <b>dünya çapında yeni bir ortaçağ feodalizminin "karanlık çağı"nı kurmak</b>, ABD ya da benzeri cumhuriyetçi diğer ülkeleri <b>yıkmaya </b>adanmıştır. Murfreesboro, Tennessee'nin Farmason elitlerinden olan Elliott, <b>Soğuk Savaş doktrinlerinin</b> oluşumunda ana rol oynadı; bu doktrinler bugünün "uygarlıklar çatışması"nın <b>öncülleri</b> olup 2. Dünya Savaşı'ndan Başkan Johnson dönemine dek uzanırlar. ABD'ye bağlılığı ile ilgili çok renkli söylevlerine rağmen, o Soğuk Savaş boyunca gerçek t<b>ehlikenin</b> komünizm değil "<b>Amerikan usulü milliyetçilik</b>" olduğunu iddia etti.<br />
Stratejik politikadaki rolünün ötesinde bir FBI muhbiri idi ve kamu okullarına "anti komünist" tedrisatı soktu. 1930'larda "sol kanat sosyalistlerin" komünizm tehlikesini ilk tanıyanlar olduğunu iddia etti ve sonra 1950'lerde ve 60'larda Sidney Hook ve James Burnham gibi önde gelen sosyalistlerle antikomünist haçlı seferinde birleşti.<br />
En az 5 başkanın yönetimlerinde danışmanlık yaptı, en az 5 ulusal güvenlik danışmanının hocası, 2 dışişleri bakanının hamisi ve düzinelerle devlet görevlisinin eğiticisi idi; aralarında Parlamento temsilcileri, yöneticiler, ve her kıtadan devlet başkanları vardı.<br />
Kariyeri boyu, memleketindeki ekiple ("Tennessee Templar" nam Ku Klux Klan artıkları) ve <b>Cecil Rhodes</b>'un "Yuvarlak Masa" hareketini koordine etti. Rhodes'la İ<b>ngiltere Balliol Koleji</b>'nde Rhodes bursu ile okurken tanıştı. Konuşmaları, yayınlanan eserleri ve özel mektuplaşmaları gösterir ki, hayatının eseri olarak "<b>Yuvarlak Masa</b>" hareketini dünya çapına yaymayı görmüştür. Onun Harvard Yaz Okulu'nu Henry Kissinger'ın Uluslar arası Seminer'i ve Uluslar arası Seminer Mezunları Derneği de dahil yönetimi (bu derneği tüm dünyaya yaymıştır) kendi amaçlarına yönelikti. Yuvarlak Masacılarla "<b>Kaçaklar</b>" arasındaki ilgi "Kaçak" John Crowe Ransom'un (Ku Klux Klan kurucusu James R. Crowe'un 2. göbek yeğeni) Elliott'tan önceki Rhodes öğrencisi olması gözönüne alındığında netleşir. "Kaçak" ve "Templar" Bill Frierson da ona eşlik etmiş olup, yerine "Kaçak" Robert Penn Warren geçti.<br />
Her iki hareketin de temeli, insan kitlelerinin "<b>seçkinlerce</b>" yönetilen bir oligarşinin kuralları ile yaşamasının <b>tabii hal</b> olduğudur. Her iki hareket de Amerikan entelektüel geleneğinin, tüm erkek ve kadınların, bağımsız milli devletin kurumlarıyla yönetime katılması, tabiat ve cehaleti giderek fethetmeleri fikrinden nefret ederler.<br />
Her nekadar Elliott'un kendi Agrarian kardeşlerinin Konfederasyon'un (Amerikan İç Savaşı'nda Güney, ç.n.) "Kayıp Davası"na tutkularını reddettiği söylense de, 1956'da (o sıra 62 yaşındaydı ve Harvard'daki kariyerinin zirvesinde ve Ulusal Güvenlik Kurulu'nun danışmanlarındandı) açıkça Donald Davidson'un "Lee in the Mountains" (Dağlardaki Lee) şiirinin "Kaçak" şiirin en iyi örneklerinden olduğunu söylemiştir. Burada Davidson, sadece Robert E. Lee'nin ruhunu şapkadan çıkarmakla kalmaz: Lee, uygun zamanı Heine'nin "Second Grenadier" i (İkinci Topçu) gibi beklemektedir. Fetih günü geldiğinde Yüce Tanrı "<i>zamanın kesinliğinde pusuya yatmış olarak, unutulmuş zaferi getirecek ... o yardığımız tepelerde çiçek açacak, kaçtığımız dağlarda meyvalarını verecek, bir daha çocuklarını ve çocuklarının çocuklarını unutmayacak ve terketmeyecek.</i>"<br />
1956'da da Elliott "Kaçak guru" Sidney Mitron Hirsch'e minnettarlığını bildirir ve onu "mistik bir filozof" olarak niteler, tarihin tüm büyük düşünürlerinin <b>mistik güçleri</b> olan özel insanlar ya da "Epik İbretler" olduklarını söyler. Onlar bilgiyi kuşaktan kuşağa yazılarındaki kelimelerin batıni anlamları ile geçirmişlerdir. Birçokları onun koca kafalı ve geveze biri olduğunu düşünse de, anlaşılıyor ki Elliott kendini bu "İbretlerden" biri ve dünyaya gönderilmiş birçeşit peygamber olarak görüyor ve kimilerince de böyle kabul ediliyordu. Eserlerinde temel bir konu, <b>insanları kontrol etmek için efsaneler icat edilmesi </b>gerektiğiydi (gerçek din ya da maneviyattan bahsederken kastettiği bu idi). Oğlu ve işbirlikçisi Ward, onu "gerçek bir <b>Eleacı</b>" olarak metheder, "bu adam zaman ve mekanı aşabilir ve kendi zaman ve mekanı içinde derinleşebilir". O kendi misyonunu Kral Arthur döneminin Yuvarlak Masa şövalyelerinkine benzetiyordu (bkz. "Cumhuriyet İçin bir Yuvarlak Masa" - "A Round Table for the Republic"). Bu epik misyonla görevli olarak, Elliott sonra göreceğimiz gibi, tüm insanlığı bir nükleer soykırım ve karanlık çağa atmaya hazırdı.<br />
<b>Yuvarlak Masa hareket</b>i, ki Elliott buna Oxford'daki danışman hocası, sonraları Balliol Rektörü A.D. Lindsay'ce dahil edilmişti, <b>yarı gizli Masonik </b>hücrelerden oluşmaktaydı; amaçları tüm milletleri ezmek ve yeni bir <b>İngiliz İmparatorluğu tahakkümüne</b> almaktı. Örgüt Lindsay'in Oxfordlu selefleri John Ruskin ve T. H. Green'ce kurulmuş ve Cecil Rhodes ile Lord Alfred Milner'ca sürdürülmüştü; sonuncu Rio Tinto Zinc adlı dev bir sömürge madencilik kartelinin müdürüydü. . Ruskin "pre Raphaelite" adlı kültür hareketinin de kurucusuydu; bunlar İtalyan Rönesansı'nı modern tarihin en büyük felaketi görüyorlar ve <b>Rönesans öncesi feodalizme</b> dönmek istiyorlardı. Akılları Britanya'nın büyük Kuzey Amerika kolonilerinin kaybına takılmıştı ve Britanya İmparatorluğu'nu yarı otonom bölümlerden oluşacak şekilde yeniden örgütlemek istiyorlardı, ki buna sonra "<b>Commonwealth"</b> dendi. Böylece hem bağımsızlık arayışlarının baskısı önlenecek ve hem de <b>ABD sürüye geri getirilecekti.</b><br />
Elliott'un 40 yıl sürmüş <b>ABD Anayasası'nı kaldırma kampanyası,</b> Büyük Britanya ve Kanada'nın yanlış örnekliğine dayanır; tamamen Yuvarlak Masa icadıdır. Chatham House'taki Royal Institute of International Affairs (<b>Kraliyet Dışişleri Enstitüsü)</b> ve Elliott'un "anaokulu" çabalarını birleştirdiler. Elliott'un Yuvarlak Masa çağdaşları içinde genç bir Lindsay himayesi ve parlak İngiliz tarihçisi, Chatham House haberalma müdürü olan <b>Arnold Toynbee</b> de vardı. Diğerleri Lord Lothian (Nazi taraftarı meşhur "Cliveden Set" üyesi), Lord Leconsfield (sonraları Britanya'nın psikolojik savaş merkezi Tavistock Institute müdürü) ve medya patronu William Waldorf Astor'du. Tüm bu karmaşık ve elit "<b>İngiliz-Amerikan-Kanadalı" dışpolitika Think tank'leri</b>, kurulları, konferansları, ki bunlara New York'tan Council of Foreign Relations (Dışilişkiler Konseyi), Trilateral Comission, Bilderberg Konferansları, Ditchley Foundation, Aspen Institute, International Institute for Strategic Studies (Uluslar arası Stratejik Araştırmalar ,Enstitüsü), ve düzinelerce diğer think tank'ler de dahildir, <b>hepsi de Yuvarlak Masa etkisi altında kuruldu </b>ve yürütüldü.<br />
Elliott'un hocası <b>Lindsay</b> bir Fabian sosyalist, Workers' Educational Association (İşçi Eğitim Birliği) ve Christian Social Movement (Hıristiyan Sosyal Hareketi) üyesi idi. Bunlar Yuvarlak Masa'nın "settlement House" hareketinden çıkma idiler; üyeleri orta ve üst sınıf "entellektüeller" alt sınıfın kurumlarını sıksık ziyaret ederek onlardan davalarına destek kazanmaya çalışırlardı. Lindsay'in biyografisini yazan kızı Lady Drusilla Scott, onu Oxfordlu çalışma arkadaşlarını şu kelimeleriyle tasvir eder. Özellikle Lady Drusilla'nın bunları çok övücü sözler olarak bulduğu düşünüldüğünde, bunlar ikiyüzlü Fabian Yuvarlak Masacı zihniyeti hakkında bir fikir verir: "<i>Hiçbirzaman zihnimde Lindsay ile Oliver Cromwell arasında fark görmedim... Onların ikisi de seçilmiş olduklarına inanıyorlardı."</i> "<i>Tabiatı gereği o bir 'lotus yiyen' (hayaller adamı) bir reaksiyoner ve aristokrasi taraftarı idi, kendini ve dostlarını bir idealist, kollektivist ve radikal olduğuna inandırmıştı.</i>"<br />
1947'den 1950'ye dek 1946'da İngiliz İşçi Partisi'nin seçim zaferi nedeniyle "Birkey Lordu Lindsay" lakabı takıldığında Lindsay Wilton Park'taki Almanları Commonwealth fikrine katmak için "yeniden eğitim" merkezinin akademik kurul başkanlığını yapıyordu. Wilton Park Sir Kenneth Strong tarafından kurulmuştu, o İngiliz Foreign Office'in (Dışişleri Bakanlığı) Siyasi Haberalma daire başkanlığını yapıyordu, sonraları çokuluslu finans devi Eagle Star Insurance Co.'nun müdürü oldu. Wilton Park'ın öğrencileri ilk on yılda 8000'i buldu; çoğu <b>Alman savaş esirleri</b> idiler; <b>Yuvarlak Masa kültüne uygun eğitim aldılar.</b> Eğitimciler içinde Lord ve Lady Astor, <b>Bertrand Russell</b> ve <b>Arnold Toynbee</b> vardı ve yönetim Heinz Koeppler'de idi, bu kişi Foreign Office'in Psikolojik Savaş Dairesi başkanıydı. <b>Tüm büyük Alman siyasi parti başkanları</b>, ve Ralf Dahrendorf gibi diğer önde gelenler (uzun süre London School of Economics - Londra Ekonomi Okulu yöneticisiydi), hepsi <b>Wilton Park mezunudur. </b><br />
Elliott'un Oxford'dan diğer arkadaşları arasında mistik şairler William Butler Yeats (20. y.y.ın en büyük <b>Satanisti </b>Alistair Crowley'in tarikat arkadaşı, sonraları araları bozuldu) ve "Beyaz Tanrıça" (White Goddess) kültü bağlısı Robert Graves vardır. The "Fugitive"in (Kaçak) "fahri editörü" olarak bu ilişkileri kendi "Templar" dostlarını uluslar arası edebiyat şöhretleri olarak sunmak için kullandı.<br />
Ph.D derecesi ile Oxford'dan döndüğünde Elliott Harvard Üniversitesi'ndeki mevkiini (1925-63) şimdi alışılmış özel üniversite think-tank ilişkisini kurmak için kullandı. Üst düzey finans temsilcileriyle ilişkileri vardı (Elliott'un şahsi dostlukları arasında <b>Rockefeller </b>kardeşler, Paul Mellon, W. Averell Harriman ve Richardson Foundation'dakiler sayılabilir). Aynı zamanda yüksek düzey hükümet politik görevlisi ve danışmanı olarak çalışıyordu. Burada Yuvarlak Masa'nın hükümetin "<b>seçilmiş amatörler</b>" değil "<b>büyük çıkarlar</b>" tarafından yürütülmesi gerektiği tesbiti ortaya çıkıyor. Arkadaşları ve himayesindekiler bu anlayışı tehlikeli bir zırvalığa kadar ileri götürdüler. Bunların arasında Ulusal Güvenlik danışmanları McGeorge Bundy, Walt Rostow, <b>Henry Kissinger, Zbigniew Brzezinski</b> ve Richard Allen; Dışişleri bakanları Kissinger ve Dean Rusk, dışişleri ve içişleri görevlileri <b>Samuel Huntington</b>, Arthur M. Schlesinger Jr., Paul Nitze, ve Robert Bowie vardı.<br />
Onun hükümete planı Yuvarlak Masa'nın "<b>karanlık çağ</b>" planı idi; bu hem hükümetin kendi iç yeniden düzenlenmesi hem de dışpolitik olarak "<b>Yeni İngiliz İmparatorluğu"</b>nu destekleyecek stratejik politikaların gerçekleştirilmesini içeriyordu. 1930'ların sonunda ve daha çok 1950'lerde ve '60'larda bu en yüksek düzey stratejik, yarı askeri, yarı haberalmacı "darbeci" kurumlarda çalıştı, aralarında Foreign Policy Research Institute (Dış Politika Araştırma enstitüsü) ve National Strategy Information Center da (Ulusal Strateji Bilgi Merkezi) vardı. Bunlar <b>Yuvarlak Masa üyelerini ABD ve diğer hükümetlerde lider mevkilere getirmekte </b>tehlikeli derecede <b>başarılı oldular.</b> Elliott her tür stratejik politika ve "anti komünist"faaliyetle ilgili heryerde sıksık eğitim verirdi; bunlar arasında Amerikan Harp okulları ve askeri akademileri de ardı; bu 1960'a dek sürdü.<br />
<b>Görevleri:</b><br />
Başkanlık Yönetim İşleri Komitesi (1936)<br />
İş Danışmanlık Konseyi, Averell Harriman başkanlığında (1937)<br />
Savaş Üretim Kurulu (ve öncül kurumları) (1940)<br />
Beyaz Saray Savaş sonrası Ekonomi Politik ve Planlama Özel Komitesi (1945)<br />
Beyaz Saray Dışişleri Komitesi ve Dış Yardım Komitesi (Christian A. Herter, Massachusetts temsilcisi, başkanlığında - 1947) personel başkanlığı. Dışişleri Bakanlığı görevlisi Charles P. Kindleberger bu dönemde Elliott ile çalıştı, "çok gayretli adamdı. Sadece çalışmak isterdi. Biliyorsunuz Harvard'da bir kurs verdi ve kursa 'Savaşta Barışta ve Hemşehrilerinin Kalbinde Elliott' adı takıldı" demiştir (deşifre Harry S. Truman Kitaplığı sözlü tarih arşivinden)<br />
Savunma Seferberlik görevlisi (1951)<br />
Ulusal Güvenlik Konseyi Politik Planlama Kurulu. (1956 Vanderbilt Üniversitesi "Kaçaklar" Birliği'nde, Başkanlık'ta resmi görevli iken yazdığı atom savaşı üzerine bir şiirini okudu. Şiir yayınlanmadı.)<br />
Dışişleri Bakanı Dean Rusk'a danışmanlık (eski Rockefeller Vakfı başkanı; onu bakanlığa Elliott kendi önerdi - 1963).<br />
<b>Kamu ve üniversite görevleri dışındaki kendi akademik ve think-tank hizmetleri:</b><br />
Harvard Yaz Okulu Müdürlüğü (1949-60). Bu makamı kullanarak kendi baş himayesi <b>Kissinger</b>'ı Uluslar arası Seminer Başkanı ve ona bağlı olan "Confluence" (Birleşik) dergisinde editör yaptı. Bunun için Rockefeller, Ford ve Richardson vakıflarından yardım sağlamıştı. Yaz Okulu ve Seminer, tüzüğünde de yazıldığı gibi, "<b>26-45 yaşları arası olup kendi ülkelerinde lider konumlara yükselmek üzere olan kişileri tanıştırmak</b>" idi; bu kişiler arasında <b>dünyanın her yerinden parlamenterler, akademisyenler ve diğerleri vardı</b>. Amaç savaş sonrası strateji, eğitim ve kültür politikalarını etkilemekti. Elliott uluslar arası Seminer mezunlarının bölgesel ve ulusal derneklerinin Yuvarlak Masa'nın uzantıları olduğunu vurgulardı. Bunlar arasında Bellagio, İtalya'da, Rockefeller'lerin aile malikanesinde toplanan yıllık Avrupa toplantıları da vardı (1 ). Buradaki faaliyet yöntemi Wilton Park'ta Lord Lindsay'inkinin bir benzeri idi; fark, burada sadece Alman savaş esirleri değil, Dünya'nın çeşitli yerlerinden lider namzetlerinin bir araya getirilmesiydi.<br />
Eastern Establishment (2 ) tiplerinin yanısıra Yuvarlak Masacılar ve W. B. Yeats'in himayesi Frank O'Connor, Elliott'un, Allen Tate, John Crowe Ransom ve Andrew Nelson Lytle (Ku Klux Klan'ın ilk emperyal üstadının bir hayranı ve onun biyografisini yazdı) gibi "Kaçak-Tarımcı" kardeşleri Confluence'ın editör kurulu ve fakültede Elliott ve Kissinger'la biraraya gelirlerdi.<br />
<b><br />
Dernekler: </b><br />
Foreign Policy Research Institute (FPRI - Dışpolitika Araştırma Enstitüsü); Foreign Service Educational Foundation (Dışişleri Eğitim Vakfı), ki buradan bir sürü "yavru" türedi: John Hopkins Üniversitesi İleri uluslararası Araştırmalar Okulu - School for Advanced and International Studies, Amerikan üniversitesi, Woodrow Wilson Vakfı Amerikan Eğitim ve Komünizm Komitesi - Committee on American Education and Communism, Dışilişkiler Konseyi - CFR, Council on Foreign Relations, Ulusal Strateji Bilgi Merkezi - National Strategy Information Center, Komünizm Üzerine Eğitim İçin Amerikan Bar Derneği Komitesi, Kartaca'yı Kurtarma Birliği - League to Save Carthage. <br />
<br />
<b>Yayınları:</b><br />
<b>Politikada Pragmatik Başkaldırı </b>(1928). Balliol'daki doktora çalışmasına dayanır. Elliott'un metodolojisini zorlama delillerle isbatlar. Özel konuşmalarında kitabını "futilitaryanizm (3 ) zorbalığı besler" ("futilitarianism breeds brutalitarianism") diye özetlemiştir.Kısaca, <b>Platoncu ve Leibnizci bilimsel ilerlemeyi kenara iter,</b> modern bilimin bir "<b>pragmatizm"</b> (yani neyin "para değeri" varsa o doğrudur, ya da şimdi dendiği gibi "eğer işine gelirse ...") olduğunu söyler. Bu "futilitaryanizme" dayalı devletler, ona göre, totaliter (Faşist ya da Komünist) "Brutaliter" bir reaksiyonu davet eder. Platonun ortaya koyduğu insanın bilişsel prensibini reddederek, bu belirtiye karşı koymanın tek yolunun <b>köktenci bir maneviyatçılığı çıkaracak mitler üretmek</b> olduğunu söyler. Anlaşılan, görünüşte karşı olduğu "futilitaryan" ve "brutalitaryan" felsefelerin bizzat böyle akıl dışı mitlere dayandığını farketmemiştir, örneğin "<b>uygarlıklar çatışması"</b> dehşeti gibi. Neşeyle kendi çözümünü önerir: Yuvarlak Masayı yayın ve Britanya İmparatorluğu'nu canlandırın.<br />
<b>Yeni Britanya imparatorluğu </b>(1932): Burada Elliott Yuvarlak Masa fikrinin temelini sunar. 1. Dünya Savaşı sonrası Britanya imparatorluğu "modern politik kurumların en büyüğüdür". Özellikle atanmışlarının seçilmişler üzerindeki egemenliği, yeni bir dünya düzeni için model oluşturur. Bu ve onun diğer "anayasal reform" çalışmaları Lord Lindsay'ce "Toplum ve Devlet" (1916) ve "Modern Demokratik Devlet"te (1943) ortaya atılmış fikirler çerçevesinde gelişir.<br />
<b>Anayasal Reform ihtiyacı </b>(1935): Bu Elliott'un büyük Yuvarlak Masa önerisi olup, kurulacak anayasal kurucu meclisle ABD Britanya imparatorluğu modelinde yeniden örgütlenecektir. Burada bunun, ABD'yi faşizme ya da komünizme kaymaktan kurtaracak tek yol olduğunu söyler. Anafikir eyaletler yerine otonom bölgesel "commonwealth" birimleri oluşturmaktır. Bu birimlerin herbiri ve merkezi hükümet kalıcı bir bürokrasi tarafından yönetilir, seçilmişlerin rolü ikincildir (onları "amatör yönetim" diye niteler). Ekonomi politik bir "Ulusal Konsey"ce yürütülür; konsey ülkenin büyük ekonomik çevrelerinden oluşur bankerler, işçi temsilcileri vs. (ya da diğer sözle seçkinler). Öneri, 1935-38 arası bir seri "Tarımcı" (Agrarian) yazıda "Tarımcılığın temel direklerinden" olarak sunulur.<br />
<b>Modern Devlet, Karl Marx ve Mr. Laski</b> "Southern Review" dergisi (Güz 1935). Burada Elliott başka şeylerle birlikte "milliyetçiliğin" savaş nedeni olduğunu iddia eder, bunun yerine daha "<b>asil mitler</b>" yaratılmalı ve böylece "<b>Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'nun yaptığı gibi kaostan düzen çıkarılmalıdır. </b><br />
"<b>Eğer Amerika Faşist Olursa</b>" American Mercury dergisi (Haziran 1938). "Amerikan Anayasal Krizi" William and Mary Koleji, Virginia'daki bir konuşmada herkesin iyiliği için anayasaya son vermekten sözeder.<br />
<b>İnsan Kenti:</b> Dünya Demokrasi Deklarasyonu (1940): Bu bir ortak bildiri olup, H. G. Wells'in "<b>Açık Komplo</b>"sunun (Open Conspiracy) izinde Robert Maynard Hutchins'in koordine ettiği ve Elliott'un yönetim kurulunda bulunduğu bir ortak komitece yayınlanır. Komitede Nashville Tarımcıları, Bertrand Russell ve H.G. Wells'in ajanları, <b>Frankfurt Okulu</b> çevresinden kimseler ve başkaları vardır. Komite ABD'yi savaşa girmeye davet eder; amaç "<b>demokratik bir aristokras</b>i" altında <b>tek bir dünya imparatorluğu</b> kurmaktır. Kültürel olarak bu <b>tek bir dince</b> kontrol edilecek - <b>demokrasi dini </b>- ve ona tüm diğer kilise, aile ve mahalle dernekleri boyun eğecek ve o tek bir askeri/kanun bekçisi mekanizma tarafından korunacak, <b>amaç "İngiliz kültür hazinesini"</b> korumak olacaktır.<br />
Savaş Zamanı Virginia Quarterely Review (Güz 1941).<br />
İngiliz Commonwealth'i Savaşta (1943). Elliott bu makaleler külliyatını İngiliz İstihbaratı'ndan John Wheeler-Bennett'in ısrarıyla elden geçirir, amaç Amerika'nın Britanya İmparatorluğu'nun yardımına koşmasını sağlamaktır. Katılımcılardan biri, Sir Eric Roll sonra S.G. Warburg'un ve Bank of England'ın müdürü olacaktır.<br />
Barış Zamanı mı? Virginia Quarterely Review (Bahar 1946).<br />
<b>Batı Siyasi Geleneği</b> (1949), Neil McDonald'la ortak eser. Bu Elliott'un Harvard ders kitabıdır; yıllarca Harvard'da tarih ve kültür alanında lisans eğitiminin temel kitabı oldu. Yazılmasında katkıda bulunanlar Carl J. Friedrich, Samuel H. Beer, BrianA. McGrath, Henry Kissinger ve diğerleridir. <br />
Elliott'un kitaptaki kendi makalesi "Kanun Hükmü altında bir Hür Dünya Örgütleyebilir miyiz?" 1946'da Virginia Quarterely Review'da yayınlanan makalesinin elden geçmiş şeklidir. Burada yeni ortaya çıkan nükleer savaş tehlikesini kullanarak derhal bir "Yeni Britanya İmparatorluğu" kurulması gerektiğini söyler. Bu İnsan Şehri (City of Man) ( 4) komitesinin de arzusudur ve bunun için gerekirse tüm insan uygarlığı feda edilebilir. O "<b>komünizmle" çatışmayı, şimdi himayelerinin İslam'la bir çatışmayı teşvik için kullandıkları biçimde</b> tasvir eder:<br />
"Bu yalnız açık düzenin kapalıya karşı savaşı değildir. Bu herkeste olan manevi değerlerin doğasındandır. Hıristiyan ahlakı, sonuçta kişiye asli bir değer atfeder ve bu komünist diktanın "aşkın" statüsüyle uyuşmaz."<br />
"Komünizm" tehlikesinin Yuvarlak Masacıların eski öcüsü olduğu tesbitinden sonra, "milliyetçilik" tehlikesine-özellikle Amerikan, Rus ve Çin - atıfla, ABD'nin "bağımsızlığını ne kadar gerekiyorsa o kadar tesliminin gereklerini tam olarak kabulünü" ister, böylece Batı Avrupa'da ve diğer yerlerde yeterince güç seferber edilerek saldırganlık püskürtülebilir. Bu ... <b>atomun gücüyle dünyaya hükmetmenin kayıtsız şartsız kabulü demektir</b> .... "<i>Eğer Rusya'yı tek bir dünya sistemi altında bize katılmaya zorlayamazsak ... o zaman silahlı güç yolunu seçeriz; nereye giderse gitsin</i>."<br />
Bunun nereye gideceği konusunda da aynı derecede nettir: "<i>Eğer insanlık büyük nüfus merkezlerinde onmilyonlarla yokolmaya gidiyorsa, Karanlık Çağlar yeniden üstümüze çökebilir ve böcekler daha gelişmiş bir hayatı oluşturmak üzere sıralarını alabilir ... Asıl sorun, yarın milliyetçiliği aşacak nasıl bir dünya düzeninin yaratılacağıdır."</i><br />
Sözünü bağlarken mistik "Epik İbret" yarı-tanrılarına yakarır: "<i>Dünyanın geri kalanı insan ruhunun bu muazzam savaşı için açık bir arena. Meydan okuyuş bir kez daha bizim için epik bir liderlik oluşturmalı ve demokratik dünyamızın epik cevabı verilmelidir.</i>"<br />
Seferberlik Planlaması ve Ulusal Güvenlik, 1950-60, Sorunlar ve Konular (1950)<br />
ABD Dış Politikası: Organizasyon ve Kontrolü (1952): Woodrow Wilson Vakfı ve Elliott'un başkanı olduğu Ulusal Planlama Derneği'nce desteklenen bir araştırma grubunca hazırlanan rapor.<br />
Amerikan Dış Politikasının Ekonomi Politiği; Kavramları, Stratejileri ve Sınırları (1955): Woodrow Wilson Vakfı ve Elliott'un başkanı olduğu Ulusal Planlama Derneği'nce desteklenen bir araştırma grubunca hazırlanan rapor.<br />
Amerikan Kültürüne Televizyonun Etkisi (1956)<br />
"Cumhuriyet İçin Bir Yuvarlak Masa" (1968: Bu makale onun "Politikada Pragmatik Başkaldırı" adlı 1968 doktora çalışmasına bir ek olarak hazırlandı. Bu yıl onun akademik kariyerinin sona erişi ve Kissinger'ın Amerikan politikasının çarı olarak kariyerinin başlangıcı oldu.Elliott kendi "Cumhuriyet İçin Yuvarlak Masa"ya 1956'dan beri süren desteğini tekrarlar. Bu "Yuvarlak Masa", diye yazar, "en iyi ilkeleri temsil eden en iyileri" seçecektir. Sözüne devamla, "kaynaklar bularak binlerce vakfımızın özel olarak desteklerini sürdürmesini ve onların yeni kişilerle beslenmesini sağlamalıyız. Bu yeniler bu çok şerefli ve etkin grubun potansiyel üyeleri olacaklardır. Onlar özellikle, eğer denendikten ve kendilerine görevler verilip başarıya ulaştıktan sonra bu şerefe layık olacaklardır. ... Onur ve şerefle, kendini adayan hizmet ve kahramanca bir iradeyle görevler alacaklardır, ne kadar tehlikeli ve zor olursa olsun. Bu Arthur geleneğinin Yuvarlak Masası'nın töresidir. ... Ümidim, Yuvarlak Masaların uluslar arası düzeyde bir ana Özgürlük Yuvarlak Masa'sının etrafında yayılmasıdır. Bunun daha küçük bir modelini iyi seçilmiş seminercilerle Harvard ;Uluslar arası Yaz Seminerlerinde, Yaz Okulu'nu yönettiğim son on yıldır yapıyoruz; Henry Kissinger hayatının büyük bölümünde burada rehberlik etti."<br />
Kaynak: Yarın Dergisialtay ünaltayhttp://www.blogger.com/profile/01074664679964606101noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3211112078332654001.post-71897683601934035402010-09-16T17:24:00.005+03:002011-09-16T17:28:31.679+03:00DÜNYA POLİTİKASINA YÖN VERENLER: F.P.R.I.<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEggKCgXTqMVL6AUzMWxfXq8v_g_ByrG95_ZQeQhOnQ-Ai-TNd6uQsvgMzfZHhwUBNmCcq3WEsNgcdPYZnT42awws5eIiRtmqBa59Y9RTXGjTyaJqmyWGjgKSjjEOYE47xKfkKvmQGUCyU0/s1600/Image28.JPG" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEggKCgXTqMVL6AUzMWxfXq8v_g_ByrG95_ZQeQhOnQ-Ai-TNd6uQsvgMzfZHhwUBNmCcq3WEsNgcdPYZnT42awws5eIiRtmqBa59Y9RTXGjTyaJqmyWGjgKSjjEOYE47xKfkKvmQGUCyU0/s1600/Image28.JPG" /></a></div><br />
<b>Foreign Policy Research Institute </b><br />
<b>Dışpolitika Araştırma Enstitüsü- FPRI</b><br />
<br />
<b>Tarihi</b>: FPRI, 1955'te Robert Strausz -Hupe tarafından Pennsylvania Üniversitesi'nin bir bölümü olarak kuruldu. Sonra, "dünya olayları dergisi Orbis"i yayınlamaya başladı. 1957'den sonra üç ayda bir yayınlandı. <b>Strausz -Hupe</b> derginin kurucu editörü, <b>William Yandell Elliott ve Henry A. Kissinger</b> danışman editör heyeti kurucu üyeleriydiler ve görevlerine uzun yıllar devam ettiler.<br />
<a name='more'></a><br />
Enstitünün uzun süreli <b>Wells</b>'çi misyonu -<b>Sovyetler sonrası bir Amerikan dünya imparatorluğu kurmak, milli devletleri kaldırmak-</b> Strausz -Hupe'nin başlangıç makalesi "Yarının Dengesi"nde savunuldu. SSCB'nin çöküşünden sonra, "Yarının Dengesi" Orbis'in 1992 kış nüshasında tekrar yayınlandı, o dönem editör <b>Daniel Pipes</b>'tı. Pipes'a göre, girişte de bahsedildiği gibi, Strausz Hupe,'nin tezinin tekrar yayınından maksat FPRI'nin emperyal kuruluş amacına iman tazelemekti.<br />
Pipes, yeni dünya düzeninin, bir Amerikan dünya egemenliğine bağlı olarak, şimdi her zamankinden daha çok gerektiğini yazdı; amaç "Batı kültürünün ve insanlığın bekasını sağlamak"tı. Karşı düşman "<b>Asya halklarının siyasi uyanışı</b>" ile büyüyen tehditler ve kitle imha silahlarını elde etmeleriydi. Böylece FPRI, özellikle <b>"Uygarlıklar Çatışması</b>" savaş tahrikçiliğine yazıldı, bu <b>Samuel Huntington ve Bernard Lewis</b> tarafından enstitünün danışman heyetinde açıklandı.<br />
Strausz -Hupe'nin 1957 "Geleceğin Dengesi" makalesi özetle der ki:<br />
"ABD'nin önündeki mesele dünyayı bu kuşak içinde liderliği altında birleştirmektir. ABD'nin bu işi ne kadar çabuk ve etkin yapacağı ABD'nin bir lider güç olarak devamını, muhtemelen Batı kültürünün devamını ve yine muhtemelen insanlığın devamını etkileyecektir."<br />
"...Bu iş yakın gelecekte bitirilmelidir, bunun iki baskın gerekçesi vardır:<br />
1) Asya halklarının politik uyanışı ve büyük nüfus artışı uluslar arası ve bölgesel güç dengesini değiştirmekte ve bölgesel ve uluslararası çatışma ve savaşların haberciliğini yapmaktadır.<br />
2) Görülebilir gelecekte ABD, Rusya ve İngiltere dışında başka birkaç ülke daha nükleer ve diğer kitle imha silahı sahibi olacaktır. "<br />
"...Böyle bir evrensel düzenin kurulması şimdi anarşiye ve insanın mağaralarını terkettiği günden beriki kazanımlarının yokoluşuna tek alternatiftir. Buradaki tek soru, kendi suret ve hakimiyetlerinde evrensel düzeni gerçekleştirecek milletin kim olduğudur...."<br />
"... Millilik bu yüzyılın en güçlü gerici kuvvetidir... o şiddet ve dikta okulu olmuştur. Dar görüşlüdür; modern teknolojinin istek ve vaadlerini ihmal eder; mal ve fikirlerin değiştokuşuna engeldir; böylece ekonomik ve kültürel gelişimi durdurur."<br />
"...ABD şimdi tarihi zorunlulukla karşıkarşıyadır. ABD federal l iktidarın tek sahibi olarak ayaktadır. Tek soru şudur: ABD yapılması gerekeni yapacak mıdır?..."<br />
"Gelecek dünya düzeni Amerikan evrensel imparatorluğu mudur? Bu olmalıdır -öyle ki, Amerikan ruhunun damgasını taşımalıdır... Gelecek düzen tarihsel dönüşümde son aşamayı temsil edecek ve yüzyılın devrimci ilerleyişini taçlandıracaktır. Amerikan halkının misyonu milli devletleri gömmek, onların kalan halklarını daha büyük bütünlerde birleştirmek, ve elindeki güç ile yeni düzenin muhtemel sabotörlerini (onların insanlığa kokuşmuş bir ideoloji ve kaba kuvvetten başka sunacağı yoktur) caydırmaktır... Gelecek elli yılda gelecek Amerika'nındır. Amerikan imparatorluğu ve insanlık rakip değil ve fakat, barış ve mutluluk içindeki evrensel düzenin iki adı olacaktır. "Novus orbis terrarum" (yeni dünya düzeni)."<br />
Strausz -Hupe'nin FPRI misyonunu yazısındaki çerçeve ile onun <b>Isaiah Bowman</b>'dan destek görmesi birbiriyle tutarlıdır; bu kişi Albay edward House, Walter Lippmann ve Theodore Marburg'un "beyin tröstünde" önemli biri olup, bunlar Woodrow Wilson'un başkanlığını yürüttüler ve bir seri özel <b>Wall Street -Londra istihbarat halkasından</b> destek gördüler; "Inquiry" de (Soruşturma) bunların içindeydi. Bir yandan bir sağcı anti-komünist ideolojiyi savunurken, Strausz -Hupe H. G. Wells'in ütopist dünya federalist görüşünü temsil ediyor ve Amerikan cumhuriyetçi entelektüel geleneğinden nefret ediyordu.<br />
FPRI'nin misyonu, Strausz -Hupe'nin 1961'deki kitabı "Forward Strategy for America"da (Amerika İçin İleri Strateji) tekrar ele alındı; burada Varşova Paktı ve Sovyetler içinde saldırgan politik ve gizli operasyonları öneriyordu: "Hiç nedeni yokken", diyordu "objektif durum ele alındığında, Batı neden Komünist manevrayı neden engelleyip Soğuk Savaşı düşman topraklarında yürütmesin ve şimdi olduğu gibi kendininkini de yürütsün?"<br />
Harvard'ın İslam bilimcilerinden <b>Robert D. Crane</b> (CSIS - Center for Strategic and International Strategy kurucusu, Richard Nixon'ın birinci dışpolitik danışmanı (1963-68), ve Kissinger yönetimindeki Ulusal Güvenlik Konseyi yardımcı direktörü) Strausz -Hupe'nin ona önerdiği FPRI yönetim koltuğunu geri çevirdi. Ama öte yandan Strausz -Hupe'nin fikirlerini <b>Kissinger</b>'ın <b>Moskova ile ortak hakimiyet </b>kavramına (dünyayı iki kutuplu emperyal anlaşmalarla yönetmek) karşı ağırlık olarak kullandı. "Strausz -Hupe için", diye yazıyordu Crane, "Kissinger'ın tersine komünizm bir jeopolitik güç değil, bir şer imparatorluğudur. Strausz -Hupe bana 1965'te kurumuna gelecekteki halefi olarak katılma teklifi yaptığında, benden komünizmle uzlaşma gibi sahte kabuller (sahte tanrılar) hakkında bir de kitap yazmamı istedi. Bu fikirler Kissinger'ın gözetiminde bir "ortak hakimiyet" (condominium) stratejisi ya da dünyanın çift kutuplu kontrolü ile ilgili olarak yerleştiriliyordu." Crane dikkatliydi, "Londra ve diğer yerlerdeki global strateji konseylerine katılmamış olmakla birlikte, Strausz Hupe hiçbirzaman düzenin iç mahfillerinden uzak kalmamıştır... Yine de Strausz -Hupe pragmatik güç sahiplerinin çevrelerine girip çıkmıştır; belki de nihai hedefi Kissinger'ınkiyle aynıydı; yani <b>global gücü Amerika'daki elit düşünceyi kontrol ederek kontrol etmek.</b>.. Strausz -Hupe'nin dehası... onun bu kaos güçlerine karşı "uzatılmış çatışma"yı kazanmak için "ileri stratejisi"nde yatar." FPRI, ayrıca Amerikan siyasi aygıtı içindeki kimi lider sağ Siyonist şebekelere de yataklık yaptı ve İsrail'in "güvenilmez müttefik" savaş kışkırtma yeteneğini de kendi "ileri stratejisine" dahil etti.<br />
Foreign Affairs'in Yaz 1993 nüshasında Samuel Huntington'un makalesi "Uygarlıklar Çatışması" çıktıktan aylar sonra, Middle East Forum (Ortadoğu Forumu - 1990'da FPRI'ye bağlı birim olarak kuruldu), "Middle East Quarterely" adlı yayınını çıkardı, bu derginin amacı <b>İslam'</b>ı düşman bir güç olarak sunmak ve Huntington'un Ortadoğu politikasını desteklemekti. Pipes "Middle East Quarterely"nin editörüdür. Middle East Forum 1994'te "yarı bağımsız" statüye kavuştu, ama Pipes FPRI'nin direktörü olarak kaldı.<br />
FPRI ve Middle East Forum, Amerikan Kongresi'ne, federal makamlara, think -tank'lere ve çeşitli ulusal ve uluslar arası medyaya "akademik" araştırmalar, raporlar ve görüşler sunmakla sorumludur. Tüm çalışmalarda konu aynıdır: İslam düşmandır, ve Amerika tüm Ortadoğulu ve Afrikalı güya Batı ile harpte olan "terörist rejimlere" karşı çıkmanın ve askeri seferin sorumluluğunu almalıdır.<br />
FPRI ayrıca <b>Çin</b>'i ABD'nin <b>bir sonraki büyük düşmanı</b> gösteren kampanyanın da merkezidir ve Clinton yönetimine karşı yapılan "Chinagate" saldırılarına da üs olmuştur. Çin'le kaçınılmaz bir savaş kampanyasının temelini 1997'de yayınlanan "The Coming Conflict With China" (Çin'le Gelecekteki Çatışma) kitabı teşkil eder; yazarlarından biri FPRI'den Ross Munro olup, aynı zamanda 1990-97 FPRI Asya Program direktörüdür. Kitaba göre ABD'nin Çin politikasını belirlemedeki Çin'in başarısının önemli bölümünün müsebbibi Amerika'daki "Yeni Çin Lobisi"dir. Oysa, eski bir ABD hükümet görevlisi olup Çin'le ticaretten kar edenlerin başında <b>Alexander Haig</b> gelir, o da FPRI mütevelli heyeti üyesidir. Haig son sözü söyler ve Munro yeni bir iş arar.<br />
<b>Kilit Personel:</b><br />
<b>Daniel Pipes:</b> Direktör (1986-1993). Middle East Forum'un da direktörüdür (1993 -bugün); Hollinger Corp.'un gazetesi "Jerusalem Post" ve Rupert Murdoch'ın "New York Post"unda köşe yazarı, Harvard Üni.'den Ph.D. sahibi, 6 yıl yurtdışında okudu (Mısır da dahil), Chicago Üni.'de, Harvard Üni.'de ve ABD Deniz Harp Koleji'nde (US Naval War College) ders verdi; Dışişleri ve savunma bakanlıklarında görevler aldı, eski Fulbright Board yabancı burs kurumunun başkanı (1992-93); Savunma Bakanlığı "Özel Terörizm Teknolojisi Görev Gücü" üyesi (Special Task Force on Terrorism Technology), ve CFR (Council on Foreign Relations) üyesi.<br />
<b>Ronald S. Lauder:</b> Estee Lauder kozmetik imparatorluğunun mirasçısı, Ariel Sharon'un ve Benjamin Netanyahu'nun öndegelen finansçılarından olup, Ronald Reagan dönemi ABD'nin Avusturya büyükelçiliğini yapmış; bu makamı kullanarak, Dünya Yahudi Kongresi (World Jewish Congress) başkanı Edgar Bronfman'la birlikte, Avusturya Cumhurbaşkanı Kurt Waldheim'e karşı kampanya yürütmüştür, eski Yahudi -Amerikan örgütleri başkanları konferans başkanı; gelecekte Bronfman'ın yerine WJC (Dünya Yahudi Kongresi) başkanlığı bekleniyor.<br />
<b>Alexander M. Haig, Jr</b>.: Eski Nixon Beyaz Saray yardımcısı (Kissinger'ın emrinde); burada Watergate'teki "derin gırtlağın" o olduğundan kuşkulanılıyor; eski NATO müttefik kuvvetler komutanı, Reagan dönemi dışişleri bakanı, 1982'de İsrail'in Lübnan istilası sırasında Ariel Sharon'la işbirliği ile işine fesat karıştırmaktan kovuldu, daha sonra Kissinger'la İtalya'daki P2 Mason Locası skandalına da karıştığı anlaşıldı.<br />
<b>James Courter</b><br />
<b>Midge Dexter</b><br />
<b>Samuel P. Huntington</b><br />
<b>John F. Lehman</b>, eski Donanma Bakanı<br />
<b>Bernard Lewis</b><br />
<b>Martin Peretz</b>, "The New Republic" editör ve yayıncısı; eski Harvard profesörü, Al Gore'un akıl hocası ve finansörü Donald H. Rumsfeld, Savunma Bakanı Richard Thornburgh, eski Pennsylvania valisi, Başkan Reagan ve Başkan George Bush (baba) dönemi adalet bakanı, "Thornburgh doktrini" ile maruf, buna göre Amerikan yasalarının dünyanın heryerinde geçerliği vardır.<br />
<b>R. James Woolsey</b>, ilk Clinton dönemi CIA direktörü; Irak'a savaş savunucusu ("2 Dönem" ya da "Terörizme Savaş")<br />
<b>Faaliyetler:</b><br />
Pipes'ın yanısıra FPRI'nin başka bir önemli sözcüsü de<b> Steven Emerson'</b>dur. Emerson FPRI'ce desteklenerek <b>"Muhammed'in Ordusu: İslami Fundamentalizmin Yükselişi" </b>(Mohammed's Army: The Rise of Islamic Fundamentalism) kitabını yazdı. FPRI araştırmacısı MEF editör kurulu üyesi Khalid Duran, Emerson'la birlikte "<b>Amerika'da Cihat</b>" (Jihad in America) adlı videoyu hazırladı; video TV kanallarında yayınlandı ve İslam'ı düşman olarak tanıttı. Diğer FPRI çalışan ve üyeleri arasında sıksık medyaya çıkıp Ortadoğu ülkelerine karşı geniş askeri harekat isteyen Laurie Mylorie ve David Wurmser da vardır, ikisi de aynı zamanda American Enterprise Institute üyesidir.<br />
FPRI "11 Eylül Sonrası Dünya" (The World After September 11) adlı aylık kurslar ve yine "Savaş ve Terörizm" konulu aylık brifingler vermektedir.<br />
17 Ocak 2002'de FPRI 5. Yıllık Strausz -Hupe Semineri'ni sunmuş, burada yazar <b>Robert D. Kaplan</b>, kitabı "Savaşçı Politikası" (Warrior Politics) üzerine konuşmuştur (Kaplan bir FPRI konuk eğitimcisi ve FPRI toplantılarının önemli konuşmacısıdır). Kitabında Strausz -Hupe'nin iddiası olan global bir imparatorluk gereğini savunmuş, milli devlet sistemini dağıtmak için Kaplan "<b>yeni bir pagan ahlak</b>" gereğini savunmuştur; bu onun Wells'çi dünya diktatörlüğüne giden emperyal militarist politikalarına gereklidir.<br />
FPRI ve MEF'in şimdiki hükümet görevlileri ile bağları önemlidir. Eski bir FPRI yönetim kurulu üyesi olan Donald Rumsfeld, şimdi savunma bakanıdır. FPRI, (eski ç.n.) Savunma Politik Kurul başkanı Richard Perle'i de desteklemektedir. FPRI'nin web sitesinin yayınladığı e -notalar içinde 30 Kasım 2001'deki "Sonraki Durak: Irak" idi, <b>Richard Perle</b> tarafından yazılmıştı.<br />
MEF 2002 brifinglerini 22 Ocak 2002'de başlatmış ve Perle konuşmacı olarak ABD'nin önündeki savunma sorunlarını ele almıştır. Eski FPRI kurulu üyesi ve Asya uzmanı <b>Dov S. Zackheim</b>, şimdiki savunma bakan yardımcısı (kontrolörü) ve savunma bakanlığı baş muhasibidir.<br />
FPRI/MEF'in bir uydusu da <b>ABD Özgür Lübnan Komitesi</b>'dir (United States Committee for a Free Lebanon - USCFL). Daniel Pipes burada da yayın organı "Ortadoğu İstihbarat Bülteni"nde (Middle East Intelligence Bulletin) danışmanlık yapmaktadır. Aşırı sağ bir örgüt olan bu kurumun İnternet sitesi "Dünya'da Ençok arananlar - Terörizmin Devlet Destekçileri" başlığıyla açılmakta, İran'dan Ali Hameney, Irak'tan Saddam Hüseyin, Suriye'den Beşşar Esad, Libya'dan Muammer Kaddafi, Küba'dan Fidel Castro, Kuzey Kore'den Kim Jong -il, Sudan'dan Ömer Beşir ve Afganistan'dan Usame bin Ladin'in resimleri yeralmaktadır. (1)<br />
Web sitesinde, ayrıca tüm dünyadaki terör ve ihtilal gruplarının bir listesi verilmektedir. USCFL üyeleri Altın Halka destekçileri arasında Richard Perle, David Wurmser, Daniel Pipes ve diğer FPRI ve MEF üyeleri vardır (bkz. http://www.freelebanon.org .)<br />
FPRI ve MEF doğrudan Washington Institute for Near East Policy (Washington Yakın Doğu Politika Enstitüsü - <b>WINEP</b>) ile muhataptırlar. Bu kurumun idari heyetinde Mega komitesinin birkaç üyesi oturmakta olup, aralarında <b>Edgar ve Charles Bronfman ve Max Fisher</b> vardır. WINEP'çe, 1985'teki başlangıcından beri yayınlanmış 56 politik makaleden neredeyse üçte biri FPRI, Orbis, MEF ya da Middle East Quarterely editör ya da kurul üyelerince yazılmıştır.<br />
<b>Patrick Clawson</b> (daha önce IMF ve Dünya Bankası'nda çalıştı) WINEP'te araştırma direktörüdür. Kendisi FPRI'de öndegelen bir üye ve Pipes'ın Middle East Quarterely'sinde şef editördür; Orbis'teki editörlüğü de devam etmektedir. <b>Martin Kramer,</b> üç kez WINEP'te araştırmacı olmuştur ve Middle East Quarterely'nin editörüdür.<br />
<b>FPRI'nin finansı:</b> (IRS (2) 990 formlarına göre - 1985 -2000)<br />
Bradley Foundation (21 bağış) 1,373,600 $<br />
Sarah Scaife Foundation (15 bağış) 1,070,000 $<br />
Carthage Foundation (2 bağış) 75,000 $<br />
Olin Foundation (17 bağış) 995,000 $<br />
Smith Richardson Foundation (2 bağış) 97,500 $<br />
Toplam: (57 bağış) 3,513,600 $<br />
<b>Not:</b> The Middle East Quarterely, Bradley Foundation'dan 130,000 $ tutarında bağışı 1996-98 arası aldı (IRS 990 formlarına göre). WINEP 6 bağışı (574,509 $) Smith Richardson Vakfı'ndan ve Bradley Vakfı'ndan aldı (IRS 990 formları, 1992-2000).<br />
<b>Kaynak:</b> Zbigniew Brzezinski and September 11th, February 2002,<br />
<b>EIR Special Report </b><br />
<b>Notlar:</b><br />
1-Bilgiler 2003 yılına aittir ç.n.<br />
2-IRS: Internal Revenue Service: ABD Vergi Dairesi<br />
3- Eski CIA Ankara istasyon şefi - ç.n.<br />
Kaynak: YARIN Dergisi, Haziran 2004<br />
Çeviren: Altay Ünaltayaltay ünaltayhttp://www.blogger.com/profile/01074664679964606101noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3211112078332654001.post-68387904412508423082009-04-16T11:18:00.003+03:002011-09-22T16:14:39.166+03:00RES PUBLICA<div class="ArticleTitle"></div><div class="ArticleDate"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjR50mKGUIgMRqJhj6QCBb3HBsz84Jce0Jr69bor3lzCL7qp2ABV1YUV9jTBQbpxrpvJb-Q13OhF7DFOhwAY0YJ-7Sd8Vl9sN1eqYpddMTYCmpo3IelpIUvBwM1rc7OUKR5RJIHhX4kJp4/s1600/Image5.JPG" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjR50mKGUIgMRqJhj6QCBb3HBsz84Jce0Jr69bor3lzCL7qp2ABV1YUV9jTBQbpxrpvJb-Q13OhF7DFOhwAY0YJ-7Sd8Vl9sN1eqYpddMTYCmpo3IelpIUvBwM1rc7OUKR5RJIHhX4kJp4/s1600/Image5.JPG" /></a>16 Nisan 2009</div><div class="ArticleDescription">Latince bir tabir olan “res publica” kelime anlamıyla “kamu malı” ya da “halkın malı” anlamına gelir. Batı dillerindeki “republic” yani cumhuriyet bu tabirden türemiştir.<br />
<a name='more'></a></div><br />
Yazımıza bir küçük kıssa ile başlayalım: Malum hikayedir, büyük ermişlerden bir kişi bir sabah dergahına gelerek oradakilere hitabeder: "Ey insanlar dün gece rüyamda bana Cehennem gösterildi." - "Anlat," derler diğerleri, "ne gördün, orada dedikleri gibi ateşler ve o ateşte yananlar var mı?" - "Hayır," der ermiş kişi "öyle şey yok. Ama büyük ve uzun bir sofra gördüm. Cehennemlikler karşılıklı bu sofraya oturtulmuşlardı. Önlerinde birbirinden güzel yemekler vardı. Hepsi de açtılar. Gel gör ki, kollarına uzun saplı kaşıklar bağlanmıştı. Kaşıkların sapı o kadar uzundu ki, yemeklerden alamıyor, aldıkları yemekleri de ağızlarına götüremiyorlardı. Sonuçta aç ve perişan bir halde o sofrada, birbirinden güzel yemeklerin önünde oturmakta idiler." Kalabalık hayret nidaları ile mırıldanırken ermiş oradan kalkar ve gider.<br />
<br />
Ertesi gün tekrar dergaha gelir ve yine konuşur: "Ey insanlar dün gece rüyamda bu kez de bana Cennet gösterildi." - "Anlat," derler diğerleri, "ne gördün, orada dedikleri gibi Huriler, şarap kadehleri ve altın tahtlar var mı?" - "Hayır," der ermiş kişi "öyle şey yok. Ama büyük ve uzun bir sofra gördüm. Cennetlikler karşılıklı bu sofraya oturtulmuşlardı. Önlerinde birbirinden güzel yemekler vardı. Gel gör ki, kollarına uzun saplı kaşıklar bağlanmıştı. Kaşıkların sapı o kadar uzundu ki, yemeklerden alamıyor, aldıkları yemekleri de ağızlarına götüremiyorlardı. Ama herkes karşısındakinin önündeki tastan uzun kaşığıyla yemek alıp ona yediriyor, karşıdakiler de berikileri böyle besliyorlardı. Bütün gün birbirinden güzel yemekler yiyerek bitmez bir ziyafet ve zevk-u safa içinde yaşamakta idiler."<br />
<br />
Diğerinin hakkını korumak toplum hayatının da, devlet düzeninin de başlangıcı olsa gerektir. Belki bugünün bir kasırga şiddetinde esen (ve onun kadar da zarar veren) bireysel başarı ve bireysel fayda rüzgarlarının ikliminde "diğerinin hakkı" bahsi çok eskilerden kalma bir türkünün kulaklardaki etkisini yapabilir. Ama globalizmin ahlaki <i>göreceliği</i> ve kafa karışıklığı çağında dünyamızı sağlam temeller üzerinde yeniden inşa etmeye başlamak için unuttuğumuz bazı şeyleri hatırlamaya ihtiyaç var.<br />
<br />
Latince bir tabir olan "<b>res publica</b>" kelime anlamıyla "kamu malı" ya da "halkın malı" anlamına gelir. Batı dillerindeki "republic" yani <i>cumhuriyet</i> bu tabirden türemiştir. İşte bu anlam kökeni nedeniyle de "res publica" diğergam ahlaktan sağlıklı topluma giden yolda bir kavşak teşkil eder. Diğerinin hakkını korumak ile başlayan toplumsal ahlak, toplumun birçok "diğer"lerden oluşması nedeniyle gelişir ve tüm diğerlerinin ortak hakkı olan "res publica"nın korunmasında ideale ulaşır.<br />
<br />
Bugünün toplumsal ahlakını gözden geçirdiğimizde res publica'nın korunması konusunda pek içaçıcı bir durumda olmadığımız ortadadır. Ülkemiz mali skandallar, devlet bütçesinden sorumsuz harcamalar, bunun sonucu içine girilen dış borç-faiz şeytani döngüsü nedeniyle bunalımdadır. Aslında bu sorunların içinden nasıl çıkılacağı bilinmektedir; eksik olan bunu yapmak ya da yapmayı dert edinmektir. Ama insanlar bunu niye dert edinsin ki? Nihayet res publica kendi malları değildir; kendi mallarını korurken gösterdikleri özeni burada göstermeleri için geçerli bir sebep var mıdır? Bir küçük ahlak felsefeleri tarihi araştırması ile bu sorumuza cevap arayalım.<br />
<br />
Araştırmamızda inceleyeceğimiz ahlak felsefelerinin sıralaması tarihi sıra itibariyle doğru değilse de mantıki sıra itibariyle doğrudur. Bu anlamda üç ahlak felsefesini kısaca ele alacağız: <b>Hedonizm, Epikürizm </b>ve<b> Sokrat </b>ahlakçılığı.<br />
<br />
Hedonistle<b>r</b>, hayatın insana mucizevi bir armağan olduğunu, dolayısıyla her anını zevk alarak değerlendirmek gerektiğini iddia ettiler. Hayatın amacı maksimum haz almak idi ve bu hayat denen armağana saygının gereği idi. Dolayısıyla ahlaklı insanın görevi bütün hayatını haz peşinde harcamaktı. Ancak sürekli haz peşinde koşmanın hazza ulaşmak bir yana felaketler getirdiğinin anlaşılması çok uzun sürmedi. <br />
Filozof Epikür, dengeli bir hayatın önemini vurguladı. İnsan sürekli haz peşinde koşmaz ise sonuçta gelecek felaketlerden kendini koruyabilirdi. Bu aydınlanmış egoizmin yolu oldu. Buna bir örnek verirsek: İnsan bütün vaktini zevk peşinde para harcamaya ayırırsa bir süre sonra parası tükenir ve acınacak bir hale gelir. Ahlaklı insan zevkleri için para harcadığı kadar; bu parayı kazanmanın sıkıntıları için de hayatında vakit ayırmalıdır. <br />
Ancak insan toplumsal bir hayvandır. İhtiyaçlarını toplum içinde karşılayabilir ve hayatını koruyabilir. Sadece kendini düşünerek düzenlenmiş bir hayat insanın muhtaç olduğu toplumun bekasını garantiye almaz. İnsanın toplumu korumak için fedakarlıklar yapmasının gerektiği zamanlar olacaktır. Belki bu da bir dereceye kadar Epikürizm içinde açıklanabilir; ama ya insandan toplumu korumak için canını vermesi istenirse?<br />
<br />
"At sineği" Sokrates inandığı doğrular için canını verdi. Ünlü savunmasında devletin dev bir öküz, kendisinin de onu harekete geçiren at sineği olduğunu söylemişti. Devletin, idam etmek bir yana, kendisini doğrularla uyardığı için onu ödüllendirmesi gerekiyordu. Ona göre o doğrular Atina toplumuna hava, su ve ekmek kadar gerekliydi. Ancak bu fedakarlığın "Öteler" düşüncesi olmadan yapılabilmesi pek mümkün değildir. Belki hayatın zorunluluklarını kavrayan filozoflar böylesi fedakarlıklara "Öteler"i düşünmeden de katlanabilirler; ancak bunu meslekten filozof arkadaşları dışında halkın başka kesimlerine anlatabileceklerini ve onları inandırabileceklerini sanmıyorum. Bir toplumda sadece filozofların fedakarlığı da yeterli değildir. Bunu bilen Sokrates'in öğrencisi Eflatun "Er miti" gibi efsaneleri felsefi külliyatına ekleyerek insanlara bu dünyanın "ötesinde" bir hesap vereceklerini anlatmaya çalıştı.<br />
<br />
Bugüne dönersek toplumumuzun "Epiküryen" bir <i>aydınlanmış egoizm</i>in gereklerini sıkı sıkıya yerine getirdiğini görüyoruz. Herkes kendi menfaati için var gücü ile uğraşmakta ve mülkünü de dikkatle korumaktadır. Bugünün globalizm rüzgarlarının bireyciliği de bunu körükleyen bir başka faktördür. Ancak "res publica" sahipsizdir. Ona sahip çıkacak bir <i>Öteler</i> düşüncesine ihtiyaç vardır.<br />
<br />
Bu noktada kendi "Öteler" geleneğimize dönüp bakarsak bir tarihi yanlışı da burada vurgulamakta fayda vardır. Emevilerin "res publica"yı (Aslında bu tabir modern cumhuriyetlerin ortaya çıkışından daha eskidir ve devleti vurgulamak için daha 17. y.y. Batı literatüründe kullanılıyordu) gaspetmeleri nedeniyle fakir düşen halkı korumak için bir kısım İslam alimleri "kamu malını çalana şeri hadd cezası uygulanmaz, çünkü aldığında kendi hakkı da vardır, dolayısıyla durum şüphelidir," şeklinde bir görüş belirtmişler; ama bu anlayış gelenekleşerek yüzyıllar sonra bugün karşımıza "res publica"nın talanı şeklinde çıkmıştır. <br />
Bu bakış açısı belki ilk bakışta tuhaf gelebilir; ancak bu res publica'yı yağmalayan "işini bilenlerden" tanıdığınız varsa bir sorun; bir insanın evine girmek, ya da sokakta yolunu kesip malını çalıp götürmek olacak şey midir? Hepsi buna şiddetle itiraz edecektir. Gerçekten de hayatlarında böyle şeyler yapmamışlar ya da yapmak akıllarından geçmemiştir. Ama "res publica" geleneğimizde "şüpheli maldır", onu almak öbürü kadar ayıp ya da günah değildir. O halde bu görüşün değiştirilmesi için bu konudaki görüş sahiplerinin ciddi çabalar sarfetmesi gerekiyor. Bundan sonra artık "res publica"ya el uzatmak büyük günah ilan edilmeli ve bu anlayışı yerleştirmek için mücadele edilmelidir.<br />
<br />
Bütün bunlar gösteriyor ki, "res publica" ya da artık adını açıkça söylemek gerekirse <b>cumhuriyet, din olmadan yaşayamaz</b>. O halde laiklik, din devleti, dini hukuk, modern hukuk, cumhuriyet, hilafet vs. tartışmalarının bataklığına mı düştük ve yine burada mı boğulacağız?<br />
<br />
Belki de hayır. Eğer cumhuriyeti özgürlük olarak kabul edersek, ki öyle kabul etmemiz gerekir, 19. y.y. Fransız düşünürü Alexis de Tocqueville'in Amerika'da dinin işlevini incelediği "Amerika'da Demokrasi" adlı kitabında şu söylediklerine kulak verebiliriz: "Özgürlük için din, gelişmesinin beşiğini bulduğu yerdir ve din ise özgürlüğün korunmasını kendi ilahî çağrısı addeder. Bundan ötürü, özgürlük ve iman asla çatışmamışlardır." <br />
Dinin bir baskı aracı değil özgürlüğün bekçisi olması ve özgürlüğün de dini inancın yeşerdiği tarla olması mümkün müdür? Buna özgürlükçü cumhuriyetçiler ve dindar cumhuriyetçiler birlikte karar verecektir. Tabii bunun için "res publica"nın da kelime anlamında halkın olması gerekir, ki cumhuriyet özgürlük olsun. Eğer "res publica" bu halden çıkıp <b>bir zümrenin mülkü</b> haline dönüşürse eski hüküm avdet eder: "<i>Kamu malını çalana şeri hadd cezası uygulanmaz, çünkü aldığında kendi hakkı da vardır, dolayısıyla durum şüphelidir.</i>"altay ünaltayhttp://www.blogger.com/profile/01074664679964606101noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3211112078332654001.post-91871007946344676902008-10-24T11:24:00.001+03:002011-09-22T16:14:39.166+03:00İslam ve İktisat üzerine tartışma notları<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhFig98NHCtbfd8vPrxXdjUdGXcFoQ0c9wvfubpqiYc92WkLY9tX5ad5vKxO1Gq1PhmM_t98Q4HkrnFQZWXOOjlWnwS5AfestROVvhPNvBLEgN7CIF06Qmj_MZDWvpD5RFmZwKDhZWkSV4/s1600/Image7.JPG" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhFig98NHCtbfd8vPrxXdjUdGXcFoQ0c9wvfubpqiYc92WkLY9tX5ad5vKxO1Gq1PhmM_t98Q4HkrnFQZWXOOjlWnwS5AfestROVvhPNvBLEgN7CIF06Qmj_MZDWvpD5RFmZwKDhZWkSV4/s1600/Image7.JPG" /></a></div><br />
BBC World yapımı bir program: "Amerika'da İslam". Program kendi halinde Amerikalı Müslümanlardan (ülkemizde de ilgi ile karşılanan) komedi şovu "Allah Made Me Funny" ("Allah Beni Komik Yarattı")ya dek Amerikalı Müslüman hayatlar ve simaları ekrana getiriyor. Kaliforniyalı genç, yağız ve yakışıklı bir Müslüman son derece kendinden emin konuşuyor: "Amerika'nın hayalleri ile İslam'ın hayalleri arasında bir karşıtlık yoktur. İslam kapitalist bir dindir."<br />
<a name='more'></a><br />
<br />
"Rızkın onda dokuzu ticarettedir" sözünün söylendiği Mekke – Medine İslam toplumunun ilk günlerinden bugüne dek 1400 küsur senelik bir zaman geçti. İslam'ın bu tarihi seyrinin sonunda geldiği noktanın, bugünün çağdaş küreselci kapitalist dünyası ile denk düştüğü, bu postmodern dünyaya, İslam'ın başörtüsü, günde beş vakit namaz ve Ramazan orucu (ki bunları asla küçümsüyor değiliz!) dışında artık teklif edecek bir şeyi kalmadığı sonucuna mı vardık? O halde AKP siyasi çizgisi yerinde midir? Bilakis AKP'nin ABD ve Avrupa ile işbirliği siyaseti daha da cesaretlendirilmeli ve ona hız mı verilmelidir? Bu durumda İslam, hiç değilse, "diyalog kardeşleri" Yahudilik ve Hıristiyanlıkla birlikte "Postmodern Uygarlık Müzesi'nde" kendi "müstesna pavyonuna" sahip olabilecek midir?<br />
Ya da İslam yaşayacak ve iddia sahibi olacaksa, bizim yeni bir perspektife, kınayıcının kınamasından korkmayan cesur fikirlere mi ihtiyacımız var?<br />
Mekke ve Medine'ye inen ilk Kuran vahyi ekonomik faaliyetin büyük oranda deve kervanlarıyla yapılan ticaretten ibaret olduğu ve servetin böyle elde edildiği tüccar bir topluma inmişti. Vahyin dilinden de bunu anlamak mümkündür: İnsanlar "hayırlı bir ticarete" çağırılır, Allah'a "güzel bir borç vermeleri" istenir, Allah'ın müminlerin "canları ve mallarını Cennet karşılığı satın aldığından" söz edilir. "Müflis" kişinin dünya hayatında çok sevab elde ettikten sonra Mahkeme-i Kübra'da, üzerine hakkını aldığı diğer kişilere kendi sevab yükünün nasıl parça parça dağıtılarak sonunda elinde hiçbir şey kalmadığı anlatılır. Şüphesiz bunların anlatıldığı bu toplumda "rızkın onda dokuzu ticaretten" idi…<br />
Kur'an'da ifade edilen bu deyimler, o toplumun hayatında baskın yer işgal eden ticaretten, dolayısıyla kendi gündelik hayatlarından alınmış örneklerdi. Bu sayede ilk Müslümanlar ne kastedildiğini derhal anladılar.<br />
Hicretten birkaç on yıl sonra ise tüccar bir şehir toplumu şeklindeki İslam cemaati geniş fetihler sayesinde dev bir tarım imparatorluğuna dönüştü. Devir Hz. Ömer devriydi. İktisat baş döndürücü şekilde biçim değiştirmişti; gelinen bu noktada İslami mesajın ve hukukun bu yeni duruma uyarlanması gerekiyordu. Bu yeni durum, birçok başka cesur değişiklikle başarıldı. En önemli örnek, Hz. Ömer'in fethedilen arazileri gaziler arasında ganimet olarak bölüştürmeyip kamu malı sayarak bu konudaki ayetin lafzına açıkça aykırı bir karar alması ve bu konuda sahabenin eleştirilerini de cesaretle göğüslemesidir. Çünkü biliyordu ki, asıl kendi yaptığı "mekasid-i şeria"ya uygundu; her ne kadar "lâfzî hükümle" çelişiyor görünse de.<br />
Ömer bunu yapmasaydı ne olurdu? Geniş tarım arazileri ve hatta üzerindeki köylüler bir azınlığın malı haline gelir; Avrupa Ortaçağ'ında görülen feodalizmin aynısı İslam devletinde de cari uygulama olurdu. Ama o İslam toplumunu bu açık adaletsizliklerden korudu. Kendisine çıktığı bu yeni yolda ilham veren ise "mal içinizden yalnız zenginlerin arasında dönen bir düzen olmasın" ilahi emri oldu. Kurduğu adil düzen Emeviler iktidara gelene dek sürdü ve onu tarihte adaletin timsali haline getirdi.<br />
Yüzyıllar sonra Selçuklu ve Osmanlı imparatorlukları da o dönemden aldıkları ilhamla bir "ikta düzeni" kurdular. Osmanlının son dönemlerinde bu düzen dejenere oluncaya dek güçlü ve adil bir toplumsal yapının ekonomik altyapısını oluşturdu.<br />
Karl Marx, Osmanlı ve diğer Doğu imparatorluklarındaki bu merkezi devlet gözetiminde sürdürülegelmiş toprak düzenine “Asya Tipi Üretim Tarzı” (ATÜT) diyerek onu Ortaçağ Avrupası'nın feodal toprak düzeninden ayırır. Batı'da feodalizmi yıkarak yerine geçen Burjuva, feodal ağaların serf (köle) adı verilen köylüleri, üzerlerinde yaşadıkları topraklarla birlikte mülk edinerek, soyup emeklerini yağmalamasını ve bu yolla zenginlik biriktirmesini, hızla kendi kapitalist üretim düzenine uyarlayarak, atölye ve fabrikalara yığdığı topraksız-yurtsuz köylü sürülerinin (proleter) emeğini aynı derecede acımasızca yağmalayarak yükselmiş; ancak Doğu'da merkezi devlet eliyle iyi-kötü adil şekilde bölüştürülmeye çalışılan toplumsal hâsıla bir servet birikimi geleneği oluşturmadığı için ülkemiz de dâhil birçok Doğu-İslam ülkesi modern kapitalizme adapte olamamıştır.<br />
Kimilerine göre tarih öncesi, premodern ya da Doğu'nun makûs talihi olarak görülen bu sosyopolitik gelenek tarihimizin emek ve insan yağmasına büyük çapta yabancı olduğuna bir kanıt olsa gerektir. Ama biz öykümüze geri dönelim.<br />
Tarım imparatorlukları dönemi yüzlerce yıl sürdü; ancak sonunda 18. - 19. yy.lar geldi çattı. O dönemde İslam uygarlığı tekrar ilk dönemlerindeki kadar muazzam bir değişimin meydan okuması ile karşı karşıya kaldı: Sanayi devrimi.<br />
Ne yazık ki bu kez uygarlığımız genç zamanlarındaki gibi bir çevikliğe ve meydan okumaya karşı çıkacak enerjiye sahip değildi. İçinden cesur reformcular da çıkaramadı, çünkü skolastisizm tüm ufukları karartmış, içtihat kapısı kapanmış, düşünce donmuş, ilmi faaliyet şerhler ve haşiyelerden ibaret kalmıştı. Zaman zaman bu alacakaranlık içinde parıldayan kimi şahsiyetler ortaya çıksa da bunların çabaları münferit olaylar olarak kaldı, onların yaydığı ışık genele aksedemedi. Bugün biz bu 200 yıllık sıkıntıları yaşıyoruz.<br />
Orijinal bir çözüm geliştiremeyince bize de yapılanları taklit etmekten başka bir yol kalmadı. Neticede İslam toplumlarının aydın-elit kesimi hemen hemen her yerde ikiye bölündü: Batıcılar ve Gelenekçiler.<br />
Batıcılar uygarlığın doğusu ve batısı olmadığını, şu an uygarlık meşalesinin Batı'nın elinde olduğunu, öyleyse geri kalmamak ve yok olmamak için bunun aynen taklit edilmesi gerektiğini söylediler ve birçok ülkede gelenekçi aydın-ulema'daki tereddüt ve kararsızlıktan faydalanarak bu fikirlerini uygulamaya çalıştılar. Sömürgeciliğin boyunduruğundan kurtulduktan sonraki Kuzey Afrika, Balkan Müslüman toplumları, Türkiye, İran, Suriye, Irak ve önce Çarlık Rusyası sonra da Sovyet egemenliği altındaki, Kafkas ve Orta Asya Türk ve İslam beldelerinde Batıcılar ve gelenekçiler arasındaki çekişme yer yer açık bir çatışma boyutunu aldı; Batıcılar Gelenekçileri gerektiğinde şiddet kullanarak tasfiye etti.<br />
Ancak tasfiyeden sonra iktidarda rakipsiz kalmalarına, cüzi itiraz ve engelleme görmelerine rağmen Batıcıların planları toplumlarını kalkındırmak ve "çağdaş uygarlık seviyesine getirmekte" başarılı olamadı. Ortaya uygarlık köklerinden koparılmış, ama modern çağa da ayak uyduramamış muallakta toplumlar, yersiz yurtsuz aydın zihinler, kendi kültürlerinden utanan nesiller, sağlam köklere tutunamayan toplumsal ahlakın geçirdiği sarsıntılar nedeniyle türedi bir yağmacı lümpen-burjuva kesimi çıktı. Toplumsal ahlakın hukuk ve düzene mesnet teşkil etmesi görevi de geçirdiği sürekli sarsıntılar nedeniyle sekteye uğrayınca adalet, siyaset, eğitim ve iktisatta toplumsal kurumların yozlaşmaları kaçınılmaz oldu.<br />
Gelenekçi aydın ve ulema kesimleri bu menfi değişikliklere direndiler ve Batıdan tümüyle ithal edilerek bize aşılanmaya çalışılan bir kültür ve uygarlığın bünyemize uymayacağını her fırsatta haklı olarak tekrarladılar. Ancak onların yaygın toplumsal işlevleri genelde itiraz nokrasından ileri gidemedi; içlerinden çıkan "alternatif fikir" sahipleri ne toplumlarında ne de kendi fikir yoldaşları arasında yaygın bir olumlu etki yaratamadı.<br />
Herşeye rağmen Gelenekçi kesimin direnişi toplumlarında bir itiraz ve karşı iddia burcunu yükseltiyor ve bugün olmasa da yarın bu topraklardan insanlığın, artık herkesçe kabul edilen, felakete doğru gidişine dur diyebilme, ona başka yollar gösterebilme ümidini diri tutuyordu. Ülkemizde ve kimi başka İslam toplumlarında Gelenekçi kesimlerin de giderek bu direnişi terk ettiği ve Batılı toplumsal çözümlere kucak açmaya başladığının görülmesi, tarihimizde bir dönemin daha kapandığını simgeliyor. Acaba tarihin bundan sonraki seyri buradan nereye olacaktır? 200 yıldır direniş ve alternatif getirebilme adına yapılagelenler, belki mevzi ve kısmi başarılar getirebilmişlerse de, genelde yetersiz olmuşlardır; yoksa bugüne dek kalıcı sonuç verirlerdi. Bunu açık yüreklilikle kabul edelim. Öyleyse başta da söylendiği gibi kınayıcıların kınamasından korkmayan cesur fikirlere ihtiyacımız var.<br />
İktisat konusuna baktığımızda "Müslüman sermaye nasıl olmalıdır", "Müslüman işçi-işveren ilişkileri nasıl şekillenir", artık, ne yazık ki, kimi Gelenekçilerin de tekrarladığı "faiz ekonominin gereği midir" yoksa "faiz yasak ama rant helal midir", "zekat nelerden ödenir, neler zekata dahil değildir" gibi tartışmalardan öteye geçebilmeliyiz. Asli mesajımızı hatırlamalıyız.<br />
Bu dinin asli mesajı ve iddiası insanlar arasında kardeşlik ve barışı tam ve kesin olarak tesis etmek ve her türlü kulluktan kurtararak özgürleştirmektir. Özgürlük insanın iç ve dış korkularını yenmesi ile olur. Tanımlarsak <b>özgür kişi korkularını fethetmiş kişidir</b>. Artık davranışlarına korkuları değil, aklı yön verir.<br />
Dış korkular iki kaynaktan gelir:<br />
Önce Can-mal emniyetini tehdit eden siyasal zulüm... Bir hukuk güvencesinin olmadığı, baskı ve zulmün kişilere korku ile boyun eğdirdiği bir iklimde ne kişilik, ne özgürlük ne de iman gelişemez.<br />
Ve insanı rızk endişesine düşüren fakirlik. "Fakirlik küfre çok yakın geldi" demiş Peygamber. Kişi bu iki dışsal korkudan kurtarılmalıdır. Bu, bugün, başarılı ya da başarısız, her toplumsal düzenin iddiasıdır zaten.<br />
Ancak dış korkuların izalesi yeterli olmaz, kişiyi tam özgür kılmaz. Çözüm yarım kalmıştır. Çağdaş Batı toplumları bu dış korkulardan kurtulan nesillerin şımarıklık, tüketim, başıboşluk bencillik ve diğer ahlaki zaaflar ve sonunda gelen ruhsal huzursuzluklar, intiharlar ile malul nesilleri ile bu hale iyi bir örnek teşkil eder.<br />
Öte yandan, ancak kişinin dış korkularından kurtarılması ile kişi iç korkularıyla yüzleşebilir ya da ancak onların farkına varabilir: Varlık bunalımı, ya Sartre'ın “angoisses”ı , yok olma korkusu geçmiş ve geleceğini sorgulama, varlığına, benliğine, hayata bir anlam arama gibi.<br />
Öyleyse, kişi dış korkularından uygun bir toplumsal düzen ile kurtarıldıktan sonra iç korkularını tasfiye etmek üzere gönül huzuru ile Rabbine olan yolculuğuna başlar. Ve ancak O'nunla bir/birlikte olmak ya da "Ölmeden Ölmek"tir ki, insanı iç korkularından, ruhunun en derinliklerindeki o zehirli/Şeytani esaretten kurtarır; o artık özgür olur: “Kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur” (Ra'd: 28).<br />
O halde her türlü ciddi iddiadaki toplumsal düzenin kişiyi siyasal baskıdan ve rızk endişesinden azade kılması ciddiye alınabilirliğinin temel şartıdır. Toplumda, az da olsa kimilerinin siyasi baskı görmesinin ya da rızık endişesi çekmesinin normal olduğunu söylemek, bir siyasal düzen iddiasını, incelemeye bile gerek duymadan "usulen" adaylıktan düşürür.<br />
Öte yandan, Müslüman kardeşliği sınıflı toplumu kaldırmaz, çünkü “insanlar arasında üstünlük ancak takva iledir” ve “müminler ancak kardeştir”; oysa biz bugün sınıflı bir toplum olduk ve işçilerimizin geçim endişesiyle ezilmesi, asgari ücret denen bir toplumsal traji-komikliğin pençesinde yarı aç-yarı tok bir hayata mahkûm edilmesi, korkunç kötü çalışma şartlarına bile razı iken güvenlik tedbirleri alınmamış işyeri yangınları-patlamalarına kurban gitmesi, tersanelerimizde sokak hayvanları gibi telef edilmeleri vaka-i adiyeden oldu.<br />
“Milletin efendisi” köylünün yaşadığı ekonomik trajediye ise girmek bile gereksizdir.<br />
“Zekât ve infak nelerden ve ne kadar yapılmalıdır” diye tartışırken, asıl noktayı kaçırdık: Bu toplumda hala muhtaç ve açıkta insan varsa zenginlerimiz yeterince infak etmiyor demektir. Demek ki daha çok infak gerekiyor! Daha çok maldan ve kalemden, daha yüksek oranlarda!<br />
Şüphesiz bu söylenenler çok hayalci ya da aşırı olarak görülebilir ilk bakışta. Ancak ideallerimizin ve hayallerimizin tekrar hatırlanmasına hepimizin ihtiyacı var. Biz onları bu dünyanın hayhuyu içinde kaybettik.<br />
Ve nihayet çalışmak ve iktisadi faaliyette bulunmaktan toplumsal amaç nedir? Para kazanmak neden toplumda meşrudur? Çalışmaya örnek gösterilen arının adıyla anılan Kuran'ın Nahl (Arı) suresi 70. Ayeti der ki: "Allah rızıkta kiminizi kiminizden üstün kılmıştır. Ama üstün kılınanlar, kendi altlarındakilerin hakkını vermezler. Oysa onların hepsi rızıkta eşittir. Allah'ın nimetini bile bile inkâr mı ediyorlar?"<br />
Çağdaş kapitalist düzenin temeli olan, İngiliz liberal filozoflarının şu ünlü “üretimin 4 unsuru: Toprak, sermaye, teşebbüs, emektir. Bu 4 unsur üretimden kendi paylarını alırlar: Toprağa rant, sermayeye faiz, teşebbüse kar ve emeğe ücret düşer” formülü acaba dini bir eleştiriye tabi tutuldu mu? Yoksa bir zamanlar yarım ağız yapılagelen “faize hayır, diğerlerine evet” itirazı da artık yerini “faiz de ekonominin gereğidir” anlayışına mı bırakmıştır?<br />
Hangi dini tartışmada üretim araçları üzerinde sermayenin mülkiyeti ve bunu emek ile paylaşmaya yanaşmamadaki ısrarı ele alındı ve eleştirildi? Mademki emek de sermaye kadar üretimin asli bir unsurudur, o halde neden onun da üretim araçları üzerindeki mülkiyet ve söz hakkı yadsınır? Yoksa bunlar dini tartışmaların “kırmızıçizgileri” midirler?<br />
Son 200 yılın Müslüman düşüncesi bir veba gibi ülkelerimize giren ve her yeri saran kapitalizme ciddi bir eleştiri yöneltemedi, şimdi onun ejderha yumurtasından çıkan “globalizm” canavarına da birşey söylemiyor.<br />
Kapitalizme en ciddi eleştirileri yönelten Karl Marx'ın “artı değer” teorisi dini açıdan ele alınmamıştır. Eğer bu teori yanlış ise dini bir eleştirisi dahi yapılmamıştır.<br />
Bugün din acımasız bir kapitalist bir sömürü düzeninin payandası haline gelmiştir. Emeğinden başka satacak birşeyi olmayan emekçiler ve mülksüzler acımasız bir sömürü çarkının onları yarı aç-yarı tok yaşatan dişlileri arasında ömür tüketirken din onlara “bu dünyada çektiğin acılar nedeniyle cennette büyük mükâfat göreceksin” demekten öteye gidemez. Yani yaptığının, Batı'da kilisenin kapitalizme payandalık edişinden bir farkı kalmamıştır. Bu hali ile din “halkların afyonudur”, başka bir şey değildir.<br />
Oysa İslam insanları dünyevi zulümden de kurtarmak için geldiği iddiasını taşımıyor muydu?<br />
Kimse kimseye üstünlük taslamadan ortakça ve kardeşçe üretip, ortakça ve kardeşçe bu helal rızıktan tüketileceği bir iktisadi düzeni "kınayanın kınamasına" aldırmadan düşünüp uygulamaya koymamızın zamanı gelmiştir.<br />
“İnsan, elinin emeğinden daha hayırlı bir lokma yememiştir” der İslam Peygamberi. Öyle ise emek en yüce değerdir. Üretimin diğer unsurları olan toprak ve sermaye ise emeğe yardımcıdır. Teşebbüs ise emekten farklı bir unsur değildir. Emeğin içinden çıkar ve onun adına iktisadi işletmeye yön verir. Öyle ise teşebbüs ancak emeğin onayı ve rızasıyla ve onun adına iş görebilir. Üretim araçlarının sahibi ise üretimin sahibi olan emektir.<br />
Yukarıdaki ilkeler doğrultusunda mülkiyeti tamamen çalışanlarına ait iktisadi müesseseler bugün dünyanın birçok yerinde kurulmuş, test edilmekte, işletilmektedir. İspanya'da bir köy rahibi tarafından Hıristiyanlığın paylaşımcı ilkeleri temelinde kurulan Mondragon köylü kooperatifleri, İsviçre'de bir Protestan vaizince temelleri atılan bir çalışan kooperatifi olan Migros, Arjantin'in IMF elinde ekonomik olarak çökertilişiyle yurtdışına kaçan mülk sahiplerinin terk ettikleri fabrika ve tesislerine el koyarak kendileri için çalıştırmaya başlayan işçilerin kooperatifleri, Dünya'da bu konudaki sayısız uygulama içinde akla hemen gelen örneklerdir. Yeter ki, bunlara bakacak, bunları görecek bir hüsnü niyet olsun.<br />
Eşitsiz ilişkileri kurumlaştıran bugünkü hâkim düzeni ise zaten başkaları düşünmüş, yapmış ve uygulamaya koymuştur. Onlar bizden ancak kendi “dinlerini” aynen tekrarlamamızı beklerler. Belki biz "onların dinini" onlar gibi ya da belki daha iyi uygularız. O zaman bizden razı olurlar<br />
Ya da biz Rabbimizin rızasını arar, eşitlik ve kardeşliğin iktisadını kurarız. Rabbimizin emrettiği budur ve önümüzde açılan yeni yüzyılda İslam'ın, eğer bir iddiası olacaksa, insanlığa sunacağı bundan daha azı olmasa gerektir.altay ünaltayhttp://www.blogger.com/profile/01074664679964606101noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3211112078332654001.post-59915126435125630762008-02-01T11:34:00.001+02:002011-09-22T16:14:39.167+03:00Galata Bankerleri ve Duyun-u Umumiye<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg2qb7Mu2kp9Jz7w9VHlpW1spPkgl59JaXopWcgWItZTjoT4TVQs4oHSD6TKBJ02ssyF3PufzXgooDgMlPORRo1rpfsB0FOdAd6TdbdqZlEV2e8tUY6sXsGcGi53pWAdaqieQ9WNLV7SGU/s1600/Image8.JPG" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg2qb7Mu2kp9Jz7w9VHlpW1spPkgl59JaXopWcgWItZTjoT4TVQs4oHSD6TKBJ02ssyF3PufzXgooDgMlPORRo1rpfsB0FOdAd6TdbdqZlEV2e8tUY6sXsGcGi53pWAdaqieQ9WNLV7SGU/s1600/Image8.JPG" /></a></div><div class="ArticleTitle"><br />
</div><div class="ArticleDate">1 Şubat 2008 </div><div class="ArticleDate"></div><span class="NoPrint Image"></span> <br />
<div class="Article Content"><i>Geçmişten adam hisse kaparmış. Ne masal şey! <br />
Beşbin senelik kıssa yarım hisse mi verdi? <br />
Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar. <br />
Hiç, ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi? </i><br />
<br />
<b>Mehmet Akif,</b> Safahat <br />
<br />
<br />
<br />
<b>19. y.y. Başındaki Hazırlayıcı Etkenler</b><br />
1800’lü yılların başından beri Batı, özellikle İngiltere ve Fransa sanayi devrimini gerçekleştirme yolundadır ve gelişen endüstrilerine dünyanın dört bir yanında hammadde ve pazar aramaktadırlar.<br />
<br />
<a name='more'></a><br />
<br />
O dönemde Batıda sıkı bir gümrük politikası uygulanmaktayken, Osmanlı Devleti’nde gümrük %3 civarındadır. Ancak yapılan düzenlemelerle yabancıların iç dağıtım şebekelerine girmesi mümkün olmadığı ve yed-i vahid (tekel) yöntemiyle bazı malların üretim ve dağıtımı bütünüyle devlete yahut yerli tüccara ait olduğu için dış pazarlar, yeterince pay kapamadıkları bu durumdan şikayetçidirler. <br />
1827’de İngiliz, Fransız ve Rus gemilerinin Navarin’de Osmanlı donanmasını yakmasından sonra, 1829’da Rusların Edirne’ye kadar, öte yandan Mehmet Ali Paşa’nın da Mısır ordusuyla Kütahya’ya kadar ilerlemesi neticesi, Osmanlı Devleti ezeli düşmanı Rusya’dan yardım istemiş, Hünkar İskelesi Anlaşması’yla Rus himayesine girmişti. Bu gelişmelerden hoşnut olmayan İngiltere, Osmanlı Devleti’ne Mehmet Ali ve Rus baskısına karşı teminat verdi. Bu teminata karşılık istenen bedel de 1838 Ticaret Anlaşması olmuştur.<br />
<br />
Türk orduları Avrupa içinde durdurulup da dönüş dönemi başlayınca toprağa dayanan gelir kaynakları kurudu. Toprak vergilerinin azalmasıyla da vergi için en önemli kaynak ticaret olmaya başladı. Ancak 1838 Anlaşması ile iç ticaretin dış ticari rekabetten korunması imkanları da ortadan kalkıyordu. Dolayısıyla Osmanlı Devleti’nin elinde devlet gelirlerini karşılamak için borçlanmadan başka çare kalmadı.<br />
<br />
<b>Tanzimat</b><br />
<br />
3 Kasım 1839’da ilan edilen Gülhane Hatt-ı Humayunu Osmanlı Devleti’nin kronik sorunlarına çözüm getirme arayışıdır. Tanzimatçılar Osmanlı Devleti’nde birçok reform denemesine giriştiler. Konumuzla ilgili olarak ise, Tanzimat reformları maliye idaresinde merkeziyetçiliği yeterince yerleştiremedi ve modern bir mali sistem ve yapıyı getiremedi. Eski yapının büyük ölçüde devam etmesi dolayısıyla, Ferman’da öngörülen mali ıslahat gerçekleşemedi. İltizam sisteminin kaldırılamayışı, Tanzimatçıların başarılı bir mali yapı kuramadıklarını gösterir. Gerçi iltizam sisteminin uygulanmasında bir değişiklik yapıldı; iltizam eskisi gibi valilere ve taşra yöneticilerine verilmiyordu. Memurlar her yerde maaşa bağlanmıştı. Ancak vergi kaynaklarının tesbitinde hiçbir yenilik yoktu. Açıktır ki, Duyun-u Umumiye kurulana kadar Osmanlı yönetimi vergi kaynaklarını ne gerçek miktarıyla tesbit edebilmiş, ne de vergiyi düzenli toplayabilmiştir. Aşar mültezimleri devletle tebaa arasında keyfi aracılıklarını sürdürmüşlerdir. <br />
<br />
<br />
Tanzimatçılar iltizamı kaldırmak istediler ve kaldıramadılar. Tanzimat Fermanı ilan edildiği gün aslında ülkede bir maliye nezareti yoktu. Maliye nazırı ünvanını taşıyan halen klasik dönemin başdefterdarıydı. Sadece merkezi hükümete aktarılan gelirleri ve yapılan masrafları bilen, fakat imparatorluğun dörtbir tarafında toplanan vergileri, alınan resimleri ve yapılan masrafları denetlemesi ve bilmesi adet olmayan bir ofisin başı. Ülke çapında bütün giderleri denetleyen bir kurum yani Divan-ı Muhasebat, ancak 1879’da tam anlamıyla kurulabilmiştir. 1863’e kadar Osmanlı İmparatorluğu’nda düzgün ve sistemli bir bütçe yoktu. Osmanlı maliyesine ciddi muhasebe teknikleri, maalesef gelirlere alacaklı olarak el atan yabancı bir organın, Duyun-u Umumiye’nin etkisiyle girmiştir. Pazara açılmamış bir kırsal üretimin ve denetlenmesi zor küçük sınai üretimin yaygın olduğu bir ekonomik sistemde yeteneksiz maliye kadrolarıyla iltizamın kaldırılması olanaksızdı. Avrupa Devletleri’nde 19. ve hatta 18. y.y.ın gerisinde kalan, modern maliyeye bir geçiş dönemi sayılan iltizam sistemi, 19. y.y.da Osmanlı Devleti’nin gelir ve gider düzenlemesini sağlayabilecek en uygun mali sistem olarak kaldı. 19. y.y. Osmanlı maliyesinin bu alanda yaptığı tek olumlu değişiklik , iltizam yoluyla zenginleşip taşrada devlet otoritesine başkaldıracak güçlü yöneticilerin varlığına son vermesidir. Tanzimat’tan evvel sancak paşaları veya güçlü ayanlar, mültezimler vergi gelirlerinin ihalesi demek olan iltizamı ellerine geçirmişlerdi. Arttırmalar ,İstanbul’da defterdarın önünde yapılırdı. Ama vergi gelirleri açık artırmaya çıkarılan sancağın mütesellim veya paşasının verdiği meblağı artıracak hiçbir mültezim çıkmazdı. Çünkü mültezimin vergiyi toplamak için sancak yöneticisinin askerlerine ihtiyacı vardı. Çok kere paşa iltizamı bölgedeki başka mültezimlere devrederdi. Soyulan köylerden elde edilen gelirle taşra yöneticileri eyaletlerde güçlenmiş, bağımsız otorite kurmaya başlamışlardı. Tanzimat yönetimi iltizam işlerini valilere ve diğer yöneticilere yasakladı; ayrıca iltizama konu olan kalem ve miktarları sınırlayarak mültezim zümresinin gücünü azalttı. Bunun sonucu olarak aşar mültezimi denen küçük oburlar toplumsal hayata girdi. Devletin karşısında güçlenen ve siyasal erki elde eden paşalar ve ayanlar zümresi ortadan kalkmıştı. Ama aracılık yapan ve köylüyü ezen görgüsüz ve aç bir taşra mütegallibesi türedi. Bunun kültürel hayatta da olumsuz etkileri oldu. Kısacası Tanzimat’tan sonra iltizam sisteminin düzenlenmesi, köylülerin hayatında bir değişiklik yaratmamış, ancak mali merkeziyetçiliğe doğru bir adım atılmıştır. Para sistemindeki yarı başarılı düzenlemeler de bu bütün içinde değerlendirilmelidir. <br />
Tanzimat Fermanı iltizam sistemini, angarya gibi yükümlülükleri kaldıracağını ilan ettiği halde daha ilk elde bunun imkansızlığı anlaşıldı. Yavaş modernleşen devlette merkezi bürokrasi modern maliye örgütünün gereklerini yerine getirecek durumda değildi. O kadar ki, bazı yerlerde iltizam sisteminin iyi işleyişi bile 1880’den sonra kurulan ve bazı vergi giderlerine el koyan Osmanlı Borçları İdaresi'nin (Duyun-u Umumiye) müdahalesi ile mümkün olabilmiştir. Toprak sahiplerinden gerçek anlamda bir vergi alınamadı. Zaviye, tekke ve vakıf arazilerinde eski durum aynen devam etti. Buna karşılık köprü, yol bakım ve sulama sistemlerini korumakla ve yol güvenliğini sağlamakla yükümlü derbentçi gibi bazı zümrelerin vergi muafiyetlerinin kaldırılması, geniş bir kitleyi hoşnutsuzluğa ve fakirliğe düşürdü. Özellikle dış borçların artması ve hazinenin iflası nedeniyle vergi kaynaklarına el koyan dış mali çevreler Türk köyünde ikinci sömürücü unsur olarak ortaya çıktılar. Köylere makineleşme, süthane, mandıra, damızlık hayvan gibi yenilikler gelemedi.<br />
<br />
<br />
<b>Galata Bankerleri</b><br />
<br />
Osmanlı Devleti ilk dış borçlanmaya Kırım Savaşı’nın getirdiği sıkıntıyla girdi. Ama borçlanmalar sadece giderleri karşılamak için başvurulan bir yöntem değildi. Ülkedeki yeni yatırımlar da borç yükünü getiriyordu. Osmanlı dış ticaretinin kronik açığı bu yatırımlarla birleşince imparatorluk son elli yılını müflis bir maliyeyle kapadı.<br />
<br />
Osmanlı Devleti iki kaynaktan borçlandı: İçeriden ve dışarıdan. İç borçlanmayı “Galata bankerleri” adıyla maruf zengin gayrımüslim para sahiplerinden yaptı. Aslında bu kesimle devletin para ilişkileri yeni değildi. Bu nedenle Galata bankerlerinin tarihinden kısaca bahsetmek gerekiyor.<br />
<br />
Bilindiği üzere Osmanlı Devleti’nde ilk banka işlemlerine Levantenler girişmiş, sarraflık yüzyıllarca bu kesimin denetiminde yürütülmüştü. Duyun-u Umumiye’nin kuruluşuna değin, özellikle Osmanlı Bankası’nın faaliyete geçişine kadar, maliye tarihimizde önemli yerleri olan Galata bankerleri çoğunlukla işte bu Levantenlerden oluşmaktaydı. Loranda Tubini, Korpu, Baltazzi, Stefanoviç, Shilizzi, Negroponte, Coronio ve Alberti bunların en tanınmışlarıydı. Levantenlerin yanısıra Kamondo, Fernandez gibi Yahudi, Ogenidi Mavrogordato, Zarifi, Zafiropulo ve Lasto gibi Rum, Köçeoğlu, Mısıroğlu gibi Ermeni bankerler özellikle son Osmanlı döneminde etkindiler.<br />
<br />
Osmanlı Devleti’nde sarayın, devlet erkanının, valilerin, beylerbeylerinin, kısaca yöneticilerin herbirinin maiyetinde bir sarraf bulunur, bütün alacak verecekleriyle bu sarraflar ilgilenirdi. Mültezimlerin de devlete peşin olarak ödeyecekleri iltizam için başvurdukları kaynak, yine bu sarraflardı. <br />
Sarraflar giderek devletin mali işlerini de yürütmeye başlamış, bir ölçüde devlet bankası işlevini de üstlenmişlerdi. <br />
<br />
<br />
Sarraflar giderek devletin mali işlerini de yürütmeye başlamış, bir ölçüde devlet bankası işlevini de üstlenmişlerdi. Örneğin 3. Mustafa döneminden itibaren, Hazine-ı Hassa ve Darphane sarraflığı Ermeni Duzoğulları’na verilmiş, 100 yılı aşkın bir süre bu ailenin elinde kalmıştı. 1842 yılında Irganyan, Uzun Artinoğlu, Gelgeloğlu, Bogos, Tıngıroğlu gibi tanınmış sarraflar Anadolu ve Rumeli kumpanyalarını kurmuş, devlet varidatını toplayıp devlet adına ödemede bulunmuşlardı. Gümrük gelirini ise yıllarca Cezairoğlu Mıgırdıç adında bir sarraf iltizam etmişti.<br />
<br />
<b>Bankacılık ve Bank-ı Osmani-yi Şahane</b><br />
<br />
Osmanlıda bankacılığın gelişmesine gelince. İmparatorlukta bankacılık ön planda kendi dış ticaretini örgütlemek ve desteklemek için banka sermayesine ve teminatına ihtiyaç duyan dış devletler tarafından kurulmak ve geliştirilmek istenmişti. Bununla beraber ilk bankanın kuruluşu dıştan gelen taleplerden çok 1844’te yapılan para reformuyla ilgilidir. Dış ödemelerde Osmanlı parasının değerinin stabilize edilmemesi bankacılığın örgütlenme nedenlerinden başlıcasıydı. Bu nedenle ilk banka olan Bank-ı Dersaadet (Bank de Constantinople) hükümetin anlaştığı Alleon ve Baltazzi adlı iki Galata bankeri tarafından kuruldu. Bu bankanın belli bir sermayesi yoktu. Kurucularının ticari itibarından dolayı bankanın dış ödemelerde çektiği poliçeler kabul ediliyordu. Bankaya hükümet yaptığı kısa vadeli istikrazların bedelini ödemediğinden ve piyasada dolaşan banknotların değeri düştüğünden Kırım Savaşı’ndan biraz önce Dersaadet Bankası kapanmıştır. Osmanlı dış ticaretinde en başat unsur olan İngiltere’nin Osmanlı bankacılığını örgütlemesi böylece yeniden gündeme gelmişti. 1856 Mayısı’nda İngiltere Kralı’nın fermanı ile Londra’da kurulan Osmanlı Bankası, 1863’teki Bank-ı Osmani-yi Şahane” unvanıyla anılan devlet bankası oldu. Tekeli’nin deyimiyle bu çağda devletlerin emisyon bankaları genellikle her yerde özel kuruluşlardı, ama Osmanlı Bankası gibi yabancı sermaye ile kurulanı mahzurlu bir örnektir. Ancak hükümetin dış istikraz kaynakları tükenmiş ve mali buhran başlamıştır. Bu durumda Osmanlı Bankası’nın dış borçlanma işlerini ayarlaması ve örgütlemesi gerekliydi. Böylece devlet bankası yabancı sermayeyle kuruluyordu. Osmanlı Bankası iktisadi nüfus altına giren bir dizi ülkedeki yabancı sermayeli bankacılık düzeni için ilk örneklerdendi. Aynı yıllarda imparatorlukta tarımsal kredi kaynakları ise devletin öncülüğünde örgütleniyordu. Bu birincinin tamamen tersi bir gelişmeydi. Mütevazi Menafi-yi Umumiye sandıkları uygulaması Tuna valisi Mithat Paşa’nın girişimiyle başlamıştı. Bu sandıklar heryerde uzun ömürlü olamadılar; ayrıca sermayeleri yerel toprak sahiplerinin çıkarına kullanıldı; ama tarımsal kredi kurumlarının ulusal bir nitelikte doğup gelişmesinin başlangıcıydılar.<br />
<br />
<br />
1863 yılında İngiliz-Fransız sermayesi ile kurulan Osmanlı Bankası, bir nevi devlet bankası rolünü üstlendiğinden, bu durum sarrafları ve Galata bankerlerini memnun etmemişti. Önce ticaret bankası olarak kurulan, kısa sürede devlet bankasına dönüşen Osmanlı Bankası geniş yetkilerle donatılmıştı. Nitekim 1875 sözleşmesi hissedarlar genel kuruluna sunulurken, bankaya tanınan ayrıcalıkların dünyada benzeri olmadığı övgü ile belirtilmişti. <br />
Osmanlı Bankası kurulduğu tarihten itibaren Osmanlı mali ve iktisadi yapısına etkin bir biçimde katılmıştı. Babıali’nin borçları arasında Osmanlı Bankası’nın katkıda bulunmadığı borç hemen hemen yok gibiydi. Duyun-u Umumiye-i Osmaniye’nin ilk şekli olan Varidat-ı Sitte (Rüsum-u Sitte) İdaresi (1879-1880) Osmanlı Bankası önderliği ile kurulmuştu. Duyun-u Umumiye İdaresi’nin bizzat kendisi, varlığını kısmen de olsa Osmanlı Bankası’na borçlu idi. Osmanlı topraklarında demiryolu yapımı için uygulanan “kilometre garantisi” teminat usulünü 1888’de Osmanlı Bankası bulmuştu.<br />
<br />
Ancak Osmanlı Bankası’nın 1. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte gösterdiği zorluklar, Türk maliyecilerini, iktisatçı ve düşünürlerini milli bir banka kurulması yönünde teşvik etti<br />
<br />
Yine de Osmanlı Bankası ayrıcalığını 1935 yılına kadar sürdürdü. Bab-ı Ali banka ile sözleşmesini feshederek, uluslararası mali çevrelerde kapitülasyonların kaldırılışının doğurduğu kaygıları daha da derinleştirmek istemiyordu. Kurulacak olan milli banka zamanla devlet bankasına dönüşecek, Osmanlı Bankası’nın işlevini üstlenecekti.<br />
<br />
Nitekim bu amaçla 1917 başında 4 milyon lira sermaye ile “İtibar-ı Milli Bankası” kuruldu. Yönetim merkezi İstanbul olan banka, Biga mebusu ve eski maliye nazırı Mehmet Cavit Bey, İstanbul mebusu ve Meclis-ı Mebusan reis vekili, Duyun-u Umumiye Osmanlı Dainler Vekili Hüseyin Cahit Bey ve Selanik tüccarından Tevfik Bey tarafından kurulmuştu. Hüseyin Cahit, gazetesi Tanin’de banka lehine yazılar yazdı. Bu tavır diğer gazetelerce de benimsendi. Makalelerde milli bankanın zorunluluğundan, iktisadi bağımsızlık için milli bankanın öneminden bahsedilmekteydi. İktisadi Cihad’ın başlangıcı sayılan bu bankanın kuruluşunda banka hisselerinden 200’ünü bizzat Sultan Reşat alarak banka hissedarı olmuştu. Bankaya devlet bankası statüsü tanımak için, sermayesi, ihtiyat akçesi, dağıtacağı temettü, binası, depo ve diğer taşınmazları her türlü resim ve harçtan muaf tutulmuş, hisse senetleri yazışmaları gibi işlemlerde de damga resmi ödememesi kararlaştırılmıştı. <br />
Memurların Osmanlı uyruğunda olması şart kılınmıştı. Bankanın hertürlü banka işlemleri yanısıra devlet işletmelerinde de pay sahibi olmasına çalışılacaktı.<br />
<br />
Bu örneğe uygun olarak taşrada milli bankalar kurulmaya başlandı. Bunlara örnek olarak Konya Milli İktisat Bankası’nı, Kayseri Köy İktisat Bankası’nı, Milli Aydın Bankası’nı ve Manisa Bağcılar Bankası’nı verebiliriz.<br />
<br />
<b>Bankalar ve Tefeciler</b><br />
<br />
Osmanlı bankacılığı genelde para işlemlerinin ötesinde bir faaliyet gösterememiştir. İkinci Meşrutiyet’e kadar Osmanlı ekonomisini örgütleyen bankaların çoğu yabancıydı ve bunlar ne yerli tüccarın gelişmesi , ne de sanayiin kurulması için gerekli yatırımları destekleyen kredi kuruluşları olmadılar. Yüzyılın sonunda bankacılık piyasasına giren Deutsche Bank ve diğer Alman bankaları da anavatanlarında ve diğer Avrupa ülkelerinde endüstriye destek oldukları halde, Osmanlı ülkesinde çok farklı bir çalışma tarzı izlemişlerdir. İstanbul’daki Deutsche Bank’ın rakip bankalara göre bankacılık alanına getirdiği en önemli yenilik, devletten alacağını tahsil edemeyen müzmin alacaklıların parasını yüksek komisyonlarla kurtarmak olmuştur. Bankacılığın bu niteliği nedeniyle kredi piyasası örgütlenmiş değildi ve küçük köylülere ve girişimcilere kadar uzanan bir iş alanını kapsamıyordu.<br />
<br />
<br />
Nüfusun çoğunluğunu meydana getiren köylüler ve küçük kasabalı zanaatçılar ise tefecilerle karşıkarşıyaydılar. Tefeci kendi ilişkide olduğu köyün köylülerinin yıllık gereksinimini sağlar, düğün ve ölüm giderlerini karşılar ve alacağını hasat zamanı pazarlamasını da düzenlediği köylünün ürününden çıkarırdı. Köylünün gözünde tefeci herzaman bir zalim ve sömürücü değildi; kimi zaman köylülerin devlet memurlarıyla olan sorunlarını da çözerdi. Kasabaların bu zümresi devletle halk arasında bağlantı görevi görmekteydiler. Devletin karşısında tefeci kimi zaman çok dikkatli davranırdı. Serveti çoğalan adam açgözlü memurların boy hedefi olurdu. Bu nedenle kasaba ve köy düzeyindeki tefeci sermaye hiçbirzaman daha büyük yatırımlara yönelemedi. Yatırım bir yana, daha gösterişçi bir tüketimi ve hayat tarzını dahi denemedi. 19. y.y.a kadar Osmanlı toplumunda zenginlik herşeyiyle saklanırdı. Tanzimat döneminden sonradır ki, bazı büyük merkezlerde servetler kendini yatırım alanında kısmen gösterebildi. Bununla beraber ülkenin geniş kısmında yeni zengin ve nüfuzlu sınıfların ortaya çıktığını söylemek güçtür. Taşranın önde gelenleri gene eskisi gibi toprak sahipleri, vakıf mütevellileri, dergah şeyhleri ve bazı yerlerde gayrımüslimlerden birkaç varlıklı tüccar gibi alışılmış tiplerdi.<br />
<br />
Köylü ve küçük zanaatkar kendi için üretir; fazla ürettiğini başka gerekli malzeme ile değiştirirdi. Çoğun gelecek yılın ürününden bu yılki bazı ihtiyaçlarını karşılar, Pazar ekonomisiyle ilişkisi çok sınırlı olarak yaşardı. Bu mütevazi ve azla yetinen hayatı yaşayan halk kuşkusuz Avrupa kıtasının en fakir ülkesinin tebaasıydı.<br />
<br />
<b>Ticaret</b><br />
<br />
Tanzimat döneminin çağdaş gözlemcilerinden Ubicini 1846 yılı için Osmanlı dış ticaretini hesaplarken ithalatı 235 milyon, ihracatı 217 milyon frank civarında vermektedir. Bu dönemde henüz Osmanlı dış ticaret açığından sözedilemez. Bu devirde, örneğin Fransa’nın 2,5 milyonu bulan dış ticaret hacmine göre imparatorlukta oldukça mütevazi bir ticaret hayatı olduğu anlaşılmaktadır. Osmanlı ihracatı büyük ölçüde tarım ürünlerine dayanıyordu. Tahıl, ipek, yün gibi ürünler başlıca ihracat mallarıydı. Yüzyılın ortalarında madeni eşya, tezgah, teknolojik malzeme ithal malları içinde çok az bir yer tutmaktadır. Gerek Fransa, gerek İngiltere’den yapılan ithalatta yünlü ve pamuklu kumaşlar en büyük kalemdi. İngiltere ile olan dış ticaret hacminin yarısı da İran transit ticaretine aittir. Bu dönemin dış ticaretine ait bilgileri Osmanlı arşivlerinden sağlıklı olarak elde etmek mümkün değildir. Bab-ı Ali ülkenin iç ve dış ticaretini kontrol edememekteydi. Zaten Avrupa ülkelerinde bu bilgiyi elde edecek envanter devlet ofisleri tarafından değil, ticaret odaları tarafından yapılırdı. Osmanlı tüccarının dış ticaret alanında etkili ve örgütlü olmadığı ise bilinmektedir. Osmanlı dış ticaretine ait Avrupa ticaret belgelerinden edinilen bilgilere göre ülkede sınırlı tüketime yönelik bir hayat sürüldüğü ve Osmanlı ülkesinin uluslar arası ticaret hareketlerine etkin ve ağırlıklı biçimde katılmadığı görülmektedir. Köylülerin ve küçük şehirlilerin hayatında herhangi bir Avrupa ülkesinden gelme bir saat veya birkaç metre kumaşın kullanılması nadir bir olaydı. Yüzyılın sonlarına kadar Osmanlı ithalatına konu olan ve en geniş ölçüde kullanılan iki tüketim maddesi kahve ve şekerdi. Bu dönemde Osmanlı iç ticareti imparatorluğun sahillerindeki iskeleler arasında hafif yelkenlilerle ve demiryolu gelene kadar iç kısımlarda da halen deve kervanlarıyla yapılmaktaydı. Her iki halde de iç ticaretin kısa mesafeler arasında yürütüldüğü, uzun mesafeler arasında ancak lüks malların ticarete konu olduğu açıktır. İmparatorluğun Mısır, Eflak, Boğdan ve Sırbistan gibi kendine bağlı imtiyazlı eyaletleriyle yaptığı ticareti ise iç ticaretten saymak mümkün değildir. Bu eyaletlerle yürütülen ticaretin mekanizması onların bağımsızlığını göstermekteydi.<br />
<br />
1880’lerden sonra İngiltere ve Fransa ile ticaret geriledi, Avusturya-Alman bloku ve İtalya’dan ithal edilen mallar Osmanlı pazarını sardı. Kuşkusuz Avusturya-Almanya iktisadi bölgesine yapılan Osmanlı ihracatı da artmıştı. 19. y.y.ın sonlarına doğru Osmanlı ülkesinde cam ve porselenden, giyim eşyasına ve madeni eşyadan ecza maddelerine kadar İngiliz sanayi ürünlerinin yerini Alman-Avusturya ve İtalyan mamulatı almaya başlamıştı.<br />
<br />
<b>Dış Borçlanmalar ya da Osmanlı İstikrazları</b><br />
<br />
Osmanlı istikrazlarının bazı ilginç özellikleri vardır. Bu konudaki bilgisizliğinden ötürü devlet büyük ölçüde aldatılmış, “Duyun-u Umumiye”nin kuruluşuna kadar süren ilk dönemde, borçlandığı paranın ancak yarısı eline geçmiştir. Sonra Avrupa bankerleri bu acemi borçluyu adeta para almaya zorlamışlardır.<br />
<br />
1854 yılındaki 5 milyon sterlinlik ilk dış borçlanmanın karşılığı olarak Mısır’ın cizye vergisi geliri gösterilmişti. 1855’te ikinci bir 5 milyon daha borç alındı. Mısır cizye gelirleri dışında İzmir ve Suriye gümrüklerinin gelirleri de karşılık gösterildi. Sultan Abdülaziz devrinde beş dış borçlanma daha yapıldı. Osmanlı maliyesi borçlanmaya karşılık gösterdiği kaynaklardan geliri yerinde ve zamanında toplayamıyordu; faizler bile ödenemez hale gelmişti. 1875’te maliyenin iflasının ilan edilmesine ve 1881’de Muharrem Kararnamesi ile Duyun-u Umumiye, yani uluslar arası haciz idaresi kurulana kadar, borçlanma devlet giderlerini karşılamak için başvurulan bir yol oldu. 19. y.y.ın koşullarında borçlanma ve borç verme bir yatırım ve kazanç alanıydı. Osmanlı borçlanmaları beynelmilel bir spekülasyon, kazanç ve komisyon alanı olmuştu. 19. y.y.ın sonunda demiryolu şirketlerine hattın geçeceği vilayetlerden kilometre garantisi karşılığı olarak o yerlerin aşar gelirleri verildi. Duyun-u Umumiye alacaklılar adına bu yerlerin aşar gelirlerini topluyordu. Nisan 1903’te Alman yatırımı olan Konya-Ereğli demiryolu hattı için Konya, Halep ve Urfa’nın aşarı karşılık gösterilmişti. Bu işlemi İngiltere ve Rusya protesto etti. Tamamen içişlerine ait bir mali işleme dış devletlerin müdahale gerekçesi Osmanlı Devleti’nin “alacaklısı devlet” olmaktı. Rusya bütün gelirlerin demiryollarına teminat akçesi olarak gösterilmesinden dolayı kendi alacağı savaş tazminatının tehlikeye düştüğünü ileri sürüyordu.<br />
<br />
19. y.y.ın koşullarında borçlanma ve borç verme bir yatırım ve kazanç alanıydı. Osmanlı borçlanmaları beynelmilel bir spekülasyon, kazanç ve komisyon alanı olmuştu. <br />
<br />
<br />
<b>1874 tarihine kadar dış borçlar şöyle idi:</b><br />
<b>İstikrazlar</b> <b>Anapara TL</b> <b>Safi Bedel TL</b> <b>Faiz %</b> <br />
1854 3.300.000 2.640.000 6 <br />
1855 5.644.375 5.500.000 4 <br />
1858 5.500.000 4.180.000 6 <br />
1860 2.240.942 1.400.588 6 <br />
1862 8.800.000 5.984.000 6 <br />
1863 8.800.000 6.248.000 6 <br />
1865 6.600.000 4.356.000 6 <br />
1865 (U. Borçlar) 40.000.000 20.000.000 5 <br />
1869 24.444.442 13.200.000 6 <br />
1870 34.848.000 11.194.920 3 <br />
1871 6.270.000 4.577.100 6 <br />
1872 5.302.220 5.222.686 9 <br />
1873 (U. Borçlar) 12.612.110 6.832.551 5 <br />
1873 30.555.558 16.500.000 6 <br />
1874 (U. Borçlar) 44.000.000 19.140.000 5 <br />
Yekün 238.773.272 127.120.220<br />
<br />
<b>Ağnam İstikrazı</b><br />
<br />
Yukarıdaki listedeki ilginç borçlanmalardan biri de “Ağnam İstikrazı” (Koyun Borçlanması) adıyla meşhur 1865 yılı borçlanmasıdır.<br />
<br />
Bu borçlanmanın faizi %6, itfa bedeli %2.44, ihraç fiyatı %66 olacaktı. Karşılık olarak Ergani madeni gelirleri ile Ağnam (koyun) resmi gelirleri gösterildi. Bu borçlanmanın gerçek karşılığı Ağnam resmi olduğu için buna “ağnam istikrazı” adı da verilmiştir.<br />
<br />
Bu borçlanma kamu ihtiyaçlarının karşılanması için yapılmayıp, yalnızca eski borçların taksitini ödemek amacıyla yapıldığı için, Osmanlı maliyesinin o devredeki durumuna da bir gösterge teşkil eder. 21 yıllık vadeli bu borçlanma ile öncelikle taksitlerin ödenmesi amaçlanmıştı.<br />
<br />
Bu borçlanma ile iç borçlar faiz amortismanlı yeni tahvillerle değiştirilmişlerdir, ki bu işleme maliyede “borçların değiştirilmesi” denilmektedir.<br />
<br />
Hükümet bu suretle bu eski borçları uzun vadeli bir dış borçlanmaya dönüştürmek istemiş, bu yolla taksit yönünden hem biraz nefes almak, hem de Avrupa sermayesini memlekete çekmek istemiştir. Ancak bu planlar gerçekleşemedi<br />
<br />
<b>“Allah Encamımızı Hayretsin”</b><br />
<br />
1874 yılına gelindiğinde Osmanlı Devleti 20 yıl gibi bir sürede 15 dış borçlanma yapmış ve bunlardan eline 127 milyon Osmanlı altın lirası geçmiş ancak borç 239 milyon lirayı bulmuştu. Sultan Abdülmecid’in başlattığı dış borçlanma geleneğini Sultan Abdülaziz de sürdürmüştü. Ahmet Cevdet Paşa, “bizim mirasyedilere böyle bir para kapısı açılırsa bunun önünü kim alacak? İlerde halimiz neye varacak?” diye bazı erbab-ı dikkat ve basiretin endişe ettiklerini ve “Allah encamımızı hayretsin” şeklinde neticeye mütevekkilane boyun eğdiklerini kaydetmektedir. Sonuçta borçlanma devam etti ve 1874 yılının mali iflasına gelindi.<br />
<br />
1874-75 yıllık bütçe geliri 25.104.928 lira olduğu halde borçların o yıllık bölümünün toplamı 30.000.000 lira civarında idi. Bu da o yılın bütçesinin borçları bile ödemeye kafi gelmediğini göstermekteydi. Bu iflas demekti.<br />
<br />
1875’te Rus yanlısı olarak bilinen Mahmut Nedim Paşa sadarete atandı. Yeni sadrazam Rus büyükelçisi İgnatief’in de telkinleriyle Ramazan Kararnamesi’ni ilan etti.<br />
<br />
<b>İki Kararname Arası Devre</b><br />
<br />
Mahmut Nedim Paşa 1874 yılının mali gelir ve gider durumunu ilan etti. Bu durumda bütçenin 5.000.000 altın açığı bulunmaktaydı. Gerek Balkanlardaki karışıklıklar, gerek Osmanlı Devleti’nin o yılki mali durumu ve gerekse siyasal ortam, yeni bir istikraza müsait değildi. Osmanlı Devleti’nin mali durumu artık Avrupa matbuatının günlük konusu haline gelmişti. İşte bu nedenle Mahmut Nedim Paşa munzam borçların yarıya indirilmesine ilişkin bir plan hazırladı. Hükümetin yayınladığı bu plana ilişkin iki tebliğ 7 ve 10 Ekim 1875 tarihlerinde neşredildi. Yine bu tebliğlerden önce 6.10.1875 tarihli bir kararname hazırlanıp elçiliklere ve matbuata gönderilmişti.<br />
<br />
6.10.1875 tarihli kararnamede, bütçe açığının 5 milyon lirayı aştığı, bunu önlemek için yeniden borçlanmaya gitmenin bütçe açığını büyütmekten ve itimadı sarsmaktan başka işe yaramayacağı, hükümetin bunun için dürüstlükle sermaye sahiplerine bir zarar gelmesini önlemek istediği, bunun için gümrük umumi hasılatının, tuz ve tütün varidatının, Mısır vergisinin ve bu yetmediği takdirde ağnam resmi gelirinin teminat gösterildiği, buna karşılık hükümetin ödemesi gereken iç ve dış borçların faiz ve itfa bedellerinin 5 yıllık süre içinde sadece yarısının ödeneceği, diğer yarısı için de 10 yılda itfa edilecek %5 faizli tahviller verileceği duyurulmuştur. <br />
Bu kararnamede belirtilen Mısır vergisi, başka istikrazlara karşılık gösterildiği için bunlara ilişkin anlaşmalara aykırı idi. Yine faizden bahsedildiği halde, itfa hakkında bir şey belirtilmemişti. Bunun için 7.10.1875 tarihli bir tebliğ yayınlanmış ve bu tebliğde “Bu günden itibaren ve beş yıl zarfında, yıllık ödemesi 14 milyon liraya ulaşmış olan dahili ve harici borçların yarısı ödenmeyecektir. Bu yedi milyon liranın ödenmemesini tazminen %5 faiz hesabı ile tesbit edilen ve yıllık miktarı 350.000 lira tutan bir meblağ ödenecektir,” denilmiştir. <br />
10.10.1875 tarihli tebliğde ise bu hususlar daha da açıklanmıştı. Hatta bu tebliğin sonunda ödemelerin 5 yıldan sonra da yapılmayabileceği izhar edilmişti.<br />
<br />
Bu kararname ve tebliğler 30 Ekim 1875 tarihinde “Ramazan Kanunnamesi” adı verilen bur kanun ile tasdik edildiler. Bu kanun 35 milyon liralık bir tahvilin Düyun defterine yazılmasını emrediliyordu. <br />
Bu kararlar Avrupa mali çevrelerinde fırtına kopardı. Osmanlı hükümeti borç alınan ve tahvil sahiplerinin çoğunlukta bulunduğu, özellikle İngiltere ve Fransa mali çevrelerince protesto edildi. Londra ve Paris’teki hamiller, tahvillerini 6 Ekim kararnamesine göre yeniden düzenleyip örgütlendiler. Çünkü ödemelerin bir kısmı bu kısıtlamaların kapsamına girmiyordu. Örneğin 1855 yılı borçlanması bu kararname kapsamında değildi. Yine Mısır vergisinin karşılık gösterildiği 1854, 1858 ve 1871 borçları hamilleri, aleyhlerindeki bu durum karşısında birleştiler.<br />
<br />
Neticede vadedilen bu yarım ödemeler de yapılamadı. Bizzat Ramazan tahvillerinin taksiti önemli bir gecikme ile ödenebildi. Bunlar iyiye işaret değildi. Gerçekten hükümet Nisan 1876’da bütün borçların ödenmesini tatil etti. Bu tarihten itibaren hamiller hiç para alamadılar. Bu durum 20 aralık 1881’de yayınlanan Muharrem Kararnamesi’ne kadar devam etti. Bu nedenledir ki, 6 Ekim 1875 ile 20 Aralık 1881 arasındaki bu zamana “iki kararname arası devre” denilmiştir.<br />
<br />
<br />
Ödemelerin yapılamaması yüzünden bütün tahvillerin değeri düştü. Örneğin 1969 istikraz tahvillerinin fiyatı 1 Ocak 1875 tarihinde 275 frank iken, 20 Nisan 1877 tarihinde 43.5 frank idi. Aynı tarihte bir altının değeri kağıt para ile (Ocak 1875’te) 235 (Nisan 1877’de) 900 kuruş idi.<br />
<br />
Hükümetin bu durumu bankalarda da buhranlara yolaçtı. Bunlar arasında Credit General Ottoman, Osmanlı Bankası, İstanbul Bankası, Kambiyo Osmanlı Şirketi gibi bankalar gösterilebilir.<br />
<br />
Avrupa ülkeleri bu olumsuz gelişmeler üzerine vatandaşlarının haklarını güvence altına almak için temel olarak Osmanlı Devleti üzerinde mali egemenlik kurmaya yönelik olarak birtakım ödeme planları getirdiler. Osmanlı Devleti ise bu önerilerin hemen hiçbirini benimsememiştir.<br />
<br />
<b>Berlin Konferansı Sonuçları</b><br />
<br />
3 Mart 1878’de Yeşilköy’de (Ayastefanos) imzalanan sözleşme gereği Osmanlı Hükümeti Rusya’ya harp tazminatı olarak 35.310.000 Osmanlı altını yani 802.500.000 frank vermeyi taahhüt etmişti. Sonradan Avrupa devletleri bu sözleşmenin şartlarını yeniden tetkik için 13 Haziran 1878’de bur kongre topladılar. Menfaatleri gereği bu kongreye Osmanlı borçlanmaları hamilleri de bir murahhas heyet gönderdiler. Çünkü Osmanlı hükümeti toprak kaybetmekle kalmıyor, aynı zamanda tazminat vermek durumunda bırakılıyordu. Bu da ödemeleri doğal olarak etkileyecekti. Bu nedenle yapılan görüşmeler sonunda Kongre Osmanlı Borçlarının birkısmını Bulgaristan, Karadağ ve Sırbistan’ın ödemesi şartını kabul etti. Yine kabul edilen bir başka şarta göre borçlanma hamillerine alacaklılık konusunda rüçhan hakkı tanınıyordu. Bir diğer istem ise Osmanlı hükümetinin borçlar konusundaki taahhütlerine sadık kalması idi. Fakat bu teklif Osmanlı hükümeti tarafından kabul edilmedi. Bunun üzerine kongre, Osmanlı hükümetinin mali kontrolü için uluslararası bir kontrol komisyonu kurulmasını tavsiyeye karar verdi. Berlin Anlaşması’nda İngiltere’nin katkıları nedeniyle Kıbrıs adası İngiltere’ye devredildi.<br />
<br />
<b>Rüsum-u Sitte İdaresi</b><br />
<br />
Başta Osmanlı Bankası olduğu halde İstanbul bankerleri, hükümetle kısa vadeli istikrazlar akdetmişler ve avanslar vermişlerdi. İşte bunları mümessilleri, hükümete bir teklif yaparak, alacaklarını temine teşebbüs etmişler ve müracatları kabul edilerek hükümetle aralarında 22 Kasım 1879 tarihli bir sözleşme akdedilmiştir. Bu sözleşmeye göre:<br />
<br />
8.725.000 Osmanlı altını tutarında bulunan bu borçlar 10 yılda ödenecekti. Her yılın taksitleri, anapara, faiz ve amortisman olarak 1.100.000 lira olacaktı. Her yıla ait ödemeler ise 3’er aylık parçalara bölünecekti.<br />
Buna teminat olmak üzere hükümet tütün, tuz, pul, müskirat, bazı yerlerin ipek üşürü ve balık avı resminin gelirlerini göstermişti. Bir komisyon teşkil edilecek, bu komisyon bu altı kalem geliri yönetecek, bu gelirden 1.100.000 lira çıktıktan sonra geri kalanı hükümete tevdi edilecek, hükümet de bununla diğer iç ve dış borçları ödeyecekti. Hükümet 10 yıldan önce borcun tamamını öderse sözleşme kendiliğinden feshedilmiş olacaktı. <br />
Hükümetin bu suretle ihale ettiği geliri 6 kalem olduğundan bu idareye “Rüsum-u Sitte İdaresi” (Altı Resim İdaresi) denilmiştir. Bu idarede 5714 görevli çalışmaktaydı. Bunlara verilen ücretler Osmanlı Devlet teşkilatının üst kademe ortalamasından daha yüksekti.<br />
<br />
<b>Muharrem Kararnamesi </b><br />
<br />
Hükümet Rüsum-u Sitte İdaresi ile Galata bankerlerine karşı ayrıcalıklı davranmış oluyordu. Dış istikraz kupon hamilleri buna karşı protestolarda bulundukları gibi Fransa ve İngiltere hükümet büyükelçileri de Bab-ı Ali nezdinde resmen protestoda bulundular. Durum siyasal bir boyut kazanmıştı. Oysa ki hükümetin öteden beri çekindiği şey bu durumdu.<br />
<br />
Bu aksaklığın giderilmesi amacıyla bir proje hazırlandı ve hazırlanan bu proje nota şeklinde 23 Ekim 1880’de yabancı ülke elçiliklerine tebliğ edildi.<br />
<br />
Bu notada Osmanlı hükümeti dış borçlara bir çözüm yolu bulunması için istikraz kupon hamillerine bir çağrı yapmakta ve aralarında yetkili murahhaslar seçerek doğrudan doğruya hükümetle görüşmeler yapmak üzere İstanbul’a göndermeye davet etmekteydi.<br />
<br />
Hükümet bu nota ile hükümetlere değil, doğrudan hamillere çağrıda bulunmakta ve hiçbir yabancı hükümetin müdahale etmesini böylece tasvip etmemiş olmakta idi.<br />
<br />
Hamiller bu notayı iyi karşıladılar. Seçtikleri murahhasları Eylül 1881 tarihinde İstanbul’a gönderdiler. Hükümet de görüşmeler için sadrazam Server Paşa başkanlığında bir komisyon teşkil etti.<br />
<br />
Görüşmeler başladı. Hamiller alacakları paraların anaparalarından da önemli ölçüde indirimler yaptılar. Bütün noktaların çözümlenmesinden sonra hükümet “Nizamname” adını verdiği ve mali çevrelerde “Muharrem Kararnamesi” olarak bilinen 28 Muharrem 1299 yani 20 aralık 1881 tarihli kararı yayınlayarak sözleşmenin kesin biçimini ilan etti.<br />
<br />
<b>Duyun-u Umumiye İdaresinin Kuruluşu</b><br />
<br />
Muharrem Kararnamesi’nin 15. Maddesi hükümlerine göre Rüsum-u Sitte idaresi yerine Düyun-u Umumiye gelirlerini idare etmek üzere İstanbul’da bir “Düyun-u Umumiye-i Osmaniye” idare meclisi kurulacaktır. Merkezi İstanbul’da olan bu komisyon 7 üyeden oluşacaktı. Bu yedi üyeden biri İngiliz ve Hollandalı borç verenler, biri Fransız, biri Alman, biri Avusturya, biri İtalyan, biri Osmanlı ve biri de mümtaz tahvil sahiplerini temsil eden üyelerden oluşacaktı. Üstelik süresi 5 yıldı ve üyeler yeniden seçilmek hakkını haizdiler. Üyelerin herbiri bir oya malikti ve kararlar çoğunluk oyuyla verilecekti.<br />
<br />
Bu meclisin her yıl hazırladığı bütçe hükümetçe tasdik edilecek, her ay ve her altı ayda bir hesap çıkarılacak, her yıl sonunda da bir bilanço çıkarılarak hükümete verilecektir. Hükümetin bir komiseri yönetim kurulu toplantılarında hazır bulunacaktır.<br />
<br />
1882 yılında çalışmaya başlayan “Düyun-u Umumiye-i Osmaniye Meclis-i İdaresi” yine kararnamenin 18. Maddesi gereği müfettişler tarafından denetlenebilecekti. Kararnamenin uygulama ve yorumundan doğan ihtilaflar 19. Madde gereği iki tarafın tayin edeceği 4 kişilik hakemler grubuna havale edilecekti. Hakem kararları kesin olacaktı.<br />
<br />
<br />
Bu yönetimin kuruluş biçimi, yetkileri ve çalışması ile ilgili olarak böyle bir komisyonun dahili hukuk sahasında mı yoksa devletler hukuku alanında mı inceleneceği konusu tartışmalar getirmiştir. Fakat kesin olan husus bunun tek yanlı bir kararname olmadığıdır. Nitekim kararnamenin 21. Maddesi bu kararnamenin ilgili devletlere tebliğini öngörmekteydi. Yine ilgili devletler bu kararnameden sonra Berlin Anlaşması’nda öngörülen daha resmi nitelikte bir komisyon kurulması yolundaki ısrarlardan vazgeçmişlerdir.<br />
<br />
<b>Devlet İçinde Devlet</b><br />
<br />
Bu komisyon gerçekte imparatorluğun mali haklarını zedeleyen, hükümranlık haklarına gölge düşüren ve mali yapıyı kontrol altına alan uluslararası bir yönetim biçimiydi. Adeta devlet içinde devletti. Bu idare kendi memurlarını dilediği gibi atama selahiyetini haiz idi. Nitekim Düyun idaresi 5000 kişilik bir kadro oluşturdu. Bu sayı 1912’de 9000 olmuştur. Konsey başlangıçta yalnız kendisine ait vergileri toplarken, daha sonra bir takım sınai ve ticari yatırımlara da girmeye başladı. Böylece Osmanlı Devleti’nin ekonomik iflası ve yabancı egemenliğine geçişi daha da hızlanmış oldu.<br />
<br />
<br />
Tipik bir gösterge olarak Osmanlı Devleti’nin mali denetimine ilişkin şu örneği verebiliriz: 1910-12 yıllarında Osmanlı Maliye Nezareti’nde 5500 memur çalışırken, Duyun-u Umumiye emrinde 9000 memur çalışmakta idi. Bütün devlet gelirlerinin %31,5’i Duyun’ca tahsil edilmekte idi.<br />
<br />
Duyun idaresine gelen gelirler, devletin zaten pek artmış olan bütçesinin durumunu daha da ağırlaştırmaktaydı. Duyun-u Umumiye memurları “Devlet memuru” sayılmakta, devletten bağımsız oldukları halde emekli maaşı almaktaydılar. Hatta Duyun bünyesinde çalışan yabancılara dahi yine devlet hesabına emekli maaşı vermek için ayrıca bir sandık kurulmuştu. Bu durum dünyanın hiçbir yerinde görülmemişti.<br />
<br />
Duyun idaresinin kurulması son dönem Osmanlı tarihi için önemli bir dönüm noktası olarak telakki edilebilir. Bu idare Osmanlı gelirlerini devlet içinde devlet misali topluyor, hissedarlarına dağıtıyordu. Bu idare sayesinde verdiklerini geri alacaklarından emin olan Avrupalı sermaye çevreleri, Osmanlı Devleti’ni yeniden borçlanmaya özendirmeye, bunun için fırsatlar oluşturmaya başladılar. Bu idarenin kuruluşundan sonra Osmanlı ekonomisinin gittikçe genişleyen bir alanı yavaş yavaş yabancı denetimi altına girmiş ve bu Osmanlı hazinesini değil, yabancı vergi sahiplerini güçlendirmeye başlamıştır. Bu idarede çalışan binlerce personel, Osmanlı şehir ve köylerine yayılarak Paris, Londra ve Berlin’deki kupon sahipleri adına vergi toplamaktaydılar.<br />
<br />
Osmanlı ülkesindeki beynelmilel haciz memuru Duyun-u Umumiye etkin bir mali örgütlenme kurmuştu. Bu kuruluşun modern bir bürokratik örgüt ve kayıt sistemiyle çalıştığı ve mali teknikleri uyguladığı biliniyor. Trajik olan husus, Osmanlı maliye örgütünün modern mali tekniklerle bu alacaklı kuruluş sayesinde yüzyüze gelmiş olmasıdır. Duyun-u Umumiye çağına uyum sağlayamayan Osmanlı maliye bürokrasisinin tersine gelirlerin kaynaklarını tesbitte ve toplamakta yeterli ve etkin bir biçimde çalışıyordu. 1880’lerden sonra yabancı yatırımların artmasında ve bunlarla ilgili mali işlemlerin düzgün yürümesinde Duyun-u Umumiye’nin payı vardır. Bu örgüt modern bir kuruluştu ve gelişmiş bir çalışma sistemine sahipti; ama yabancı bir mali kuruluştu ve Osmanlı ülkesinin iktisadi güç ve refahının gelişmesi için değil, temsilcisi olduğu alacaklıların ve yabancı yatırımcıların alacaklarının güvenliği için faaliyet göstermesi doğaldı. Duyun-u Umumiye hisseli kalkınma politikasını değil, alacakları sağlam kaynağa bağlama politikası izliyordu.<br />
<br />
Osmanlı ülkesindeki beynelmilel haciz memuru Duyun-u Umumiye etkin bir mali örgütlenme kurmuştu... Trajik olan husus, Osmanlı maliye örgütünün modern mali tekniklerle bu alacaklı kuruluş sayesinde yüzyüze gelmiş olmasıdır. Duyun-u Umumiye çağına uyum sağlayamayan Osmanlı maliye bürokrasisinin tersine gelirlerin kaynaklarını tesbitte ve toplamakta yeterli ve etkin bir biçimde çalışıyordu.<br />
<br />
<br />
Alınan borçların faizleri günün piyasalarına göre çok yüksekti. Avrupalı sermayedarlar, kendi ülkelerindeki düşük faizli yatırımlar yerine bol gelir getiren bu tür borçlanmaları desteklemişler, bu da bu sermayedarların bulundukları devletler tarafından bir politika olarak desteklenmek suretiyle Batı, Osmanlı İmparatorluğu’nu kıskacı altına almıştı.<br />
<br />
1914-18 yılları arasında süren 1. Dünya Harbi esnasında dahi Duyun idaresi kendisine bırakılan yerlerdeki gelirleri toplamaya devam etmiş, bunları tahvil sahibi sermayedarlara aktarabilmiştir. Fakat Osmanlı Devleti fiilen harbe girince Osmanlı Devleti yanında yeralmayan devletlere ait kuponların ödenmemesi yoluna gidildi.<br />
Milli mücadele devresinde ise, Ankara Hükümeti egemen olduğu alanlarda Duyun idaresi de dahil bütün gelirlere el koydu. Böylelikle Milli Mücadele’nin kazanılmasından sonra elinde kupon bulunan Avrupalı sermayedarlar, hiçbir teminatı bulunmayan kuponlarla kalakaldılar. Fakat borçların Lozan’da yeni bir statüye bağlanmasıyla Osmanlı borçları yeni bir devreye girmiş oldu.<br />
<br />
---------------------<br />
<b>Kaynaklar: </b><br />
<i>Yard. Doç. Dr. Faruk Yılmaz, Devlet Borçlanması ve Osmanlıdan Cumhuriyete Dış Borçlar, Birleşik Yay., İst, 1996</i><br />
<i>Prof. Dr. İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, Hil Yayın, 1987, İstanbul </i></div>altay ünaltayhttp://www.blogger.com/profile/01074664679964606101noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3211112078332654001.post-25983903075880986992008-01-02T09:56:00.001+02:002011-09-22T16:14:39.167+03:00Segmenter Toplum<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="0"><tbody>
<tr><td><div style="text-align: justify;"><span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"></span><br />
<div></div></div></td><td><div style="text-align: justify;"><span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"></span><br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"></span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgc2ZaquGP7kBUs-q4xFL1ehFqixXuWf2fCTBe50QLfDiwQlkwmNIP0ydaaesZr4SDVq_MHCLGryPGPONxcoRdwGQwFtJUtRiBu7zYYL-qjs-qXVK-IWTcQEyN-w8A8EE7U__-XPq46CmA/s1600/Image2.JPG" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgc2ZaquGP7kBUs-q4xFL1ehFqixXuWf2fCTBe50QLfDiwQlkwmNIP0ydaaesZr4SDVq_MHCLGryPGPONxcoRdwGQwFtJUtRiBu7zYYL-qjs-qXVK-IWTcQEyN-w8A8EE7U__-XPq46CmA/s1600/Image2.JPG" /></a></span></div><span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><a href="http://www.searchenginepeople.com/wp-content/uploads/2009/07/head-to-head-combat-276x300.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><br />
</a></span><br />
<div><br />
<br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı ile yine Türkiye’de siyasi arena karıştı. Sadece eşinin başörtülü olması, onun laikliğe inancı konusundaki verdiği bütün taahhütlere inanılmaması ve laik rejimin tehlikede olduğu çığlıklarının yükselmesine yetti. </span><br />
<a name='more'></a><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">AKP iktidarınca çalışmaları başlatılan yeni bir sivil anayasa hazırlığı ise bu karşılıklı güvensizliği yumuşatmak şöyle dursun, endişe ve vehimleri son noktasına kadar getirdi, sinirleri iyice gerdi. </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">Artık adı medya ve sokak argosunda “laikçi – dinci kavgası” olarak konmuş bir toplumsal fenomene birkez daha tarih ve sosyolojinin ışığında yaklaşmak istedik. Sözkonusu fenomenin adı daha kibar ve akademik çevrelerde “segmentasyon” olarak geçmektedir. </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">Bildiğim kadarıyla Türk toplumundaki segmentasyondan ilk söz eden Prof. Şerif Mardin hocadır. Dolayısıyla onun adını anmadan bu konuyu işlemek kadirşinaslığa aykırı olurdu. </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">Kelime anlamıyla segmentasyon “halkalanma” ya da “bölümlenme” demek olup, daha çok biyolojide ve tabii bilimlerde kullanılan bir kavramdır. Kelime “halka” ya da “bölüm” anlamına gelen “segment”ten türemedir. Örneğin biyolojide yer solucanı, bağımsız ve kendi başına yaşayabilme yetisine sahip “segmentlerden” oluşur. Bu nedenle bir solucanı ikiye bölmek ölümüne neden olmaz. Yaralar hızla kapanarak iki ayrı solucan ortaya çıkar. Sosyal bilimlerde çeşitli toplumsal kümeleri adlandırmak için daha çok “sınıf” tabiri kullanılmaktaysa da, sosyal sınıfların, sosyolojide adet olduğu üzere temellendirilegeldiği gelir seviyesi ya da meslek olgusu, Türk toplumunda uzun süredir gözlenen belirgin farklılaşmayı açıklamaktan uzak kalmıştır. Türk toplumunda sınıflar şüphesiz vardır; ama bunlar kendi varlıklarını siyasi-toplumsal olaylar alanında pek belli etmemektedirler. </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">Siyasilerimiz, Türk toplumunun sınıfsız-imtiyazsız bir toplum olduğunu her vakit ve her vesile ile vurgulamaktan zevk alırlar; ancak durum ilk bakışta anlaşıldığı gibi değildir. Türkiye’de sınıf ilişki-çelişkileri siyasi hayata ya yansımamakta, ya çok az, ya da dönüşerek yansımaktadır. </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">Bugün Türk toplumu, birtakım semboller etrafında birleşen insanlardan oluşan kümelere ya da “segmentlere” bölünmüş durumdadır. Bu segmentler içinde her sosyal sınıftan insan görmek mümkündür. Siyasette çokça kullanılan bu segmentlerin sembolleri (örneğin bayrak, Atatürk, din, Türklük, Batılılaşma, laiklik gibi) birer sosyal kimlik oluşturmakta olup; sembollere yapılan bir saldırı insanların kendi kimliklerine saldırı gibi anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bu sembolleri korumak için siyasete atılmak iddiası, birçok politikacıya çok oy getirmekte ve onlar da ne için seçildiklerini iyi bildiklerinden, meclis ve sivil siyasette bu semboller kavgası sürüp gitmektedir. </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">Soyut semboller uğruna mücadelenin bir toplumun insanlarına, somut ekonomik çelişkiler için mücadeleden daha çekici gelmesinin, o toplumun dahil olduğu kültür ve uygarlık açısından iyi mi, yoksa kötü mü olduğunu söylemek zor. Bunun, o uygarlığın yüksek bir düzeye erişmesinden ve insanlara kolaylıkla, gündelik sorunları aşan yüksek idealler aşılayabilmesinden geldiği söylenebileceği gibi; o uygarlığın bir bunama çağına girdiği ve artık hayatın gerçekleriyle bağdaşamadığı da söylenebilir. Bunun tartışması bu yazının konusu dışındadır. </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">Semboller mücadelesi mi daha şiddetli olur ve bir topluma daha pahalıya patlar; yoksa sınıf mücadelesi mi? Burada ancak şunu kesinlikle söyleyebiliriz: Sınıf mücadeleleri toplumsal iktisadi bölüşümde uzlaşmazlık nedeniyle olduğundan daha reeldirler ve bir uzlaşma zemini bulmak, ya da elde edilecek hasıla için tabir caizse pazarlık etmek, daha olasıdır. Oysa segment mücadeleleri semboller etrafında döndüğünden daha duygusal bir zemindedir ve neyin çatışmaya, neyin uzlaşmaya götüreceğini kestirmek zordur. Ya da başka ifadeyle, kimlik ve kişilik konusunda pazarlık etmek daha zordur. </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">Kelimenin geniş manasıyla segmentasyon sadece Türk toplumuna özgü bir özellik değildir. Dünyanın bütün toplumlarında ya da milletlerinde bu olguya az çok rastlanır. Bütün toplumlarda hemşerilik, Amerikan toplumu gibi çok dinli bazılarında da din bir ortak semboller kümesi oluşturarak alt kimlikler yaratır. </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">Aslında bu endişe edilecek bir durum da değildir; insanın toplumsallaşmasını artırdığından faydalıdır ve birçok araştırma-inceleme ulusal düzeyin altındaki bu küçük toplumsallaşmalara önem verirler. </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">Ancak segmentasyon Türkiye’deki gibi segmenter kimliklerin birbirlerine hasım bir konum almaya başladığı toplumlarda zararlı hale gelmeye başlar. Eğer segmentasyon, karşılıklı tırmandırma ile belli eşik değerleri aşacak olursa da “millet” denen bütün tehlikeye girer. Yakın geçmişte sıksık siyasette gözlediğimiz de bu oldu. Sınıfların varlığı milletin bütünlüğüne bir tehdit oluşturmaz; çünkü sınıflar ayrımı ve ilişkileri, yukarıda da değindiğimiz gibi, toplumsal hâsılanın bölüşüm düzeyinde cereyan eder. Ancak segmentler “idealar düzeyinde” ya da “manevi alanda” bir farklılaşma oluşturduklarından segment bağlılığının uygun koşullarda millet bağlılığının yerini alması tehlikesi vardır. </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">Sizce bunlar tehlikeyi olduğundan fazla mı abartıyoruz? O halde yakın geçmişte ve hatta şimdi Türk politikasında rakiplerin birbirlerini vatana ihanet, gaflet ve delaletle suçlama sıklığını araştıralım. “Kemalist” ve “İslamcı” kelimeleri etrafında dönen kamplaşmaların ne derece bir toplumsal histeriye döndüğüne dikkat edelim. “İslamcı örgütlenmelerin” varolan düzeni içten yıkmaya çalıştıkları; ya da “Laikçi elitlerin” bu ülkede özgürlükleri ve milli kimliği yok ederek; ülkeyi felakete sürüklemek istediği gibi felaket senaryolarına kulak verelim. </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">Hemen belirtmeliyim ki, burada bu çatışmanın bir tarafını suçluyor değilim. Müsaadenizle “bütün tarafları” suçlayacağım. Aşağıda açıklayacağım gibi yanlış varsayımlardan hareket etmektedirler ve böyle sürdürürlerse yol açacakları zararlardan tarih önünde sorumlu olacaklardır. </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">Bu ülkede 30 yıla yakın bir süre insanlar öldürüldü. Özellikle 1970 - 1980 döneminin sokak terörü, çözümlememiz açısından çarpıcıdır. O dönemde şiddet içeren parçalanma “sol” ve “milliyetçi” kavramları etrafında idi. Hepsi de ülkeyi kurtarmak amacıyla hareket ettiğini iddia eden gençlik kümeleri “karşı segmentin” gençlik kümeleriyle çatıştılar. Her iki tarafta da kanaatler samimi ve karşılarındakiler “ülke düşmanıydı”. Bu gençlerin, çatışmalarda en önde yer alanlarının daha çok alt düzey gelir grubu ailelerden geldiklerini görüyoruz. Dolayısıyla bu olaylar da bir sınıf çatışması değildi. Her iki taraf da karşıtlarını “kandırılmış” görüyorlar ve Türkiye için sosyal adalete dayanan ve alt gelir gruplarıyla üsttekilerin arasını kapatmaya yönelik ekonomik reformlar öneriyorlardı. </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">Bu çatışmaların “şehitleri” bugün de düzenlenen legal-illegal törenlerle anılır. Bu törenlerde bugün coşan, bazen de intikam yemini eden yeni nesiller, aslında bu olaylar olduğunda ya doğmamışlardı ya da küçük birer çocuktular. Ancak “şehitlerini” bu olayları sanki dün kendileri yaşamış gibi bir duygusallık içinde anmaları bize segmenter kimliklerin bu toplumda artık kurumlaştığını gösteriyor. Yani segmenter kültür aynı canlılıkla nesilden nesle devrediliyor. </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">Yakın geçmişte bazı terör olayları sonucu bu listeye ne yazık ki, örneğin Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı ve Hrant Dink gibi isimler eklenmiştir. Bu olaylar olduğunda da geniş insan kümeleri resmi makamların soruşturmasını beklemeden derhal hükümlerini vermişler ve “segmenter karşıtlarını” toptan suçlamakta bir sakınca görmemişlerdir. </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">Bu çatışmalara karışanların ya da karşıtlarınca suçlanan bazı mihraklarla ilişkisi olanların bu toplumda azınlığı teşkil ettiği, dolayısıyla böyle bir toplumsal çözümlemede delil teşkil etmeyeceği gibi karşı iddialar ileri sürülebilir. Ancak hepimiz biliyoruz ki, bu şekil toplumsal hadiselerde uç veren unsurlar her zaman benzer görüşleri paylaşan büyük kitlelerin daha aşırı ve küçük bir bölümüdür. Katılım az olsa da sempati çevresi çok daha geniştir. Nitekim 1970-80 arası dönemden sonra gelen sıkıyönetimin yetkilileri de “kahveler bölünmüştü; aileler kız alıp vermeyi bırakmıştı” gibi açıklamalar yaptılar. </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">Bütün bunlara bakarak segmentasyonun Türk toplumunda yıllardır sürdüğünü ve son birkaç yılın eseri olmadığını söyleyebiliriz. 1970-80 arası dönemde segmenter kimlik “sol” ve “milliyetçi” çelişkisiyle açığa çıkmıştı. Sonra isimler değişerek “Kemalist” ve “İslamcı” kelimeleri şöhret buldu. Bir başka fark; 12 Eylül 1980’den önce sol ve sosyal demokrat çizginin “kökü dışarıda bir fikriyata” mensup olmakla suçlanmasıydı. 28 Şubat 1997’den sonraki dönemde İslamcılık aynı şeylerle suçlandı. Ancak bunlar yeni oluşumların adı değildir; aşağıda açıklayacağımız gibi temelde sürekli olan karşıtlık her dönemde yeni bir çehreye bürünmektedir. </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">Çatışmacı segmentler için karakteristik olan; sadece Türkiye’de değil Batılılaşma şoku ile karşılaşmış birçok doğu toplumunda da görülmeleridir. Doğu toplumları deyince İslam ülkelerini, Rusya’yı ve kimi Balkan ülkelerini kastediyoruz. Bu ülkelerin tarihlerinde de birbirine çok benzer şekilde bir “din-dünya birliği” telakkisine rastlıyoruz. </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">“Din-dünya birliği”, Ortodoks Hıristiyan dünyada ve İslam dünyasında rastlanan, Batı Avrupa toplumlarına genellikle yabancı bir tarihi vakıadır. Ortodoks ve Müslüman toplumların kendi tarihsel gelişim süreçleri içinde siyasi iktidar din müessesesini de bir “devlet kurumu” haline getirdiğinden, bu toplumlarda felsefi özerklik ve bunun somuta yansıyışı olan kurumsal özerklik yoktu. Siyaset, din ve toplum yekpare bir bütün arzederdi. Bu bütünün oluşturduğu uyumlar dünyasında toplumun bütün unsurları vücuttaki çeşitli organlar gibi konumlarını alırlardı. </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">Bütün müesseselerin “tek ve ideal” bir amacı vardı. Bu toplumlarda bütünlüğü “amaç birliği” sağlardı; bunun bugüne ilişkin karşılığı “kültürel milliyet” bağıdır; yani o milletin kültürünü kabul eden herhangi biri, aslı ne olursa olsun o milletten olur. </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">Batı Avrupa toplumlarının, en azından son 400 yıllık tarihi, dini dünyevi kurumlar arasında gergin ilişkiler ve dolayısıyla kategorik ayrımlara dayandığından, Batı toplumları içinde Modern Çağ’a yol açan hareketler, ilk dönemleri hariç, topluma tehdit olarak algılanmadı; çünkü bu toplumlar kategoriler kargaşasına alışkındı. Bu tarihsel süreç içinde giderek toplumsal bütünlüğü “köken bağı” sağlar oldu. Bunun bu güne ilişkin karşılığı “etnik milliyet” bağıdır; o milletten olmak için soy olarak o millete dahil olmak gerekir. </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">Bunun bugün Batı’da tek büyük istisnası Amerika Birleşik Devletleri’dir. Burada toplumsal bütünlüğü “ülke bağı” sağlar. Amerikan tarihi boyunca türlü güçlüklere katlanarak bu ülkeye göçmüş insanların ve onların soyundan gelenlerin bu ülkeyi bir “ideal” kabul ettiği varsayılır. </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">Yukarıdaki satırlardan anlaşıldığı gibi, arka-plan çözümlemesini, Doğu toplumlarının “idealar dünyasına” dayandırarak ya da F. Fukuyama’nın tabiriyle “timotik düzeyde” yapıyorum. Bilindiği gibi, “Timos” Eski Yunan’da insan ruhunun öfke, gurur ve saygı gibi duyguları salgılayan bölümüdür. Çözümlemeyi böyle yapmanın iki sebebi var: </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">1) Daha önce belirtildiği gibi, konu bir toplumsal bölüşüm sorunu değildir; dolayısıyla somut düzeyde değildir. Soyuttur; kimlikle ve bunun etrafında dönen “hayat tarzları” ile ilgilidir. </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">2) Modern dünyanın dayattığı teknolojik ve bilimsel ilerleme, sanayileşme ve şehirleşme gibi somut yenilikler konusunda herkes fikir birliği içindedir. Bunlar çatışma konusu değildir. </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">19. y.y.da Batı’nın ilerleyen dalgası en şiddetli sadmeyi İslam dünyasında yaptı. Birçok İslam ülkesi bir anda sömürge haline geldiği gibi; bundan kurtulabilen kimi bazıları, örneğin Türkiye ve Iran, eski “parlak” günleri ile kıyaslanamaz bir horlanma ile karşı karşıya kaldılar. Felaket ölçüsüz derecede büyüktü. Bir toplumun var kalması ya da sömürgeci güçlerce yutulması sözkonusuydu. Bu olağanüstü halde süratle ve çok da ayrıntılandırılmamış bir takım gelecek projeleri geliştirildi. Bunlar kabaca iki bölüme ayrılabilir: </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">1) Eski toplumsal düzeni ve onun temellerini oluşturan gelenek ve dini telakkiyi tavizsiz korumak; teknolojik ve bilimsel gelişmeyi sağlamak; hatta mümkünse bu gelişmeyi ordu gibi çatışmada en ileri cepheyi oluşturan kurumlarla sınırlamak. </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">Ancak bunun nasıl olabileceği konusunda inandırıcı bir plan ve program önerisi olmadı. </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">2) Tam Batılılaşmış bir millet olmak. Yani teknolojik ve bilimsel gelişmeyi Batı tipi bir toplumsal modelin ürettiği varsayımıyla bütün toplumu Batılılaştırmak. </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">Ancak burada da toplumsal kimliğin, dolayısıyla toplumsal varlığın nasıl korunacağı konusunda inandırıcı bir plan ve program önerisi olmadı. Doğu toplumları 20. y.y.a bu fikirlerin oluşturduğu kargaşa ortamı içinde girdi. </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">Ortodoks dünyada radikal Batılılaşmacı bir proje olan Marksizm, gerekirse şiddet uygulanarak yürürlüğe kondu. İslam dünyasında ise siyaset düzeyinde genellikle eklektik (yani her iki fikir demetinden de unsurlar taşıyan) projeler uygulanmaya çalışıldı (Kemalizm ve daha az ölçüde Nasırizm gibi). Ancak bu projeler de sorunu tam olarak halledemedi ve sonuçta İslam ülkelerinde (Türkiye dahil) bugünün, tabir caizse “yarılmış toplumsal bilinç dışı” oluştu. Siyasette, sanatta ve diğer toplumsal faaliyet alanlarında “Batıcılar” ve “Gelenekçiler” ortaya çıktı. </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">Sorunları çözmeye başlamak sorunların varlığını kabul etmekle başlar. Bugün bu ülkede, en azından sivil siyaset düzeyinde, bu bölünmenin tezahürlerini görüyoruz: Modernleşmek ve Batılılaşmak ya da Türk ve İslam kalmak. Elbette bu iki ana fikir akımının temsilcileri, karşı tarafı simgelemek için kullandığımız kelimelerin kendilerine de ait olduğunu söyleyeceklerdir. Bu satırların yazarı da bu konudaki samimiyetlerine itiraz edemez. Burada sözkonusu olan baskın sembollerdir ve bu semboller etrafında oluşmuş olan segmentler için sorunun mantık düzeyinde tartışmasından çok sembollerin bizatihi kendilerine bağlılık önemlidir. Çünkü artık onlar bir KIMLIK oluşturmaktadır. </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">Şimdi Türkiye’deki çatışmanın bütün taraflarını neden suçladığıma geliyorum. Her iki taraf da yanlış bir varsayımdan hareket etmiş; ve kendi segmenter özelliklerini bütün millete teşmil ederek karşı tarafı “küçük bir azınlık” gibi göstermeye çalışmıştır. Oysa bu toplum içinde bir tarafa ilgi gösteren kadar öbür tarafa da ilgi gösteren olduğunu anlamalıyız. </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">Toplumsal bilinç dışı bu şekilde yarılmış ülkelerde, devlet ve siyaset elidinin de bir “orta yolcu” kimlik üretmeleri ve bölünmeyi engellemek için gerekirse antidemokratik yöntemlerle bunu topluma giydirmeye çalışmaları garip karşılanmamalıdır. Bu, ülkesini birlik ve beraberlik içinde görmek isteyen her devletin “gayrı ihtiyari” bir refleksidir. Türk Devleti de “Kemalist milliyetçiliği” böyle bir devlet kimliği olarak benimsemiştir. Ancak 20. yüzyılın büyük bölümü boyunca süren bu “kimlik dikte etmek” pek başarılı bir sonuç vermedi. Hepsi de aslında “bütünlük ve uyumu” arayan bir Doğu kültürünün etkisi altındaki Batıcılar, Gelenekçiler ve Devlet, satranç oyununda şah çekmenin imkansız olduğu “pat” durumuna benzer bir hal oluşturdular. </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">Burada sözlerimin yanlış anlaşılmaması için şunu vurgulamakta fayda var: </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">Türkiye’deki insanların büyük çoğunluğu İslam dinine mensup olmaktan mutlu olduğu gibi, cumhuriyetin önemini de kavramakta ve Milli Mücadele’yi zaferle bitiren Mustafa Kemal Paşa’yı da büyük bir kahraman olarak sevmektedir. Ancak değişik segmentler arasında ve segmentlerle resmi devlet ideolojisi arasında İslam dininden anlaşılan farklı olduğu gibi, cumhuriyetten ne anlaşıldığı ve Mustafa Kemal Atatürk’ün ne yaptığı ya da yapmak istediği konusunda da farklı kanaatler vardır. “Yoktur” diyen olursa, Türk demokrasisinin, kitlelere mal olmak açısından geliştirdiği en başarılı proje olan merkez sağ fikriyatın iktidarlarına genellikle askeri darbelerin son verdiğini; dolayısıyla, en azından ordu ile kitle partileri arasında temel konularda görüş ayrılığı olduğunu hatırlatmak isterim. </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">Sorunun çözümü için böylece ilk adımın ne olduğu ortaya çıkıyor: Nispi bir istikrar oluşturmuş bu pat durumunu, milletin üzerinde uzlaştığı yeni bir proje gelene dek bozmama. Tabii ki bu bir ara çözümdür. Ve sorunları sürekli erteler. </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">“Artık kaybedecek vaktimiz kalmadı; sorunu hızla çözelim” diyerek tek yanlı ve iyi düşünülmemiş bir müdahale sorunları daha da içinden çıkılmaz hale getirir. </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">Buna iyi bir örnek yakın geçmişteki sekiz yıllık temel eğitim konusudur. Tarafların konuyu o dönemde nasıl ele aldığını hatırlayınız.; tipik segmenter çatışmaya işarettir. Kısa zamanda bayraklaştırıldığından bütün demokratik ve makul ülkelerde olduğu gibi teknik düzeyde tartışmalar değil; savaş halini andıran duygusal sahneler yaşandı . Ben, o dönemde sekiz yıllık “kesintisiz” eğitimin niçin “kesintilisinden” daha iyi ya da kötü olduğu konusunda bu kadar karşılıklı ısrarı haklı çıkartacak makul ve teknik bir tartışma izlemiş değilim. </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">Çocuklarımızın sekiz yıllık temel eğitim almasına ben de taraftarım. Ama yeri gelmişken; bu projeden maksat, İmam Hatip Liseleri’nin orta bölümlerini kapatarak gelenekçi İslamcı partilerin taraftar kazanmasını önlemek ise, yüzyıl başı Osmanlıda öne sürülen “medenileşmek için toptan Hıristiyan olalım” gibi fikirler bana daha gerçekçi geliyor. Devletin, milletine dinini öğretmek için açtığı okulların kamu düzenini bozduğu iddiası segmenter çatışma içindeki Türk kamuoyunda çok ciddiye alınabilir; ama hiç olmazsa bu iddianın yurtdışında duyulmamasını sağlamalıyız; çünkü ben ülkemin yurtdışında alaycı tebessümlerle izlenmesini görmek istemiyorum. </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">Öte yandan gelenekçi segmentin liderleri de, bütün okulları İmam Hatip yaparak toplumsal seyirde değişiklik yapacağını zannediyorsa, burada İmam Hatip kökenli ateist dostlarımı anmadan geçemeyeceğim. Nihayet insan özgür bir varlıktır. Kendi seçimini kendi yapar. Bu tür çekişmelerin hasıl ettiği bir tek sonuç olacaktır: Segmenter kimlik karşıtlıklarını tırmandırma. Oysa politika bir “maliyetleri düşürme” sanatıdır. Toplum zaten akacağı mecrada akmaktadır. Politikanın görevi bu akışı kolaylaştırmak ve toplumsal maliyetleri düşürmektir. </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">Devlet bu tür sürtüşmelerde taraf tutmamak zorundadır. Çünki eğer devlet gücü bir segmentin yanında öbürüne karşı seferber edilerek milli birlik sağlanmak istenirse, nihai zafer için Türk milletinin bir ya da öbür yarısını imha etmek gerekir. Ancak devletin tarafsızlığı ne yazık ki, bu olayları izleyen yıllarda geniş bir şekilde konan ve imam hatip liseleri ve ilahiyat fakültelerine de yaygınlaştırılan başörtüsü yasağı ile zedelendi. Şimdi, üyesi olmaya çalıştığımız Avrupa Birliği vatandaşı bir İngiliz ya da Fransıza müstehzi gülümsemelerle baş sallatacak şöyle bir olay gelişiyor: Devlet okulları olan imam hatip liseleri ve ilahiyat fakültelerinde verilen din eğitiminde kadınların başını örtmesinin dinin bir emri olduğu çocuklara ve gençlere öğretilir; yine devlet kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı da verdiği bir fetva ile bunu teyit eder. Okullarına ve hocalarına güvenen iyi niyetli çocuklar ve gençler de bu bilgiyi aldıktan ve kabul edip uygulamak üzere başlarını örttükten sonra da başörtüsü bu okullarda yasaklanır. Eh ne demişler: “Bien pour l’orient." </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">Bu satırların yazarınca çözüme ikinci adım, Türkiye’de işleyen, yani karşılıklı diyalog sağlayan bir demokratik düzen oluşturmaktır. Demokratik bir devlet, bütün görüş ve fikirlere eşit uzaklıkta olmalı; tartışmayı sonuna dek güvenceye almalı ve şiddeti de şiddetle cezalandırmalıdır. Bunun yolu bütün fikir yasaklarını kaldıracak; ancak yer, zaman veya hedef göstererek insanları şiddete sevketmeyi yasaklayacak bir fikir hürriyeti kanunundan geçiyor. Bu kanundaki tanımlar açık ve net olmalı; uygulamada fikir hürriyetini engelleyecek şekilde yozlaşmalara izin verilmemelidir. </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">Bu makalenin hacminin kapsamlı bir araştırma için çok dar olduğu açıktır. Bu nedenle yazılanlardan maksat yeni bir perspektifi tartışmaya açmak ve yeterli araştırmaların yapılabilmesi için bir uyarıcı olmaktır. Sonuçlarımızı tekrarlarsak, ülkemize sürekli vakit ve enerji kaybettiren toplumsal segmenter çatışma sorununun çözümüne iki aşamalı bir yaklaşım önerdik: </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">1) Devletin tarafsızlığı: Devletin karşıt toplumsal segmentler arasında tercih yapmaya kalkarak dengeleri bozmaması. Bu uygulama uzun yıllar başarıyla tecrübe edilmiş olduğundan itiraz edilecek bir yanı yoktur. </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">2) Demokrasinin geliştirilmesi: Toplumun üzerinde ittifak edeceği bir çözümün ortaya çıkması için insanlığın elindeki en gelişmiş yöntem olduğundan, burada da itiraz edecek bir yan yoktur. </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">Birkez daha tekrarlamalı ki, sorunları çözmeye başlamak sorunların varlığını kabul etmekle başlar. Segmentasyon toplumsal bir vakıa olarak kabul edilmesi ve her siyasi sıkıntıya düşüldüğünde kaşınmaması gereken bir toplumsal vakıadır. </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">Ama tuhaf bir şekilde “milli birlik ve beraberliğe çok ihtiyacımız olduğu şu dönemde ...” diye başlayan siyasi söylevlerin büyük çoğunluğu devamında bir segmentin değerlerine saldırır. <b>Segmentasyonun nedeni toplumumuzda 200 yıldır devlet elitleri eliyle yürütülmeye çalışılmış batılılaşmadır. Ama segmenter bir topluma yönelik bir yazı yazdığımdan, burada Batılılaşmanın kötü birşey olduğunu kastetmediğimi de yazıma eklemek zorundayım. Bu anlamda artık uyum içinde bir Osmanlı toplumu değiliz; aradan geçen iki yüzyıl içinde başka birşey olduk. <br />
</b></span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">Batılı da değiliz; çünkü (bütün segmentler dahil) gerek yönetici elitler gerekse de halk olarak, toplumsal bilincin 200 yüzyıllık Batılılaşma ile cilalanmış ince katmanı kaldırıldığında, hala alttan Şark despotizmi ve feodal yapılarının çıktığı görülüyor. </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">O halde doğru siyasetin ilk gereği kendimizi tanımaktır. Bu zaten bütün bilgilerin de temelidir. Bilimin görevi burada başlıyor; siyasetin bilimi dinlemesinin gerekliliği de ...n</span><br />
<hr /><span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><sup>1</sup><b>Bien pour l’orient: </b>Fransızca “Doğu için iyi.” Fransız edebiyatında Doğu ülkeleri ve özelde Osmanlı ve Türkleri hicvetmek için kullanılan deyim. Aslında Batılı standardın altında kötü olan ama Doğu’da yapıldığında yine de kabul edilmesi gereken şeyler; çünkü Doğu’da standartları gelişmişlik seviyesine uygun şekilde daha düşük tutmak gerekir. </span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT"><br />
</span><br />
<span id="ctl00_CPH_SITE_News1_LBL_CONTENT">Burada kaydedilmesi gereken bir başka nokta, kendimiz hakkında en değerli kanaatin kendimizinki olmasıdır. Ancak biz kendi anlayış biçimlerimizin çözümsüzlüğü içinde öylesine boğulduk ki, bakışımızı tazelemek için ister istemez Brechtvari bir yabancılaştırma efekti gerekiyor. </span></div></div></td></tr>
</tbody></table>altay ünaltayhttp://www.blogger.com/profile/01074664679964606101noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3211112078332654001.post-4606100826275388002006-09-16T15:38:00.004+03:002011-09-16T15:44:04.774+03:00'Batı direncimizi kırmak istiyor'<div class="ArticleTitle"></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgRnmaip0hG2zzY85mthsPmFWJmJjkInMtW1zELMxl1L3siXLlUu5G2MOMVS35_FSvoy-ndVlbG39rOj7PhMpk75q1JO8dTU9ot3tbrtclrgA6_unw68SjlDM8t4cEF16LEsMSk-0B78mE/s1600/Image18.JPG" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgRnmaip0hG2zzY85mthsPmFWJmJjkInMtW1zELMxl1L3siXLlUu5G2MOMVS35_FSvoy-ndVlbG39rOj7PhMpk75q1JO8dTU9ot3tbrtclrgA6_unw68SjlDM8t4cEF16LEsMSk-0B78mE/s1600/Image18.JPG" /></a></div><div class="ArticleDate">12 Şubat 2006 </div><div class="ArticleDate"> </div><div class="ArticleDescription">Milli Gazete'ye konuşan YARIN Dergisi yazarı Altay Ünaltay, “Batı, Müslümanları ilkel ve şiddet düşkünü bir kültürün çocukları olarak göstermek istiyor” diyor</div><div class="ArticleDescription"> <span class="NoPrint Image"></span></div><br />
<b>Türkiye Avrupa Birliği’ni bir Medeniyet Projesi olarak görüyor. Bu yanlış bir hedef değil mi? Türkiye 1100 yıllık bir medeniyetin temsilcisi, AB ise daha kurulalı 50 yıl oldu. Üstelik ekonomik bir birlik olarak kuruldu.</b><br />
Avrupa, miladi 5. yüzyılda Roma kentini alarak Batı Roma’yı yıkan Germen kralı Odovakar’dan beri Roma imparatorluğunu tekrar kurma peşindedir. <br />
<a name='more'></a>Ama yüzyıllarca bunda başarılı olamadı. Kuzeydoğu’dan gelerek Batı Roma’yı istila eden göçebe Germen kabileleri (ki buna tarihte “kavimler göçü” denir). Zamanla yerleşikliğe geçerek bugünün Avrupalı devletlerine dönüştüler. Kendilerine evrensel Roma fikrini ise manevi vaftiz babaları Katolik Kilisesi aşıladı. Ama bu Germen kabileleri göç halinde oldukları dönemlerden beri birbirlerini sevmezler. Birleşip Roma’yı kurmak ama sevmedikleri yekdiğerinden ayrı durmak. İşte Avrupa tarihi, bir yönüyle de bu “sevgi-nefret” ilişkisinin damgaladığı, yüzyıllar boyu sürmüş savaşların, çatışmaların, anlaşmazlıkların huzursuz tarihidir. Ve bu haliyle de bir medeniyet projesi olamaz. Tarihte Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’nun, Napolyon’un, Hitler’in başına geldiği gibi (ki bunların hepsi aslında Birleşik Avrupa projeleri ya da takipçileri idiler), bu proje de kendi ağırlığı altında çatırdıyor. Bir türlü atlatılamayan iktisadi durgunluk ve ardından gelen ve Avrupa anayasasına redle sonuçlanan referandumlar tekrar dağılmanın işaretlerini ufukta gösteriyor.<br />
<b>Türkiye, AB’yi bu kadar önemserken, Avrupa Türkiye’yi öteki olarak görmeye devam ediyor. Ve sürekli bekleme odasında tutuyor? Bu konudaki düşüncelerinizi alabilir miyiz?</b><br />
Birçok açıdan biz Avrupa’da ötekiyiz. Çünkü Avrupa’nın erişmeye çalışıp da yüzyıllardır başaramadığı imparatorluk bizim tarihimizdir. Ya da şairin dediği gibi “kudret ve zafer bizlere mirastır dedemizden”. Bu nedenle Avrupa açısından Türkiye hala “tehlikeli” bir ülkedir. Diğer kavim kökenli devletler gibi mütevazi bir antite değildir. Tabir caizse içinde farklı ama güçlü bir başka evrensellik iddiası uyumaktadır. Ve bu her an uyanabilir. İslam dünyasını biryana bıraksak dahi, AB’ye giren bir Türkiye, kısa sürede, özellikle AB’ye dahil Doğulu-Ortodoks ülkelerle birlikte içeride ayrı baş çekmeye başlayabilir. Şaşırtıcı belki ama Osmanlının tarih boyu Ortodoks toplumların da devleti ve Bizans’ın varisi kabul edildiğini unutmayalım.<br />
<b>Türkiye’yi kuşa çevirdiler</b><br />
<b>Peki bizi AB’ye hangi şartlarda alırlar?</b><br />
Bu ve benzer mülahazalarla Batı’da Türkiye hep tehlikeli görüldüğündendir ki, eğer birgün olur da AB’ye girecek olursak, Nasrettin Hoca’nın tabiriyle Türkiye’yi “kuşa çevirmeden” bunu yapmayacaklardır; kolunu kanadını kesecekler, siyasi iradeyi felç, ekonomisini de tamamen dışa bağımlı ve zayıf hale getirecekler ve muhtemelen bölünmek üzere olan ya da bölünmüş bir Türkiye’yi AB’ye kabul edeceklerdir.<br />
<b>Biliyorsunuz son olarak karikatür tartışması hortladı. Bu tartışma durup dururken nereden çıktı? Karikatürler yayınlanırken, basın özgürlüğü ve fikir özgürlüğü kavramları dayanak gösteriliyor. Bir milletin dinine ve geleneklerine hakaret etmenin basın ve fikir özgürlüğü ile bağdaşır bir yanı var mıdır?</b><br />
Bu olayın bence iki vechesi var. Birisi Hollanda, Danimarka ve Norveç gibi ülkelerin kendine özgü liberal kültürüdür. Hatırlarsınız bundan bir müddet önce Hollanda’da Pim Fortuyn adında bir eşcinsel politikacı öldürülmüş ve bunun suçu oradaki Müslüman göçmenlerin üzerine atılmıştı. Daha sonra bu suçtan bir başka Hollandalı hayvan hakları eylemcisi tutuklandı. Ama İslam’a husumet yatışmadı. Pim Fortuyn aslında olayların kavşağında bir kişilikti: Müslümanları ülkesinde istemiyordu. Kendi bir eşcinsel ve eşcinsel hakları savunucusu olarak, eşcinselliğin hoşgörüyle karşılandığı Hollanda toplumunda bunu hoşgörmeyen Müslüman göçmenlerin ayrı baş çektiğini ve toplumsal uyumu bozduğunu söylüyordu. Kendi hoşgörüsüz değildi ama hoşgörüsüzlük yayan bu kültür Hollanda’dan gitmeliydi!<br />
<b>Peygamberimize yönelik bu karikatürlerin yayınlanması bilinçli bir provokasyonun ürünü müdür? Yoksa birkaç karikatüristin işgüzarlığı mı?</b><br />
Şimdi aynı şekilde, bu ülkelerin makamları ve gazeteleri bir dinin peygamberi ile alay etmenin kendi standartları açısından mümkün olduğunu düşünüyor ve konuyu ifade özgürlüğü bağlamında ele alıyorlar. Aslında ben karikatürleri ilk yayınlayan gazeteye bundan aylar önce bir protesto mesajı yazmış ve kendilerini, savundukları aynı fikir özgürlüğü adına “çocuk pornografisi” ya da “çocuklara tecavüz” (ki bu toplumlarda bu rezaletler yaygın olarak yaşanmaktadır; kendi istatistikleri buna şahittir!) mağduru çocuklarla da ilgili başka karikatür yarışmaları düzenlemeye davet etmiştim. Öyle ya, madem fikir özgürlüğü önünde hiçbir çekince, hiçbir ar perdesi, hiçbir üst ilke kalmamalıydı; o zaman hodri meydan! Bu konuda bir cevap alamadım.<br />
<b>Batı, parçalamayı sever</b><br />
<b>Batı’nın tavrına karşı koyabilecek başka güç var mı?</b><br />
Rusya ve Çin var ama siyasal bütünlüklerini hala korumakta olduklarından bunların parçalanması elzemdir. Batı ergeç bu yola yönelecektir. Ancak bence burada yapılmak istenen Protestan bir Batı kültürünü bu medeniyetlerin yerine geçirmek değil. Yapılmak istenen kapitalizm ve serbest piyasanın zincirinden boşanmış eşitsiz ve çıkarcı ilişkilerini tüm dünyada egemen kılmak ve buna karşı olan bütün kültürel-siyasal bütünlükleri parçalamaktır. Ki böylece uluslararası sermaye evrensel sömürüsünü tüm dünya küresi üzerinde sağlamlaştırabilsin. Küreselcilik denen afetten bahsediyorum yani. Hıristiyanlık bu ilişki biçimlerini kolaylaştırdığı için propaganda edilen bir inançtır. Buna uygun olmadığı yerde ona da hoşgörü yoktur. Bugün Hıristiyanlık içinde Katoliklik ile Protestanlık arasında süren kavgayı bilenler burada ne kastedildiğini iyi anlarlar.<br />
<b>Neyin kavgası bu?</b><br />
Bu kavga İslam’a karşı yürütüldüğü kadar açık ve fizik şiddete dayalı değildir ama alttan alta ve şiddetli şekilde cereyan ediyor. Zaman zaman bu kavganın günyüzüne çıktığını da gördük. Bunlardan biri Papa 2. Jean Paul’un ABD’nin Irak seferinin doğruluğuna fetva vermemesi ve en güvendiği kardinallerinden birini Başkan Bush’a göndererek onu fikrinden vazgeçirmeye çalışmasıydı. Ama finans kapital kararını vermişti. Emrindeki büyük medya aynı tarihte Katolik kiliselerindeki çocuklara cinsel taciz olayları ile ilgili bir karalama kampanyası başlattı. Kampanya o kadar etkili oldu ki, birçok inanmış Katolik kiliselerine gitmekten vazgeçtiler; yardımlarını kestiler. Soru şu idi: Böyle şeyler zaten uzun süredir oluyor ve olduğu biliniyordu. Bu neden tam da o önemli günlerde basın ve ekranlara taşınıverdi?<br />
<b>Müslümanları şiddete düşkün göstermek istiyorlar</b><br />
<b>Bu tartışmalar ve hakaretler içeren karikatürlerin yayınlanması sonrasında, ortaya çıkan protesto gösterileri sonrasında olayın boyutu nereye gider? Ya da olaylar bilinçli bir şekilde mi yönlendiriliyor ve kalabalıklar bir yerlere mi çekilmek isteniyor?</b><br />
İslam dünyası çok dikkatli olmalıdır. Eğer tahmin ettiğimiz gibi, bu İran üzerine bir harekatın yolunu açmak için ise (ki Türkiye burada bir cephe ülkesi haline gelecektir) amaç Müslümanları ilkel ve şiddet düşkünü bir kültürün çocukları olarak göstermek ve üzerlerine yönelecek her türlü saldırıya karşı dünyada Müslümanlara destek ve sempatiyi kırmaktır. Kim delilerin elinde atom bombası olmasını ister ki? Bırakın onu, kim delilerin elinde azıcık olsun güç olmasını ister ki? O halde bugün İran’a, yarın başka Müslüman ülkeye yönelik bu harekatlar baştan aşağı meşru ve haklı olur.<br />
<b>Siz bu provokatif eylemlerin direnç kırmaya yönelik olduğunu düşünüyorsunuz?</b><br />
Evet. Yine bir başka yapılmak istenen de, İslam dünyasında insanlara çaresizlik duygusu yaşatmak, kutsalları ayaklar altına alınırken hiçbirşey yapamamanın getirdiği kahredici acıyı onlara tattırarak insanları şiddet ve delilikler içinde yitip gitmeye, ya da yıkıcı bir acz duygusu içinde hareketsizliğe sürüklemek ve bu yolla direnci kırmaktır. Ama bu tehlikeleri sezersek, bizler basiret sahibiyiz; gereğine göre davranabiliriz. Umutsuzluğa mahal yok! Öncelikle bilelim ki, biz bizden öncekilerin başına gelenler bizim başımıza gelmeden yaşayabileceğimizi sandıysak yanılgı içindeyiz. Bizim Peygamberimiz sağlığında taşlandı, yuhalandı, alay edildi ve başına bunlar gelirken o zamanın Müslümanları, çok istemelerine rağmen, buna engel olamadılar.<br />
<b>İnsanların inanç ve dayanıklılığının böyle bir ateş çemberinden geçtiği çok zamanlar var tarihte…</b><br />
Tepkimizi göstereceğiz; ama akıldan yoksun ve sel gibi kopup gelen şiddet ve duygu boşalmaları halinde değil; sakin, vakur ve ağırbaşlı olarak organize, kararlı ve mantıklı bir biçimde tepkimizi göstermeliyiz. Bizim son çağlarımızın hastalığı olan, üç günlük tepki fırtınaları yaşamak ve üç gün sonra bu olanları unutmak şeklinde de olmamalı bu tepki. Sakin ama kararlı olmalı tepkimiz ve zamana yayılmalı; bu olayların üzerinden belki yıllar geçse bile biz olanları unutmamış olmalı, aynı kararlılık ve tazelikle meselemizin takipçisi olmalıyız. İbadetin az ama sürekli yapılanı makbul olduğu gibi, böyle meselelerin de sakin ama sürekli takipçisi olmak makbuldür.<br />
<b>Bütün bu olaylar ortada dururken, köklü bir medeniyetin temsilcisi ve dünyanın yön göstericisi olmuş Müslüman bir milletin AB’ye girmek için her şeyini seferber etmesini doğru buluyor musunuz?</b><br />
<b>Kamuoyu oluşturuyorlar</b><br />
<b>Karikatürlerin özellikle Danimarka ve Norveç’te yayınlanmasının özel bir anlamı var mı?</b><br />
Bu karikatürleri ilk yayınlayan Danimarka Gazetesi Jyllands Posten’a bundan birkaç ay önce Hz. İsa karikatürleri getirilmiş ve yayınlanması istenmiş, ama bu reddedilmiş. Hollanda, Danimarka ve Norveç 2. Dünya Savaşı sonundan itibaren Anglosakson (Amerika-İngiliz) kültürel-siyasi-ekonomik etki alanına Kıta Avrupası içinde en yakın olan ülkelerdir. Ve İran’a karşı bir askeri harekat için dünyada uygun bir kamuoyu oluşturmak isteyen bir “gizli el” buralarda hedefini gerçekleştirmeye daha uygun ortamlar bulabilir.<br />
<b>Samuel Huntington’un medeniyetler çatışması tezi gerçek mi oluyor? Son yıllarda medeniyetler ittifakı ve dinler arası diyalog kavramları ortaya atıldı. Fakat, biz Avrupalılarla diyalog ve ittifak isterken, Batılılar bizim peygamberimizi bile tanımıyor peygamberimize hakaret ediyorlar? Bu diyalog nasıl mümkün olacak?</b><br />
Az önce konuştuğumuz gibi emperyalist siyasetin kullanabileceği araçlar açısından bence hiçbir ahlaki sınır yoktur. Bugün Hz. Muhammed’i politik manipülasyon aracı yapmaya kalkıştığı gibi, dün kendi halkından binlercesini öldürüp suçunu dışarıda birilerinin üstüne atabilir, yarın kendi kutsalı (eğer hala öyleyse!) Hz. İsa’yı politik emelleri için vasıta olarak kullanabilir. Aydınlanma Çağı’ndan beri Batı’da kısmen dinin yerini alarak kutsallık payesine erişen bilim ve laik felsefe de aslında emperyalist politikaların birer aracı olarak kullanılabilir ve kullanıldı. Yani aslında burada Batı’nın çıkarları sözkonusu olduğunda hiçbir kutsalı olmadığını söylemeye çalışıyorum; buna bilim ve felsefe de dahildir.<br />
<b>Batılı olaya çıkar amaçlı bakıyor</b><br />
<b>Batı’nın tavrını nasıl yorumlamak gerekiyor?</b><br />
Samuel Huntington adında bir yazar Medeniyetler Çatışması adında bir kitap yazmış ve bu dünyada tartışılır hale gelmişse, bu Batı’nın samimiyetle böyle bir şeye inandığı gibi, “bilgi öncelikli” kendi saf Doğulu bakış açımızdan değil, “çıkar öncelikli” Batılı emperyalist bir bakış açısından incelenmelidir: Batı’ya kendi saldırgan politikalarını meşrulaştırmak için bir fikir gerekmiş ve bu icat edilmiştir; o kadar. Bunun doğru olması şart değildir. Biraz inandırıcı olması ve Batı’nın propaganda aygıtları ile her kanaldan beyinlerin bombardımanına müsait olması yeter. Bunun gibi, görünürde bu kadar ırkçılık karşıtlığından sonra Batı birgün çark edip zencilerin gelişmemiş bir ırk olduğu konusunda bilimsel tezler de yayınlayabilir; çünkü o sıra politik çıkarları bunu gerektirecektir.<br />
<b>İslam medeniyetini öteki olarak, gelişmemiş olarak ve ıslah edilmesi gereken bir medeniyet olarak gören Batı’nın tavrına karşı ne yapılmalı?</b><br />
Aslında Batı açısından sorun “İslam sorunu” olmaktan da öte ve sömürgecilik döneminin başlarında söylenmeye başlandığı gibi bir “Doğu sorunu” bence. İslam kültürü (kendini “Kalvinist” zanneden kimi Müslümanların varlığına rağmen) kapitalizm, serbest piyasa ve bireysel başarı fikrine son kertede elverişli değildir. Ticaret İslam’da (ilk Hıristiyanlığın aksine!) zemmedilmiş bir şey olmamakla birlikte bu zincirlerinden boşanmış bir mal-mülk-güç-servet yığma çılgınlığına dönüşemez. Biryerden sonra İslam’ın toplumsallığı ağır basar. O halde bu büyük bütünlükler parçalanmalı, dönüştürülmeli ve mukavemet edemez hale getirilmelidir. Ne yazık ki, İslam dünyası politik olarak parçalanmıştır ama kültürel direnç devam etmektedir.<br />
Bu olaylar aslında bir tarafıyla hayırlı da oldu. AB’yi bir uygarlık beşiği zanneden ve oraya girmekle her türlü hak ve hukukunun kendine teslim edileceğini sanan nice insan uyanacak ve Batı’nın insan hakları standartlarının sadece Batılıların kendileri için geçerli olduğunu göreceklerdir. Öte tandan Türkiye, karşılıklı anlaşmalar gereği AB içi hukuki yolları takip edebilme ve dava açabilme hakkına sahip olduğundan tüm dünya Müslümanları adına bu haklı davayı takip edebilir; İslam dünyasının “dava vekili” olabilir. Belki, sonuçta ortaya hiçbirşey de çıkmayabilir. Ama, örneğin bir AİHM’den hiçbir sonuç çıkmadığını dosta düşmana göstermek bile çok hayırlı olacak; Türkiye’nin uzun zamandır kendini kaptırıp yüz yıl vakit kaybettiği bir Batılılaşma hülyasından uyanmasını sağlamak bile büyük bir başarı olacaktır. Sözlerimi vatan şairi M. Akif Ersoy’un şu dizeleriyle tamamlayayım:<br />
<br />
<i> </i><i>“Göster, Allah’ım bu millet kurtulur, tek bir mucize,</i><br />
<i> </i><i>Bir utanmak hissi ver, gaip hazinenden bize.”</i><br />
<br />
<b>Röportaj:</b> Mustafa Canbeyaltay ünaltayhttp://www.blogger.com/profile/01074664679964606101noreply@blogger.com0